
Amerikan sinemasının yaratıcılığına her daim şapka çıkarmamız gerekir. Bunlardan birisi de her sabah aynı hayatı yaşayan karakterlerin yer aldığı filmlerdir. Eğlenceli, romantik olsalar da bir süre sonra hayli sıkıntılı bir hal alan durumdur, her gün aynı hayatı yeni baştan yaşamak.
Her gün olmasa da dönem dönem aynı olayları, meseleleri yaşayan bir memleketimiz var. Ve bu, o filmlerdeki gibi de eğlenceli değil.
İnsanlar ve onların oluşturduğu toplumlar, yaşadıklarından ders almazsa ve hatta unutursa yok olurlar. Tarih, insanlık için oluşturulmuş en kıymetli köprüdür. Tabii o köprüyü dünden yarına doğru inşa edebilirseniz. Dünün deneyimlerinden çıkardığınız sonuçlarla, sıkıntı riskini en aza indiren bir yarın inşa edebilirseniz doğal olarak.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ve CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu, 30 Ekim 2019’da eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun "Avrupa Parlamentosu'na gidip Türkiye'yi şikâyet eden ahmağa söylüyorum" sözlerine "Tam da 31 Mart’ta seçimi iptal edenler ahmaktır" yanıtını vermişti. Bu açıklamanın YSK üyelerine yönelik olduğu ileri sürülerek açılan davanın önceki gün istinaf aşaması, verilen 2 yıl 7 ay 15 günlük hapis cezasını "hesapta hata" gerekçesiyle 1 yıl 19 ay 15 gün olarak düzeltilip onandı. Bu ceza siyasi yasak da içeriyor.
Erdoğan’ın siyasi yasağı
Takvim yaprakları 12 Aralık 1997’yi gösteriyordu ve Recep Tayyip Erdoğan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’ydı. İktidarda iki yıl kalan ANASOL-D hükümeti ülkeyi yönetiyordu. Başbakanlık koltuğunda Mesut Yılmaz vardı. (Bu hükümet modelinin oluşturulması da siyasetin demokrasi dışı zorlamalarının ürünüydü.)
Erdoğan o gün partisinin Siirt’te düzenlenen mitinginde konuştu. Ziya Gökalp’in Balkan Savaşı için yazdığı “Asker Duası”nın kendi politik söylemine uygun olan “Minareler süngü/ kubbeler miğfer/ camiler kışlamız/ müminler asker" kısmını dillendirdi. Bu yargı konusu oldu. TCK’nın 312/2 maddesinden “halkı din ve ırk farkı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek” suçunu işlediği gerekçesiyle dört ay hapis cezasına çarptırıldı. (Bu, bugün de çok sık duyduğumuz bir suç(!) aynı zamanda.)
Bu cezasını 24 Temmuz 1999 günü tamamladı ve siyasi yasaklı oldu. Tam da Soylu’nun İmamoğlu’na söylediği gibi yaptı, 2002 yılından sonra 22 Avrupa ülkesi ile 2 kez ABD’ye giderek siyasi yasağı nedeniyle Türkiye’yi şikâyet etti. Eski CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın, farklı bir siyasi beklentisi nedeniyle verdiği destekle siyasi yasağı kalktı ve Erdoğan o günden bu yana ülkeyi mutlak güçle yönetiyor.
Geçen yazımda anlatmıştım, yargı hep devletin yargısı olmuştur, hükümetlerin değil diye. Bunun en somut örneklerinden birisidir Erdoğan’ın yargılanması. O dönem, DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit de ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz da bu ceza meselesinin hiçbir yerinde yok. O dönemki hükümetlerin geleneksel pozisyonu gereği “devletin bu işlerine” de çok karışmıyorlardı.
(Şiirin okunmasından hemen sonra çalıştığım Yeni Yüzyıl gazetesi adına Erdoğan’ı aradım. RP’yi izleyen bir muhabirdim ve bana bu şiir okumanın ciddi sonuçları olacağı bilgisi gelmişti. Erdoğan’dan aldığım açıklama ertesi gün gazetenin manşetindeydi. Ve Erdoğan da bunu ilk benden ögrenmişti.)
Susurluk yargısı devlet yargısıydı
O dönem, “devlet yargısı”nın en önemli göstergelerinden birisi de Susurluk olarak adlandırılan devlet içinde ve devletle bağlantılı suç yapılarının ortaya çıkartılarak yargılanmasını gösterebiliriz. O dönem “itirafçılar” hayli dikkat çekiyordu ve itirafları bütün yayın organlarında eksiksiz yer alıyordu. Siyasi irade Cumhurbaşkanı Demirel başta olmak üzere, TBMM dahil olaya el koymuştu ve mutlak soruşturulması konusunda fikir birliği vardı. Siyasi irade de onlar adına devleti yönetenlerin bu kararlı tutumu da yeterli olmadı ve mesele yargı aşamasında hem zamana yayıldı hem de küçük cezalarla geçiştirildi. O dönemin aktörlerinin hala ortalıkta olması da ayrı bir tartışma konusu.
Devlet yargısı doğal olarak devlet adına yapılanlara hukuksuz da olsa ceza veremezdi. Bu aynı anlamda kendi varlık nedenini ortadan kaldırmak demekti. Öyle de oldu.
AKP’nin ilk dönemi yargısı
Türkiye 2007 ve 2008 yıllarında üç davaya bir de karara tanıklık yaptı. AKP iktidarının ilk yıllarıydı ama devlet içindeki gücünü de yavaş yavaş tahkim etmeye başlamıştı. Davalardan birisi Deniz Feneri, diğerleri AKP’nin kapatılması ve Ergenekon davalarıydı. Karar ise cumhurbaşkanı seçme sayısının TBMM genel kurulunda 367 olmasıyla ilgiliydi. Buradaki AYM’nin 367 kararı devlet yargısının kararıydı. Bu net.
Kapatma davasının açılması ve görülmesi tam bir devlet yargısı işleyişini ortaya koyuyordu. Deniz Feneri ise iktidarın kurgulamak istediği mutlak kendisine bağlı yargıyı. Ergenekon ise devletin, yargı ve TSK dahil artık bir bütün olmadığını, sızan cemaatin devlet içinde güçlü bir organizasyon olduklarını ortaya koyuydu. Hangi parçasının “devlet” olduğuna karar verilemeyen bir dönemdi o dönem.
Deniz Feneri davası ilk olarak Almanya, Frankfurt’ta açıldı. Suç tanımı Türkiye ile aynıydı. Ceza yasalarında da bu suç tanımına göre cezalar her 2 ülkede de vardı. Almanya’daki dava ceza ile sonuçlanırken Türkiye’de siyasetin mutlak müdahalesi ile beraatle sonuçlandı. AKP, yargıyı biraz zorlayarak istediği kıvama getirip getiremeyeceğini bu dava ile test etti ve sonuç aldı.
Kapatma davasında da iktidarda olmanın avantajını kullandı. Devlet yargısı olma halini bozdu ve kıl payı kapatılmaktan kurtuldu. İrticai faaliyetlerin odağı olarak hüküm giydi ve mahkemede “irtica ile mücadele edeceğine” ilişkin de genel başkanı ile söz verdi.
Ergenekon davalarında cemaat-iktidar iş birliği çalıştı. Hem yargı hem de TSK iktidarın istediği “kıvama” getirildi. Aynı Susurluk sürecindeki gibi hukuksuzlukları önleyecek yapı oluşturmak yerine bu yapıya sahip olma ya da inşa etme hakkına sahip olundu. Darbelerin önü kesilecekti bir darbenin önü açıldı.
Devlet yargısı, devlet yargısına karşı
2010 referandumu ile devlet yargısı gitti, yerine Fethullah Gülen cemaatiyle AKP iktidarının ortak sahip oldukları yeni devletin yargısı devreye girdi.
Ergenekon’da ortaya çıkan ve siyasi iktidardan yana olan parçanın kazandığı iki parçalı devlet yapısı 17/25 Aralık’ta bir kez daha görüldü. Bu sefer devlet cemaat ile AKP arasında paylaşılmıştı. Ergenekon’da kazanan cemaatin hâkimiyetindeki yapı, siyasi iktidar karşısında 17/25 Aralık’ta kaybetti. Burada belki de cumhuriyet tarihinde ilk kez devletin yargısıyla, devletin bir diğer yargısı karşı karşıya geldi.
Susurluk sonrasında devletin hukuksuzluk yapması yargı kararlarıyla “mümkün” hale gelirken, 17/25 Aralık’ta da yolsuzlukların önünün kesilmesi ve toplumdaki bu konuda hassasiyet yok edildi. Bunlar hep yargı eli ile yapıldı.
Şimdi de siyaset yargı eliyle dizayn ediliyor. Bu sefer devlet yargısına mutlak hâkim ve tam anlamıyla devlet haline gelmiş bir siyasi iktidar var. Hem de kendisinin muhatap olduğu hukuksuzlukları unutmuş bir siyasi iktidar var.
Deniz Feneri yöneticileri Almanya’da mahkûm edilmişlerdi, buradakiler ise beraat etmişti. Oysa suçun tanımı orada da burada da aynı idi. Şimdi ‘ahmak davasını’ ve Türkiye’deki mevzuatı, Deniz Feneri’ni mahkûm eden mahkemenin önüne koysak, ahmak davasıyla ilgili vereceği kararı aşağı yukarı tahmin edebiliriz: Beraat.
Diploma meselesinde de mahkeme karar vermezdi, bu siyasetin ortada varsa bir suistimal, gereğini yapacağı, o siyasetçiyi itibarsızlaştıracağı bir konuydu. Ergenekon davalarına baksaydı aynı Alman mahkemesi Türk yargı mevzuatı ile, karşınızda sıkı bir TSK görecektiniz. İçinde yargılamaya konu olan ve devletin sahibi gibi davranan, suç yapıları ile devleti muhtelif karanlık işlere bulaştırmış ve davaya konu olanların ancak yüzde 5’i ya da en çok yüzde 10’unun mahkûm olduğu bir karara tanıklık yapabilirdik.
17/25 Aralık soruşturmalarını aynı Alman mahkemesi yürütseydi bugün Türkiye başka bir fotoğraf karesiydi. Buradan Almanya’da yargının muhteşem işlediği sonucu çıkarmayın. Ama bu kadar somut meselelerde başka türlü yol alması mümkün olmazdı.
Tüm bunlara karşın aynı Alman mahkemeleri, belediyeler üzerinden yürütülen soruşturmaları da ele alsaydı, mesele içine pek çok iktidar belediyesini de alarak çok büyürdü. İktidarın da muhalefetin de hiç de hoşuna gitmeyen çok ağır sonuçlar da ortaya çıkardı. O zaman, somut bir örnek olması için Osman Gökçek’in TBMM’de bulunması mümkün olabilir miydi?
İktidarın yargı sisteminde adalet bakanlarının önemi hayli azdır. Başsavcılar önemlidir. Agresif bir yargı sistemi istiyor iktidar. İstanbul buna uygun gidiyor ama Ankara’da sıkıntılar var. Ve sanırım kısa sürede Ankara’daki yargı hiyerarşisi de değişecek…
Editör: N. Cingirt
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.