
İşçi sınıfı ve sosyal sınıf mücadeleleri üzerine kurulu sol partilerin kültürel kimlikler ve memler üzerinden sürdürülen siyasal mücadelelerde pek başarılı olamadıkları görülüyor. Hemen her pekişmiş demokraside, demokrasi – sosyalizm – milliyetçilik çatışmalarından son yüz yıldır en fazla zarar gören de sol partiler olmaya devam ediyor.
Giriş: Soğuk Savaş Sonrası Sol Partilerin Azalan Cazibe Sorunu
31 Aralık 1991 akşamı Kremlin’in çatışındaki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB) bayrağı son kez indirildiğinden itibaren, özellikle Avrupa’da siyasal parti sistemlerinin soluna adeta nüzül indi. 21. yüzyılın başından itibaren Fransız Sosyalist Partisi müthiş oy kaybederek %2 civarına kadar geriledi. Britanya’da çok uzun sürelerle Muhafazakâr Parti, koalisyonlarla da olsa, iktidarda kalmayı başardı. Ünlü İsveç ve Norveç Sosyal Demokratleri eski albenilerini yitirerek muhalefete çekildiler. İtalya’da sol küçülmekle kalmadı faşist köklerden yükselen İtalya’nın Kardeşleri Partisi başkanı G. Meloni Başbakan oldu. Yunanistan’ı bir dönem yönetmiş olan PASOK yok oldu. Avusturya’da aşırı sağ Özgürlük Partisi 1990’larda yükselişe geçtikten sonra aşırı sağ sık sık oy patlamaları yaşarken Avusturya Sosyalist Partisi muhalefet sıralarına çekildi. Hollanda, Belçika, Danimarka, Finlandiya gibi bir çok pekişmiş demokrasilerde de sol ciddi seviye kaybetti. ABD bu gelişmelere istisna teşkil edebilecek bir Demokrat Parti canlılığı ve cazibesi gösterse de, o da son yıllarda iyice sağa kayan Cumhuriyetçi Parti’nin adayı Donald Trump’a 2016 ve 2024 seçimlerini kaybetti. Aynı gelişme 21. yüzyılda Türkiye’de solun %20 – 25 bandında bir oyla yetinerek sürekli olarak muhalefette kalmasına yol açtı.
19. yüzyılın başından beri yarışmakta ve çatışmakta olan demokrasi, sosyalizm ve milliyetçilik akımları, küreselleşmenin kapitalist piyasaları dünya şumul hale getirdiği bir ortamda özellikle etnik milliyetçilik olarak yükselişe geçti. Aynı zamanda sosyalizm, sosyal demokrasi ve demokratik solun düzey kaybetmesine, hem demokrasinin hızla aşınmasına tanık olduk. Bu üç siyasal düşünce akımından önce sosyalizm, sonra da demokrasi Fransız İhtilali sonrasından beri süren iki yüzyılı aşkın bir mücadele sonunda milliyetçiliğin yükselişine teslim oluyorlarmış gibi bir görüntü sergilenmeye başladı. Bu çerçevede de sol siyasal parti ve akımların gücünün ve seçmen nezdindeki cazibesinin azalmasının söz konusu olduğu görülüyor. Sol partilerin demokrasilerdeki performasının giderek kötüleşmesini nasıl açıklayabiliriz?
Sol partiler neden cazibe kaybediyor?
Kapitalizmin ve özellikle hissedar (shareholder) kapitalizminin büyük bir başarısına tanık olunan küreselleşme olgusunun yeni bir ivme kaznaması, Sanayi Devriminin de aynı zamanda hızla sürmesinin getirdiği teknolojik yeniliklerle birleşmesi sonunda büyük bir toplumsal, sosyo-ekonomik değişim hatta devrim yaşandı. 1990’larda Soğuk Savaş sonrasında, özellikle Avrupa’da kapitalizm ve demokrasinin, hukuk devletiyle uyumlu olarak liberal demokrasi içeriğinde yaygınlaşmasının, ABD ve AB ile serbest ticaretin Avrupa’nın doğusunu da kapsayacak şekilde kapitalist piyasa ekonomisine geçmekte olan Rusya, Ukrayna, Moldova, Romanya, Bulgaristan v.b. içine almasıyla kolayca mümkün olacağı düşünülmüştü. Gümrük tarifeleri mümkün olduğunca düşürülerek sıfırlanacak, sermaye ve emek başlıca üretim faktörleri olarak özgürce sınır aşarak dolaşabilecek bir akışkanlığa (seyyaliyete, mobility) sahip olacaktı. Bu sayede mukayeseli üstünlüğe göre piyasalarda üretim şekillenecek, sermaye ve emek en fazla talep edildikleri coğrafyalara akacak, rekabetin yoğunlaşmasıyla en ucuz ve kaliteli mal ve hizmetler küresel olarak üretilip tahsis olunabilecekti. Bu durumda da geniş kitlelerin gelirleri (ücret, maaş, kira ve kar), tüketim eğilimleri ve tasarrufları artacak, sosyo-ekonomik refahı kapitalist piyasaların serbestçe çalışmasıyla yükselecekti. Her toplumda insanlık büyük bir refah ve barış ortamına geçmiş olacaktı. Oysa, ABD ve AB ile eski Doğu Avrupa’nın yeni devletleri, Çin ve Güney Asya, Afrika ve Latin Amerika devletlerindeki piyasalar arasındaki bağlar arttıkça gelişmeler hiç de beklendiği gibi olmadı.
1979’da Britanya’da, 1981’de de ABD’nde iktidara gelen muhafazakar siyasal partiler ve onları destekleyen liberal iktisat inancına, adeta imanına sahip olan muhafazakar siyasal ve iktisadi güçler, bu iktidarlardan büyük bir ekonomik destek gördüklerinde yeni bir iktisadi düşünce siyasete egemen olmaya başladı. 1983 sonrasında Turgut Özal’ın ANAP iktidarıyla Türkiye’de de etkili olan yaklaşım piyasadan her türlü düzenlemeyi kaldırmak, vergi oranlarını çok kazananlar lehine düşürmekle ortaya çıkacak refahın adeta bir çağlayan gibi setlerden aşağılara doğru akarak toplumun her kesiminin sosyo – ekonomik refahını artırması önerildi. Büyük sermaye sahipleri vergilerden kurtulacak, böylece artacak olan servetlerini daha fazla yatırım yaparak, yeni iş alanları açacak, daha geniş kitlelere istihdam imkanı sağlayacak, toplum tam istihdama doğru giderken her kesimin geliri de yükselecekti. Buna varsıllığın damlaya, süzüle aşama aşama tüm topluma yayılması iktisadı (trickle down economics) adı verildi.
Oysa, beklenen hiç de öyle olmadı. Vergi kesintilerinin sağladığı müthiş servet büyük ölçüde yatırıma gitmedi. Büyük şirketler, hisse senedi piyasalarına arz ettikleri hisselerini bu vergi kesintileri sayesinde edindikleri fonlarla geri satın aldılar (share buy back); yeni teknolojilere veya üretime pek bir yatırım ya yapmadılar; ya da kendi ulusal piyasalarında yapmadılar. ABD büyük sermayesi Dünya Ticaret Örgütü (World Trade Organization, WTO) üyesi olan Çin’e, Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi (North Atlantic Free Trade Area, NAFTA) üyesi olan Meksika’ya yönelerek, onların düşük ücret ve maliyet olanaklarından yararlanmayı tercih ettiler. Bu arada da Amerikan hükümeti vergi kaybına karşın yaptığı hükümet harcamalarını azaltamadığüı için artan bütçe açıkları vermeye başladı. Bunun finansmanı için de vergisini düşürdüğü büyük sermayeden borç para alarak ve ona faiz ödeyerek bu açığı finanse etti. 1980’ler öncesinde yüksek gelirli gruplardan aldığı vergilerle ucuza finanse ettiği sosyal yardımları 1980 sonrasında aynı gruplardan borç alıp onlara faiz ödeyerek finanse etmeye başladı. Amerika’nın borç yükü 1980’lerde trilyonlarca doları bulmaya başladı[1]. Bu süreç Britanya, Fransa ve ülkemizde de görülmeye başladı. Bu arada varsıllar müthiş bir servet biriktirirken, yoksul kesimler giderek daha fazla gelir kaybına uğramaya, özellikle reel anlamda ücret ve maaş geliri kaybı yaşamaya başladılar. Tüketim Çin’den ve Meksika’dan ucuza imal edilip ithal edilen mallar sayesinde artarken, yoksulların vergi yükü de artış gösterdi. Bu süreçte bir önemli iktsadi yapı değişikliği daha oldu.
1980’lerden itibaren büyük şirketler hisse senedi sahiplerinin (share holders) çıkarlarını ön plana alıp, özellikle başta işçiler ve beyaz yakalı çalışanları olmak üzere şirketlerin diğer paydaşlarını (stake holders) ihmal etmek ve hatta baskı altına alarak, sadece bir maliyet unsuru olarak muamele etmeye başladılar[2]. Ücretleri ve personel yardımlarını, emeklilik fonları dahil olmak üzere, olabildiğince budamaya, bu konuda sorun olarak gördükleri işçi sendikalarını baskılamaya veya yok etmeye yöneldiler. Şirketlerle çalışanları arasındaki ilişkiler büyük ölçüde hayat boyu kariyer ilişkileri içeriğinden, çalışanların sürekli olarak daha yüksek ücret ve personel yardımı olanağı gördükleri şirketlerde iş kovalamalarını sağlayan bir içeriğe dönüştü. Kısa süreli, düşük ücretli, sosyal hakları ya olmayan ya da çok zayıf olan bir iş ve işçi, çalışan ilişkisi esaslı ekonomi (gig economy) ortaya çıktı. Bu durumda üniversiteden büyük borçla mezun olmuş olan gençlerin bu borcu ödeyemeyerek ev kuramadığı, evlenmeyi tehir ettiği, aile yapısının değiştiği ve doğurganlığın düştüğü bir toplum oluşmaya başladı. Beyaz yakalı çalışan gençler içinden çıktıkları ailelerine olan bağlılıklarını üniversite mezuniyetinden sonra da sürdürmek zorunda kaldılar. Bu süreçte büyük sermaye şirketleri ve onların pay sahipleri müthiş servetler kazanmaya devam ettiler.
Sol partiler, zaman zaman iktidara gelseler bile liberal piyasa ekonomisi, ABD’nde hissedar kapitalizmi (share holder capitalism), serbest ticaret, yüksek gelirlilerin vergilerinin affı ve azaltılması ile aşağı katmanlara sızacak olan ekonomik kaynak ve gelir savına uygun olarak davranmaya devam etmişlerdir.
Bu gelişmelerin siyasal sonuçları çok büyük servetlere sahip olan trilyonerlerin kendileri için küçük ama müthiş miktarlarda seçim kampanyası fonları ödeyerek siyasal partilerin aday ve liderlerine seçim kazanmak için büyük destekler vermeleri sonucunda köklü demokrasilerin siyasetlerinde büyük değişimler ortaya çıktı. Bunun en açık örneğini 2024 ABD Başkanlık seçimlerinden sonra Elon Musk’ın Başkan Donald J. Trump’ın kampanyasına 300 milyon dolara yakın bir mali fon desteği sunduktan sonra birkaç ay ABD federal hükümet sistemini kendi düşünce ve çıkarlarına göre istediği gibi kesip biçtiği ve düzenlediği bir dönemin yaşanması olmuştur. ABD’nin bu koşullara gelmesinden 2010 yılında ABD Yüce Mahkemesi’nin verdiği bir kararla büyük şirketlerin siyasal parti ve adaylarına seçimde kazanmaları için büyük mali olanak sağlayan harcamalarını ABD Anayasası’nın 1. değişiklik maddesi (first amendment) hakkı, yani ifade özgürlüğü olarak kabul etmesidir. Bu durumda 2010 öncesinde söz konusu olan sınırlamalar kaldırılarak, mali olanakları olanların istedikleri kadar fonu istedikleri parti veya adaya verebilmeye başlamışları söz konusu oldu. Bu koşullarda demokratik seçimlerin temel ilkelerinden olan eşitlik (bir kişi, bir oy) ilkesine göre her seçmenin seçim sonuçlarına eşit olarak etkide bulunabilmesi olanağı ortadan kaldırılarak, parası olanın daha etkili olduğu bir oligarşi ortaya çıkmaya başladı. Ne ilginçtir ki, ABD ve AB’nin demokrasilerinden liberal demokrasi öğrenecek olan Rusya, Ukrayna, Belarus, Moldova v.b. yerine, ABD ve AB’nin büyük varsılları, Doğu Avrupa’nın komünizm sonrası devletlerinden veya onların varsıllarından (oligarklar) demokrasinin nasıl bir oligarşiye veya plutokrasiye (varsılların, kendi seçilmesini sağladıkları tarafından, varsıllar için yönetimine) dönüştürülebileceğini öğrenmişe benzemektedirler. Bu süreçte geniş seçmen kitleleri kendilerine anlatılan liberal piyasa ekonomisi, küreselleşme ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir ortamda azimle çalışmış ama ücret ve gelirlerinin ebeveynlerinin onların yaşındaki koşullardan daha kötü bir hayata onları mecbur ettiğini yaşayarak görmüşlerdir. Önce bundan duydukları kırgınlık, yılgınlık, zamanla büyük bir öfkeye dönüşmüşe benzemektedir. Fransa’da, Hollanda’da, Britanya’da, ABD’nde başta olmak üzere Kuzey Amerika ve AB ülkelerinde büyük bir orta sınıf çözülmesi ve aşağıya doğru sınıf kayması (pauperization) yaşanmaya başlamıştır. Bu ortamda sol siyasal partilerin oylarının artmasının beklenmesi doğal değil miydi?
Sol partiler, zaman zaman iktidara gelseler bile liberal piyasa ekonomisi, ABD’nde hissedar kapitalizmi (share holder capitalism), serbest ticaret, yüksek gelirlilerin vergilerinin affı ve azaltılması ile aşağı katmanlara sızacak olan ekonomik kaynak ve gelir savına uygun olarak davranmaya devam etmişlerdir. Zamanla her türlü düzenleme ve denetlemenin piyasalardan kaldırılmasını sağlayan, örneğin 2008 ipotek krizinde dünyadaki bankaların çoğunun çökmesine yol açan ahlaki tehlikenin (moral hazard) oluşmasında, 1930’larda Depresyon’da bankalara getirilen sınırlamalardan olan Glass Steagall Yasası (1933) ile yatırım ve ticari (mevduat) bankacılığını ayıran düzenlemeleri kaldıran Demokrat (sol) Başkan William Clinton olmuştur. Böylece başkalarının mevduatlarını kullanarak kumar oynama fırsatı yakalayan bankacılar büyük bir ahlaki tehhlike (moral hazard) uygulaması üreterek, içeriğini bile hesaplayamadıkları fonlarla büyük kredi pazarlıklarına girip trilyonlarca doları batırmayı ve ABD’ndeki tüm bankaların mali olarak çökmesini sağlamayı becermişlerdir.
ABD’nde kurtarıcı arayan bu kitleler, güvenlerini yitirdikleri düzeni yıkmak için kimseden etkilenmeyecek kadar zengin olduğunu ileri süren Donald J. Trump’ı desteklemeyi, liberal demokrasiye sahip çıkmayı öneren kadın Demokrat adaylara, bir kültür savaşı ortamında tercih etmiştir.
Bu bankalara tasarrufunu yatıran milyonların paraları buharlaşırken, bankacılar büyük tazminatlar alarak görevlerinden ayrılmışlar ve hiçbir önemli mevkideki bankacının bedel ödemesi söz konusu olmamıştır. Seçmeni ve özellikle ücreti ve maaşıyla, aydan aya gelen geliriyle yaşayan seçmenlerin temsilcisi ve savunucusu konumunda olduğunu öne süren sol partilerin de, kapitalizmin temel kurum ve uygulamalarına da, nihayet buna neden olan hükümet kurumlarına olan güven erimiştir. Üstelik bu gelişmelerden büyük kayba uğrayan, işinde gücünde olup da kendilerine sunulan ortamda ve onun kurallarına göre uzun saatler düzgün çalışan insanlar ipotek krizinde hayat boyu edindikleri tasarruflarını hatta evlerini kaybettiklerinde önce kırgınlık ve yeis, bilahare müthiş bir öfke duymaya başlamışlardır. Bu gelişmelerde sol partilerin adeta seyirci olması, iktidarda bulundukları dönemde düzgün kurallara sahip olacak piyasa uygulamaları geliştirmek yerine, adeta kuralsız piyasa gibi bir garabete onay vermeleri de onların görüntüsünü ve itibarını ciddi ölçüde zedelemiştir. Sanki Ayn Rand gibi köktenci muhafazakar düşünürlerin iddia ettiği devlet dışında ve hükümet denetiminde olmayan bir piyasa olabilirmiş[3] gibi sakat fikirlerin peşinde koşanların ne kadar yanlış yaptıklarını gösteremeyen sol partiler de adeta onların kavalının sesine kapılan izleyiciler gibi onları takip etmişe benzemişlerdir. Oysa piyasa da bir devlet içinde var olur; onun anayasa, yasa, kural, yapı ve kurumlarına göre oluşur ve çalışır. Çalışma hayatı hükümetlerin, özellikle yasamanın ve yargının ürettiği çalışma yasaları, sağlık ve hijyen kuralları, tüketici hakları, dürüstlük ve hakça rekabet koşullarına göre çalışır.
Piyasa devletin dışında olmayıp o sistemin bir unsurudur. Bunun aksi piyasa değil, kör dövüşü, sokak kavgası, gücü olanın gücü olmayana zulmü, çeşitli ve uzlaşmaz çıkarların çatışması hatta sınıf savaşından ibarettir. Kuralsız çalışan piyasanın, yani anomik piyasa ekonomisinin işlevsel veya iyi çalıştığını gösteren bir kanıt mevcut değildir. Dünyadaki sosyo-ekonomik ve insani gelişme düzeyine ulaşmış ülkelerde sosyal piyasa ekonomisi, sosyal refah devleti ile uyumlu çalışan piyasalar, Japonya’da devlet kapitalizmi, Çin’de resmi adıyla ulusal kapitalizm büyük iktisadi kalkınma sağlamış, toplumların sosyo-ekonomik refahını ciddi boyutlarda artırmıştır. Bunların tamamı düzenlemeleriyle (regulation) anılan örneklerdir.
Sol partilerin siyasal başarısızlıkları bu gelişmeleri iyi okuyamayıp, muhafazakar sağ ideoloji ve onun varsıl destekçilerinin siyasal mesajlarına ve onların medya, basın ve sosyal medya propagandalarına ve kendi siyasal etkinliklerinin finansmanı için aynı kaynaklardan fonlanmalarına teslim olmalarından kaynaklanmıştır. Ortaya çıkan hayal kırıklıkları, kırgınlık ve nihayet öfkeyi de plutokrasinin kendi denetlediği medya ve sosyal medya başarıyla kültürel kimlikler, memler ve kendi çıkarlarına hizmet eden günah keçilerine yöneltmekteki başarısı sonucunda, işçi sınıfı da dahil olmak üzere seçmenin yoksul kesimleri göçmen düşmanlığı, etnik ve ırkçı mesajlar, ayrımcılık, cinsiyet ayrımcılığı v.b. yöneltmiştir. Örneğin, ABD’nde kurtarıcı arayan bu kitleler, güvenlerini yitirdikleri düzeni yıkmak için kimseden etkilenmeyecek kadar zengin olduğunu ileri süren Donald J. Trump’ı desteklemeyi, liberal demokrasiye sahip çıkmayı öneren kadın Demokrat adaylara, bir kültür savaşı ortamında tercih etmiştir. Oysa, bu toplumlarda karşılaşılan sorun varsılların vergi yerine bütçe açıklarını borç verip faiz alarak finanse etmesi, vergi indiriminden kazandıkları servetleriyle siyasetçileri finanse etmelerinde yatıyormuş gibi durmaktadır. Oysa esas düzen değişikliği müterakki vergi yoluyla, daha çok kazanandan daha çok vergi alarak bütçe açıklarını ucuza finanse etmekten geçmekteymiş gibi durmaktadır.
Sol partiler ABD ve AB’nde artan sosyal refah ve gelişen Sanayi Devrimi ile sanayi toplumundan sanayi-ötesi topluma geçen bir toplum yapısında var olma mücadelesinde zorlanmaktadırlar.
Sonuç: Sol Partiler ve Demokrasinin Geleceği
Dünyanın belli başlı pekişmiş demokrasilerinin çoğunda büyük bir aşınma tehdidi söz konusudur. Küreselleşme, hissedar kapitalizmi, Sanayi Devrimi’nin ürettiği, özellikle iletişim / medya ve ulaşım alanındaki, büyük teknolojik yenilikler dünyada trilyonlarca dolara sahip olan, hemen hemen hiç vergi vermeyen, servetlerinin yeri bile bilinmeyen bir üst plutokratik zümre veya sınıf üretmiş bulunmaktadır. Bu kişilerin siyasetçilerin etkinliklerini finanse etmek için verdikleri fonlar karşılığında aldıkları çeşitli ödünlerle kapitalizm bir tekelci uygulama, güçlünün güçsüze tahakkümü ve mezalimi halini almıştır. Bu gelişmenin siyasal sonucu demokrasinin bir yandan plutokraiye dönüşmesi, diğer yandan kaybeden geniş kitlelerinin öfkelerinin kanalize edildiği sağ ve sol popülizm düşünce ve siyasal hareketlerinin / partilerinin yaygınlaşmasıdır. Bu ekonomi politik gelişmelerden demokrasi ciddi ölçüde zarar görmektedir.
Bu ortamlarda artık bireylerin eşit koşullarda irade beyan edebilmeleri, fikir mücadelesi ve tefekkür edebilmeleri (deliberation) ve bunların sonucunda bir siyasal iktidarın teşekkül edebilmesi olanaksız hale gelmektedir. Geniş kitlelerin kırgınlık ve öfkelerini de plutokrasinin sahipliğindeki medya çeşitli kültürel günah keçilerine maharetle yöneltebilmekte ve kendi istemediği düzenlemeler, yapı ve kurumları yıkarak elini daha da güçlendirmektedir. Bu gidişin sonucunda demokrasinin ayakta kalması da albenisi de tehlikeye düşmüş bulunmaktadır. Bu gelişmelere karşı çıkış herhalde soldaki siyasal parti ve hareketler tarafından daha kolay anlatılabilecek ve başarılabilecek bir içeriktedir.
Sol partiler ABD ve AB’nde artan sosyal refah ve gelişen Sanayi Devrimi ile sanayi toplumundan sanayi-ötesi topluma geçen bir toplum yapısında var olma mücadelesinde zorlanmaktadırlar. Onların kurulmaları ve gelişmelerinde etkili olan mavi yakalı, kol emeği ile sanayide çalışan büyük kitleler ve onların başta sendikalar olarak kitle örgütleri olmuştur. 1970’lerden itibaren, son elli yıldır mavi yakalı işçi sayıları onların işlerinin robotlar, yazılımlar ve nihayet yapay zeka tarafından ikame edilmesiyle birlikte ciddi ölçüde küçülmüşlerdir. Ayrıca, onları şirketlerin maliyet unsuru olarak gören veya paydaş olarak görmeyen bir hissedar kapitalizmi öğretisinin gelişmesiyle, geride kalanların ücret ve personel yararları da küçülmüştür. Bu süreçte sol partiler üniversite mezunu, ofiste beyin gücüyle çalışan, beyaz yakalı ve bağımsız karar verebilen eğitimli bir iş gücünün gelişimine de tanık olmuşlardır. Bu daha bireysel ve örgütlenmesi daha zayıf olan bir kitle mahiyetinde olup, bir kısmı zaten kendisini profesyonel orta sınıf olarak gören bir nitelikte olduğundan sol partilerle olan ilişkileri daha sorunlu olmuştur.
Buna karşın sol partilerin daha çok hitap ettikleri taban mavi yakalı işçiden beyaz yakalı işçilere dönmüş ve bu süreçte gelir ve hatta meslek ve işini kaybeden mavi yakalılar ise ücret ve ona bağlı materyalist gündemlerden çok, milliyetçilik, ırkçılık, etnik kimlik, cinsiyetçilik, dincilik gibi kültürel kimlikler ve memler üzerinden siyasete yönelerek aşırı sağ popülist hareketlere meyletmişlerdir. Hissedar kapitalizminin yükselen varsıl sınıf ve onun çıkarlarına hizmet eden siyaset ve medyasının ürettiği ekonomi ve toplumsal gelişmelerden etkilenen çalışanlar, plutokratların medyalarının gösterdiği kültürel sorunlar, başta göçmen işçiler, kadın emeği, ırk veya etnik farklılıklar v.b. kültürel çatışma alanlarının cazibesine yönelerek öfkelerini oradan edindikleri bilgi ve algılara göre şekillendirilmişlerdir.
Sol partilerin ABD, Britanya, Fransa, Batı Avrupa’nın bir çok ülkesinde geleneksel olarak oy aldıkları seçim çevrelerinde ciddi oy kayıplarına böylece uğradıkları görülmüştür. Bu soruna yanıt üretmekte zaafiyet içinde kalan sol partiler ve adayları, aşırı sağdaki popülist hareket, parti ve adayların yükselişine karşı başarılı bir karşı duruş göstermekte zorlanmışlardır. Göçmen karşıtlığı gibi konuları gündeme getirdiklerinde inandırıcı olamamış, milliyetçilik gibi ideolojileri ileri sürdüklerinde de kendi seçmen tabanından destek alamamış, zaten milliyetçi partileri destekleyen seçmenleri de kendi yanlarına çekememişlerdir. Örneğin, son yıllarda İrlanda’da büyük başarı sağlayan eski İrlanda milliyetçisi yeni sol Sinn Fein partisinin bu ikileme yakalanarak, iş, ücret, ucuz barınma v.b. konuları terk ederek tekrar eski İrlanda milliyetçiliği savına dayalı anayasa tartışmalarına girmesinin, başarıyla artırdığı oy potansiyelini tehlikeye düşürdüğü saptanmıştır[4].
Sol partiler tabii anayasa da tartışabilirler, ama bu tartışmanın onları destekleyen yoksullaşmakta olan seçmenlerin sosyal adalet arayışlarına nasıl etki edeceğini sol partiler göstermedikleri sürece, oy potansiyellerini artırmak bir yana, korumakta bile zorlanmaktadırlar. Genç ve kentli seçmenlerin sosyal adalet arayışı ve yoksulluktan kurtularak ev bark sahibi olmaları talebine yanıt vermekle, giderek afaki görünen anayasal milliyetçilik sorunlarını tartışmak arasına sıkışan sol partilerin son elli yıldaki akıbeti cazibe, destek ve oy kaybetmenin ötesine pek geçemedi. İşçi sınıfı ve sosyal sınıf mücadeleleri üzerine kurulu sol partilerin kültürel kimlikler ve memler üzerinden sürdürülen siyasal mücadelelerde pek başarılı olamadıkları görülüyor. Hemen her pekişmiş demokraside, demokrasi – sosyalizm – milliyetçilik çatışmalarından son yüz yıldır en fazla zarar gören de sol partiler olmaya devam ediyor. Bu aşamadan sonra sol partilerin performansında bir değişiklik olup olmayacağını göreceğiz. Ancak, süreç böyle devam ederse, milliyetçilik ve etnik milliyetçiliğin uzantısı olan ırkçılığın hem demokrasi hem sol siyasal parti ve hareketlere karşı olan başarısı sürecekmiş gibi duruyor.
Sol siyasal partilerin açmazı: Sosyal demokrasi ile Ulusalcılık arasında sıkışmışlık
[1] Reich, Robert, (2025) Coming Up Short: A memoir of my America, (New York, Alfred A. Knopf): 115 – 131.
[2] Aynı eser: 143 – 146.
[3] Robin, Corey (2011), The Reactionary Mind: Conservatism from Edmund Burke to Sarah Palin, (Oxford, New York: Oxford University Press): 76 – 84.
[4] Foster, John (5 Eylül 2025) “The Trouble with Triumph: Sinn Féin and the Left” The Battleground.eu, ([email protected]) iade ettiği gibi 2020’de “…kamuoyu yoklamaları, genç seçmenlerin, kentli seçmenlerin ve işçi sınıfı seçmenlerinin kararlı bir şekilde Sinn Féin'e yöneldiğini gösteriyordu. İrlanda, bir an için Avrupa standardına ulaşmanın eşiğinde görünüyordu: Yönetebilecek güvenilir bir sosyal demokrat partiye sahip bir siyasi yapı….”(s. 5) sanki İrlanda da mümkün hale gelmekteydi. Ancak, “...Sinn Féin kendini sosyal demokrat sol bir parti olarak yeniden marka haline getirmeyi başardığı sırada, Brexit onu anayasal milliyetçiliğin dar alanına geri döndürdü...” (s.8). Brexit süreci Sinn Fein ve İrlanda’da sol bir partinin zaferi için iki tarafı keskin bir kılıca dönüşmüşe benziyor: “...Bir yandan [Brexit] partiye yeni bir anlam kazandırdı, tarihi davasını kamuoyu tartışmalarının merkezine yerleştirdi ve söylemine pragmatik bir hava kattı. Diğer yandan, partiyi Güney'deki son yükselişini besleyen temel meselelerden uzaklaştırdı.”(s. 9). “...Konut krizleri, gümrük kapılarının yeniden ortaya çıkma tehdidiyle ortadan kalkmaz; sağlık hizmetlerinin yetersiz finansmanı, birlik sloganlarıyla giderilemez. Sosyal demokrasi için Sinn Féin'e yönelen seçmenler, anayasal dönüşümün sosyal adalet için gerekli ön koşul olduğuna kolayca ikna olmayabilir...” (s.9) Tüm sol partilerin açmazı Sinn Fein’i de bulmuştur: Bir yanda iş, aş, kazanç gibi materyalist konular genç seçmenin temel endişelerini oluşturmaya devam ederken, öbür yandan siysal günden ve Sinn Fein giderek anayasal konuları tartışmaya zorlanmaktadır. İkinci konuların gündemdeki yeri bunlarla genç seçmenin hayatını etkileyen konuları bağdaştırmakta pek anlamlı ve başarılı durmamaktadır.
Editör: N. Cingirt
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.