
Kürt olan Suriye Dışişleri Bakanlığı ABD İşleri Daire Başkanı Kuteybe el-İdlibi, Rûdaw’a konuştu. İdlibi, SDG’nin mevcut askeri yapısını koruyarak Suriye ordusuna katılması talebini kesin bir dille reddederek, "Ordu içinde ordu olmaz. Bu modeli Lübnan ve Irak'ta gördük ve bunun getirdiği istikrarsızlığı biliyoruz. Suriye'de buna asla izin verilmeyecek" dedi. "Her türlü ademi merkeziyetçiliği reddediyor musunuz?" sorusuna ise "Elbette hayır" yanıtını vererek, "idari ademi merkeziyetçilik" modelin
ABD’deki Columbia Üniversitesi’nde siyaset bilimi eğitimi alan ve aynı zamanda Amerikan vatandaşı olan İdlibi, geçmişte Suriye muhalefetinin ABD’deki temsilciliğini yürütmüştü. Bu yıl Mayıs ayında Suriye Dışişleri Bakanı tarafından mevcut görevine atandı.
Suriye Dışişleri Bakanlığı ABD İşleri Daire Başkanı Kuteybe el-İdlibi ile röportajın tam metni:
Suriye hükümeti ile Amerikan yönetimi arasındaki mevcut ilişkileri nasıl değerlendirebiliriz? En iyi döneminde olduğunu söyleyebilir miyiz?
Elbette, öncelikle davetiniz için çok teşekkür ederim. Suriye-ABD ilişkileri bugün gerçekten de en iyi seviyesindedir. Suriye’nin özgürleşmesi ve Esad rejiminin devrilmesinden bu yana Suriye dış politikasında köklü bir değişim yaşandı. Bu değişimin temel odak noktası, Esad rejiminin 50 yılı aşkın süredir dış ilişkilerinde uyguladığı siyasi şantaj politikasından, temelini ortaklıkların oluşturduğu bir ilişki modeline geçmekti.
Biz bugün devletlerle olan ilişkilerimize bir iki ay sonra ne olacağı gözüyle bakmıyoruz; aksine, bu ilişkileri önümüzdeki on yıllar boyunca ayakta kalacak sağlam temeller üzerine inşa etmeye çalışıyoruz. Bu ilişkinin 10, 20 veya 30 yıl sonra nasıl bir şekil alacağını bugünden planlıyoruz. Çünkü hem Suriye’ye hem ABD’ye, hem de iki ülke halkına olumlu yansıyacak güçlü ortaklıkların temeli ancak bu şekilde atılabilir. Nitekim birçok Amerikalı yetkili de bana bu soruyu sorduğunda onlara şöyle diyorum: Biz, Şam ile Washington arasında, iki ülkeyi ve iki halkı birbirine bağlayacak çelikten bir köprü inşa etmeye çalışıyoruz. Dolayısıyla bu inşa sürecinin henüz başındayız ve bu süreç sürekli bir gelişim içinde. Geleceğin, bugünden çok daha iyi olacağına eminim.
İlişkileri iyi olarak tanımlayabilir miyiz? ABD’nin de Suriye hükümetinden talepleri var, Suriye hükümetinin Abraham Anlaşmaları’na katılmasını talep ediyor, Suriye hükümeti buna hazır mı?
Mevcut ilişkimiz çerçevesinde Amerikan hükümetinin Suriye hükümetinden bu yönde bir “talebi” bulunmuyor. Suriye ve ABD arasındaki ortaklık, doğası gereği iki ülkenin birlikte çalışmasını gerektiren ortak meseleleri içerir. Herhangi bir konuyu “talep” çerçevesine oturtmak, daha çok medyanın yarattığı bir atmosferdir. Gerçekte ise ortada bir talep değil, Suriye ve ABD’nin birlikte yürüttüğü ortak çıkarlar var. Bu çıkarların başında da bölgesel istikrar geliyor.
Bugün Suriye, İran destekli milislerin bölgeden çıkarılmasının ardından, bu milislerin ve Hizbullah’ın geri dönmesini engelleyen temel bir settir. Onların varlığının getirdiği istikrarsızlık ve yıkımın önündeki en büyük engeldir. Bu konu, hem ABD’nin hem de bizim bölgedeki önceliklerimizdendir. Sayın Dışişleri Bakanımızın ve Sayın Cumhurbaşkanımızın da çeşitli görüşmelerde ifade ettiği gibi, biz bölgede bir tehdit unsuru değil, bir birleştirici köprü olmak istiyoruz.
Elbette bölgedeki ilişkilerimizi nasıl yöneteceğimiz sadece bize değil, karşı tarafa da bağlıdır. Bu nedenle, ister ortaklıklar kurmak ister gerilimi azaltmak olsun, biz bugün tüm dünyaya ve bölgedeki tüm aktörlere kapılarımızı açmış durumdayız. Çünkü kalıcı bir ortaklığın iki taraflı çaba gerektirdiğine inanıyoruz.
Sayın İdlibi, Suriye hükümeti yetkilileri ile İsrailli yetkililer arasında Amerikan himayesinde görüşmeler olduğuna dair söylentiler vardı. Bu görüşmeler gerçekleşti mi?
İsrail, ülkenin özgürleşmesinden bu yana Suriye’de önemli bir aktör. İlk günden itibaren Suriye’nin askeri noktalarına 700’den fazla saldırı düzenlediğini gördük. Genel olarak Suriye halkına, özel olarak da hükümetimize yönelik çok sayıda hasmane mesajına tanık olduk. İsrail’in son eylemleri arasında Şam’daki Savunma Bakanlığı’na yönelik saldırıları ve iki hafta önce Süveyda vilayetindeki İçişleri Bakanlığı güçlerine düzenlediği bombardıman yer alıyor. Dolayısıyla, İsrail’in Suriye’ye yönelik bu düşmanca politikaları ve eylemleri nedeniyle ortada ciddi bir sorun olduğu açıktır.
Biz, her sorunun çözümü için temelde iki yol olduğuna inanıyoruz: savaş ya da siyaset. Suriye halkı son 14 yılda yeterince savaş gördü. Artık bu savaş defterini kapatmamız ve halkımızı daha fazla çatışmanın yükünden kurtarmamız gerektiğine inanıyorum. Bu nedenle tüm bu sorunları siyasi çerçevede çözmeye kesinlikle açığız. Bu doğrultuda, bölgede istikrarı sağlamak ve İsrail’in saldırganlığını durdurmak amacıyla gerilimi azaltmaya yönelik görüşmeler yapıldı. Çünkü Suriye’deki istikrarsızlıktan sadece Suriyeliler değil, bütün bölge kaybeder. Bu görüşmelerin bir diğer amacı da İsrail’in Suriye’nin iç işlerine karışmasını önlemek ve Suriyelilerin kendi sorunlarını kendilerinin çözmesine olanak tanımaktı.
Amerikan Kongresi’nden bahsedersek, geçen hafta tüm yaptırımların, özellikle de Suriye üzerindeki Sezar yaptırımlarının kaldırılması yönünde oy kullanmadı ve bu yaptırımların kaldırılması için şartlar ve aşamalar getirdi. Bunu bekliyor muydunuz?
Aslında geçen hafta yaşananlar tam bir Kongre oylaması değildi. Olan şuydu: Temsilciler Meclisi Mali Komitesi’ne bir yasa tasarısı sunuldu ve bu tasarı komiteden geçti. Ancak bu hala bir tasarıdır. Buradan Temsilciler Meclisi Silahlı Kuvvetler Komitesi’ne, ardından Meclis’e sunulması ve son olarak da Senato’ya gitmesi gerekiyor. Yani Kongre’nin tamamını kapsayan bir karar henüz yok. Ancak Mali Komite’de belirgin bir hareketlilik olduğu ve bu hareketliliğin arkasında İsrail ve İsrail yanlısı lobi gruplarının son haftalarda yoğun bir şekilde çalıştığı açıktır.
Dolayısıyla bu karar tasarısı, İsrail’in Washington’daki çabalarının ve bu yöndeki baskısının bir yansımasıdır. Belirttiğim gibi, süreç henüz ilk aşamalarında olduğu için Amerikan halkının bu yasayla ilgili son sözünü söylediğini düşünmüyorum.
Peki böyle bir şeyi bekliyor muyduk? Doğrusunu söylemek gerekirse, İsrail’in bu konudaki planlamasının ve çabalarının bu boyutta olmasını beklemiyorduk. Özellikle İsrail’in önce güney Suriye’de, ardından Washington’da kendi araçlarıyla neler yaptığına bakınca bu durum daha net anlaşıldı. Ancak tekrar ediyorum, bu durum Amerikan halkının genel eğilimini yansıtmak zorunda değil. Sanırım bu konuda son sözü, Riyad’daki Yatırım Konferansı’nda Suriye’ye yönelik Amerikan politikasını net bir şekilde ortaya koyan Başkan Trump söyleyecektir. Başkan Trump bu politikayı değiştirmediği sürece, ki aksine yönetimden bu politikaya tam destek mesajları görüyoruz, izlenecek yolun ve Amerikan halkının duruşunun net olduğuna inanıyorum.
Sayın İdlibi, yaptırımların kaldırılmaması ile Süveyda’da yaşanan olaylar arasında bir bağlantı kuruyor musunuz?
Yaptırımların kaldırılması süreci zaten devam ediyor. Geçen ay Başkan Trump’ın başkanlık kararnameleriyle uygulanan tüm yaptırımları kaldırdığını gördük. Geriye kalan yaptırımların kaldırılması ise yasal ve siyasi bir süreç gerektiriyor ve bu da doğası gereği zaman alıyor. Örneğin, Suriye’nin 1979’da dahil edildiği “teröre destek veren devletler” listesinden çıkarılması, Başkan’ın Kongre’ye bu yönde bir niyet beyanında bulunmasından sonra bile en az altı aylık bir süreç gerektirir. Sezar Yasası’nın kaldırılması da hem Cumhuriyetçi Parti içinde hem de Demokratlarla yapılacak müzakereler nedeniyle belli bir zaman alacaktır. Dolayısıyla bugün yaptırımların tamamen kaldırılmasının önündeki iki temel engel bu yasalardır.
Sürecin doğal bir işleyişi var. Ancak Süveyda’da yaşanan üzücü olaylar, bu olaylar etrafında yaratılan medya dezenformasyonu ve özellikle İsrail tarafının bu olayları siyasi amaçlarla kullanması, yaptırımların kaldırılması sürecini bir miktar yavaşlatmış olabilir. Fakat sürecin yönünü tamamen değiştireceğini düşünmüyorum.
Suriye’nin iç gündemine, özellikle Süveyda ve öncesinde Sahil bölgesinde yaşananlara gelirsek, Suriye hükümeti bu iki krizle başa çıkmakta zorlandı mı? Benzer olayların Kürt bölgelerinde de yaşanmasına yönelik bir tehlike veya endişe var mı?
Konuya genel olarak sahil kentlerdeki durum veya ülkenin özgürleşme sürecinden başlayalım. Özgürleşme sonrası sağlanan istikrar, öncelikle hükümetin çabalarıyla, ama aynı zamanda tüm Suriyelilerin “Suriye’yi bir bütün olarak koruyacak tek yol budur” şeklindeki ortak mutabakatı sayesinde mümkün oldu. Bu toplumsal mutabakat, doğası gereği hassastır. Çünkü ayakta kalması, henüz çok yeni olan devletin veya hükümetin tek başına gücüne bağlı değildir. Toplumsal mutabakat, yolun doğru kalabilmesi için her bireyin ve her grubun bu sürece bağlı kalmasını gerektirir.
Sahil’de yaşanan sorun, bu mutabakatın ihlal edilmesiydi. Esad rejimine bağlı bir grup, güvenlik güçlerine pusu kurup çok sayıda kişiyi öldürdüğünde ve bu eylemi, kendi lanse ettikleri şekliyle bir “darbe girişimi” olarak çerçevelediğinde, toplumun önemli bir kesimi bunu toplumsal mutabakata bir ihanet ve saati geri alma çabası olarak gördü. Bu durum, hiçbir hükümetin tek başına kontrol altına alamayacağı kadar büyük bir tepkiye yol açtı. Suriye hükümetinin o ilk günlerde büyük çaba gösterdiğini düşünüyorum. Hükümet, bu rejim artıklarını temizlemek için Sahil’e giden ve orada ihlallerde bulunan bazı güçleri bölgeden çıkarmak için büyük bir mücadele verdi ve bu sırada hem Savunma hem de İçişleri Bakanlığı’na bağlı birliklerden kayıplar yaşandı.
İç savaş sonrası süreçlere baktığımızda, bu tür toplumsal mutabakat ihlalleri nedeniyle ülkelerin yaklaşık yüzde 90’ının aylar içinde yeniden iç savaşa sürüklendiğini görüyoruz. Suriye’nin bugünkü durumunu bu vakalarla kıyasladığımızda, pek çoğundan çok daha iyi bir konumda olduğumuzu söyleyebilirim. Bu da, tekrar ediyorum, sadece hükümetin değil, aynı zamanda Suriye halkının birliği ve dayanışması sayesindedir.
Şimdi Süveyda’da yaşananlara gelelim. Orada olanlar, doğası gereği Sahil’de yaşananlara benziyordu. Esad rejimine bağlı, ülkenin özgürleşmesinden bu yana Süveyda’da bulunan ve hiçbir anlaşmaya uymayan bir grup vardı. Bu grup, Captagon ağları, uyuşturucu ticareti ve rejimin daha 2023’te Süveyda’daki gösterileri bastırmak için kurduğu hırsızlık şebekeleri aracılığıyla faaliyetlerini sürdürüyordu. Bugün Süveyda’daki bu ağlar, Luay el-Ali ve Ali Memlük gibi istihbarat şeflerinin bölgeyi karıştırmak için kurduğu ağların ta kendisidir. Sorun şuydu ki, bu gruplar Esad rejiminin koruması kalkınca, Sahil’de olduğu gibi, kendilerine mezhepsel bir kılıf bulmaya çalıştılar ve Bedevilerle yaşanan çatışmalar sonucunda gördüğümüz kanlı olaylara yol açtılar.
Bugün asıl soru şu: Devlet, mevcut kaynakları ve yaşıyla bu tür kanlı olayları durdurabilecek bir güç olabilir mi? Hükümetin yapmaya çalıştığı tam olarak buydu. Olaylar kontrolden çıkmadan müdahale etmeye çalıştı. Süveyda’daki toplum liderlerine ilk günden itibaren mesajımız netti: “Gelin birlikte çalışalım, bu olayların büyümesini ve Sahil’deki gibi bir felaketin tekrarlanmasını önleyelim, topluma yanlış sinyaller vermeyelim.” Şeyh el-Hanavi, Şeyh el-Carbu ve el-Balaus hareketi ile Süleyman Abudlbaki de dahil birçok yerel fraksiyon lideriyle bu konuda önemli bir işbirliği sağlandı.
Ancak özellikle Şeyh el-Hicri’ye yakın bir grup, vilayette bu askeri duruma son verilmesi yönündeki devlet seçeneği etrafında oluşan birliktelikten rahatsız oldu ve İsrail’i devreye soktu.
İsrail müdahalesinin ilk saatlerinde Süveyda şehir merkezinde ordu gücü bulunmuyordu. Hükümet, olası çatışmaları ve sivil kayıpları önlemek için orduyu geri çekmiş, yerine iç güvenlik güçlerini konuşlandırmıştı. Ancak el-Hicri’ye bağlı gruplar İsrail’i çağırdı ve İsrail sadece şehirdeki güvenlik güçlerini değil, vilayetin çevresindeki güvenlik noktalarını da vurdu. Bu saldırı, Süveyda’yı tamamen savunmasız bıraktı. Sadece Bedevi aşiretlerinin saldırılarına değil, aynı zamanda çölden sızan IŞİD gruplarının faaliyetlerine de açık hale getirdi. Süveyda’nın sınırlarının yüzde 70’i çöldür ve bu sınırlar, ciddi bir askeri varlık olmadan kontrol edilemez. İli koruyan bu güvenlik varlığı İsrail tarafından hedef alınınca, hükümetin vilayeti etkin bir şekilde koruma kabiliyeti ortadan kalktı. Sanırım İsrail’in başından beri istediği de buydu. Amacı Dürzileri korumak değil, Suriyeliler arasında bu tür bir iç çatışma yaratmaktı.
Kürt toplumuna gelirsek, bir endişe durumu var mı? Elbette, olayların detayını bilmeyen sıradan bir insanın “Alevilere ve Dürzilere olanlara bakın, bizim de endişelenmemiz normal” demesi doğaldır. Bu endişeyi anlıyorum. Ancak hükümetin duruşu başından beri netti ve hala nettir: Herkese elimizi uzatıyor ve “Gelin sorunlarımızı siyasi yollarla çözelim, dış aktörleri bu denkleme dahil etmeyelim” diyoruz. Bugün de söylediğimiz budur. Müzakere masasına oturalım ve siyasi bir çözüm için çalışalım.
Ben de bir Kürt olarak şunu söyleyebilirim: Suriye’de Kürtlerin eşsiz bir geçmişi var. Kürtler bu topraklara yeni gelmedi, yüzlerce, hatta binlerce yıldır buradalar. Suriye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana Kürt kökenli üç devlet başkanı veya başbakan görev yaptı. Bu ortak geçmişten ders çıkararak, kişisel veya grupsal çıkarları değil, Kürt halkının ve toplumunun genel çıkarlarını önceliklendirmeliyiz.
Bu konuyu biraz daha derinleştirelim. 10 Mart’ta Suriye yönetimi ile DSG Gelen Komutanı arasında sekiz maddelik bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşmanın ardından Suriye hükümeti ile DSG’den bir heyetin Paris’te Fransa ve ABD’nin katılımıyla bir araya gelmesi bekleniyordu. Bu görüşme neden ertelendi?
Paris görüşmesinin ertelenmesi tamamen teknik bir sebepten kaynaklandı. Görüşme son anda ayarlanmıştı, davetler toplantıdan sadece birkaç gün önce gönderildi ve hazırlıklar Süveyda olaylarının gölgesinde, arabulucular tarafından büyük ölçüde tek taraflı yürütüldü. Dolayısıyla ertelemenin temel nedeni, hem Süveyda’daki krize odaklanmamız hem de görüşme için yeterli hazırlık zamanının olmamasıydı. Ancak daha önce de ilan edildiği gibi, anlaşmanın uygulanması konusundaki müzakereleri tamamlamak üzere Suriye hükümeti ve DSG heyetleri yakında Paris’te yeniden bir araya gelecek.
Bu toplantı için belirli bir tarih belirlendi mi?
Prensipte, yakında açıklanacak belirli bir tarih belirlendi.
Şimdi açıklayamaz mıyız?
Yakında duyacaksınız.
Kürt meselesiyle ilgili olarak, Kürtler kendi aralarında anlaştılar ve Kamışlo’da bir konferans düzenlediler, talepleri vardı ve ademi merkeziyetçilik talep ettiler. Suriye hükümeti her türlü ademi merkeziyetçiliği reddediyor mu?
Kesinlikle hayır. Ancak burada iki önemli nokta var. Birincisi, Kamışlo’daki toplantıya katılan partilerin tüm Kürt toplumunu temsil edip etmediği sorusudur. Bence bu sorunun cevabını Kürtlerin kendisi vermelidir. Bir Suriyeli Kürt olarak, o partilerin çoğunun beni temsil ettiğini düşünmüyorum. Özellikle Hama, Lazkiye, Halep ve Şam gibi, Suriye’deki Kürt nüfusun çoğunluğunu oluşturan toplulukların bu partilerde bir karşılığı veya temsiliyeti yoktur.
Bu konuyu bir kenara bırakırsak, ademi merkeziyetçilik meselesine gelelim. Suriye hükümetinin yerel yönetimlere yaklaşımı zaten büyük ölçüde “idari ademi merkeziyetçilik” ilkesine dayanmaktadır. Dolayısıyla idari ademi merkeziyetçilik konusunda bir anlaşmazlık olduğunu düşünmüyorum. Suriye’deki merkeziyetçilik sorunu yasalardan değil, siyasetten kaynaklanıyordu. Esad rejimi, totaliter bir diktatörlük olarak tüm ipleri elinde tutmak istediği için, yasalarda var olan ademi merkeziyetçi hükümleri uygulamak istemedi.
Biz ise bugün diyoruz ki: Biz Esad rejimi değiliz, Baas Partisi değiliz, Arap milliyetçisi de değiliz. Biz, tüm Suriyelileri kucaklayan ulusal bir Suriye perspektifiyle hareket ediyoruz. Dolayısıyla Esad rejiminin siyasi zihniyetinin yarattığı sorunları, yeni yasal çerçeveler icat ederek değil, yine siyaset yoluyla çözmeliyiz. Örneğin, 107 sayılı Yerel Yönetimler Yasası zaten idari ademi merkeziyetçilik için geniş yetkiler tanımaktadır.
Bir Kürt olarak devlet içinde temsilimi nasıl görürüm? Çocuklarımı okula gönderdiğimde Arapçanın yanında Kürtçe de öğrenebiliyorlarsa, bu benim için bir temsildir. Bir Kürt kültür merkezi açabiliyorsam, bu bir temsildir. Bir Kürt köyünde resmi tabelalarda Kürtçe de kullanılıyorsa, bu bir temsildir. Resmi bir kuruma gittiğimde, Arapçam zayıfsa ve bana Kürtçe yardım edebilecek bir görevli varsa, bu da bir temsildir. Sıradan bir Kürt vatandaşının asıl talepleri bunlardır. Hükümet olarak bizim de Kürt meselesine ve aslında tüm Suriyelilere yaklaşımımızın temeli budur. Herkesin kendi kültürünü yerel toplumu içinde yaşayabilmesi ve temsil edildiğini hissetmesi, zaten müzakere konusu bile olmaması gereken doğal bir haktır.
Sayın İdlibi. Demokratik Suriye Güçleri’ne gelirsek, komutanları birçok röportajda Suriye’nin savunma sisteminin veya İçişleri Bakanlığı’nın bir parçası olabileceklerini, yaklaşık 100 bin savaşçının Savunma Bakanlığı bünyesine entegre edilebileceğini söylediler. Ancak bir şartları var: Mevcut askeri yapılarını koruyarak katılmak istiyorlar. ABD’nin bu konudaki görüşü nedir?
Bence burada ABD’nin görüşünden önce Suriyelilerin görüşü önemlidir. Ancak şunu söyleyebilirim ki, hem Suriye hükümeti hem de ABD yönetimi şu temel ilke üzerinde hemfikirdir: Ordu içinde ordu, devlet içinde devlet olmaz. Bu modeli daha önce Lübnan’da Hizbullah, Irak’ta Heşdi Şabi ile gördük. Ordu içinde ayrı bir ordunun varlığı, sağlıklı ve istikrarlı bir devlet yaratmaz; aksine, sürekli fitne ve istikrarsızlığa yol açar.
Bizim önerimiz nettir: Devletin tüm kurumlarında herkese yer var. Bugün Suriye ordusu, ülkeyi özgürleştiren farklı grupların bir ittifakıyla kuruldu. Bu ittifakı kuran gruplar bile ordu içinde ayrı bir blok oluşturmadı. Başından beri bu ilkeyle hareket ettiğimize göre, ordu içinde özerk gruplar oluşturulmasını kabul edemeyiz. Buradaki asıl mesele şudur: DSG’nin sahip olduğu tecrübelerden nasıl faydalanabiliriz ve aynı zamanda orduların üzerine kurulması gereken sağlıklı yapıyı nasıl oluşturabiliriz? Bu sağlıklı yapının tek yolu, DSG’nin Suriye ordusuna tam entegrasyonudur.
Bu ne demek? General Mazlum Abdi, DSG’nin son yıllarda önemli tecrübeler kazandığını söylüyor ve buna katılıyorum. Biz de diyoruz ki: Gelin bu tecrübelerden ordunun tamamında faydalanalım. Neden bu değerli birikimi tek bir tümenle sınırlayalım ki? Devletin bu tecrübeden tam olarak yararlanabilmesi için, uzmanlıklara göre tüm birimlere dağıtılması gerekir. Bu sayede hem devlet Kürt savaşçıların birikiminden faydalanmış olur, hem de gelecekte, Allah korusun, diğer ülkelerde gördüğümüz gibi bir “ordu içinde ordu” modelinin yaratacağı istikrarsızlıktan kaçınmış oluruz.
Irak Kürdistan Bölgesi’nde somut bir örnek var. Peşmerge güçleri Irak savunma sisteminin bir parçası ama Savunma Bakanlığı’na bağlı değil, Kürdistan Bölgesi’ndeki bağımsız bir bakanlık tarafından yönetiliyor. Bu model Suriye’de uygulanamaz mı?
Biz başkalarının hem başarılı hem de başarısız deneyimlerinden öğrenmeye her zaman açığız. Bu çok önemli. Ancak nihayetinde, Suriye’nin toplumsal yapısı, kültürü ve bileşenlerinin tarihsel ilişkileri, diğer ülkelerdeki deneyimlerden çok farklıdır. Bu nedenle, diğer deneyimleri anlarız ama kendi özgün gerçekliğimiz üzerine bir yapı kurmalıyız. Son sekiz ayda, eksikliklerine rağmen, fraksiyonel bir yapıdan ulusal bir ordu kurumuna geçiş konusunda nispeten başarılı bir deneyim yaşadık. Bu deneyim henüz mükemmel değil, geliştirilmesi gerekiyor. Ancak amacımız, Suriye’yi yeniden bölünme ve parçalanma tehlikesinden korurken, kuzey ve doğu Suriye’deki askeri gruplar da dahil olmak üzere tüm Suriyelilerin kazandığı tecrübelerden en üst düzeyde faydalanmaktır.
Kuzey ve Doğu Suriye’de bir Özerk Yönetim ve ona bağlı güvenlik ve hizmet kurumları var. Suriye hükümeti bu Özerk Yönetimi tamamen sonlandırıp, yerine kendi şartlarıyla sınırlı yetkilere sahip bir idari ademi merkeziyetçilik mi getirmek istiyor?
İdari ademi merkeziyetçilik, yerel halkın kendi günlük yaşamını ve hizmetlerini yönetmesi demektir. Özerk Yönetim’in devamı konusuna gelince, biz kurumsal yapının tek olması gerektiğine inanıyoruz. Önemli olan modeller değil, o kurumlarda görev yapan tecrübeli insanlardır. Bir devletin birden fazla kurumsal modeli olamaz; tek bir model olmalıdır. Ancak o modellerde tecrübe kazanmış kişiler, bu tek yapı içinde görevlerine devam edebilirler.
Yani Özerk Yönetim’in entegrasyonu, pratikte şu anlama gelir: Su işlerini yöneten insanlar, yine o bölgenin su işlerini yönetmeye devam edebilir. Nüfus idaresinde çalışanlar, Suriye devleti şemsiyesi altında aynı görevlerini sürdürebilirler. Dolayısıyla bu, aslında çok pürüzsüz bir geçiş sürecidir. Kimse memurların işten çıkarılmasından bahsetmiyor. Bu, Şam’da bile olmadı, neden kuzeydoğu Suriye’de olsun ki? Pratikte değişecek olan tek şey, kurumların bağlı olduğu yasal çerçevedir. Yoksa kurumların kendisi, personeli ve yönetim şekli büyük ölçüde aynı kalacaktır. Sonuçta, hangi renk üniformayı giyerseniz giyin, insanlara sunduğunuz hizmet aynıdır.
Peki o zaman Kürtler ile Suriye hükümeti arasındaki temel anlaşmazlık noktaları nelerdir?
Bir Kürt olarak şahsi görüşüm, Kürtler ile Suriye hükümeti arasında temel bir anlaşmazlık olmadığı yönünde. Belki de sorun, Demokratik Suriye Güçleri ile Suriye hükümeti arasında henüz tam bir görüş birliğinin sağlanamamış olmasıdır. Şu an konuştuğumuz ve umduğumuz şey, General Mazlum Abdi ile Cumhurbaşkanı Ahmed el-Şara arasında imzalanan Mart Anlaşması’nın hayata geçirilmesi için pratik bir yol haritası oluşturmak ve süreci hızlandırmaktır. Farklı koşullar ve güven artırıcı mekanizmaların eksikliği nedeniyle, bu anlaşmanın uygulanması için bugüne kadar yeterince kararlı adımlar atılamadı.
Umudumuz, öncelikle anlaşmanın uygulanması konusunda güven inşa edecek olumlu adımların atılmasıdır. Böylece yanlış anlaşılmalara yer kalmaz ve ne kuzeydoğu Suriye’de ne de başka bir bölgede istikrarı bozacak bir faktör ortaya çıkmaz. Ardından, anlaşmanın uygulanması için net bir takvime sahip, gerçekçi bir eylem planı oluşturulmalıdır. Amacımız, tüm bu anlaşmazlık sayfalarını kapatarak, kuzeydoğu Suriye de dahil olmak üzere ülkenin tamamının yatırıma, kalkınmaya ve istihdam yaratmaya odaklanmasını sağlamaktır. İster Kürt ister Arap ister Türkmen olsun, tüm Suriyelilerin nihai isteği budur.
Editör: N. Cingirt
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
ulvi yücel
Tarafın ve Ahmet Altanın Erdoğan düşmanlığı sinsice devam ediyor. İlk önce demokrasi mi barış mı öncelikli yapay tartışmasıyla gazetedeki ayrıksı otlar (ki yazar kadrosunun yarısı idi) temizlendi, ardından yeni dizayn edilen yapısıyla Erdoğanın diktatörlüğü işlendi, şimdi de alttan alta okuyucunun bilinç altına bilinçli müdahaleler. Gazetecilik herhalde taraf tutmak demek. büyük bir afferin tarafa...