
Yarın başlayacak yeni yasama yılı öncesinde Meclis'in etkisizleşen konumunu KARAR için yazan Bağımsız İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, TBMM'nin kendi varlık sebebinin iyice anlamsız kalması tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu belirtti. Son yıllardaki yasama dönemlerinin Meclis’in kurucu misyonundan ne denli uzaklaştığını ortaya koyduğunu da ifade etti.
Türkiye Büyük Millet Meclisi yarın yeni yasama yılına giriyor. Tarihsel olarak, millet iradesinin tecelligâhı ve demokratik kültürün olmazsa olmazı olan bu kurum, bugün yeni bir yılın eşiğinde, kendi varlık sebebinin iyice anlamsız kalması tehlikesi ile karşı karşıya.
Ne var ki son yıllarda her geçen yasama yılı, Meclis’i kurucu misyonundan ne denli uzaklaştığını bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Nitelikli kanun yapma, yürütmeyi siyaseten denetleme, bütçe hakkını kullanma gibi asli fonksiyonlarında Meclis’in her geçen yıl biraz daha gerilediği açıkça görülüyor.
Bugün geldiğimiz noktada, Meclis, toplumsal sorunların özgürce tartışıldığı, en doğru olanın arandığı, uzlaşma kültürünün egemen olduğu bir kurum olmaktan çok uzaktır. Anayasa’nın üstünlüğü ve kuvvetler ayrılığı alenen reddediliyor. Cumhurbaşkanını yürütme, yasama ve yargının merkezine yerleşmiş vaziyette. TBMM ise halkın iradesini temsil eden bir yasama organı olmaktan çok, yürütmenin kararlarını onaylayan bir katiplik makamına indirgenmiştir.
Bu tablo, Türkiye’yi yalnızca anayasal devlet vasfından değil, kanun devleti vasfından dahi uzaklaştırmıştır. Çünkü kanun devleti asgari olarak, yürütmenin kurallara uyması anlamına gelir. Oysa bugün yürütme, Meclis’i hiçe sayarak kararname ve Meclis’e hazır paket olarak gelen kanunlarla ülkeyi yönetmekte, yargı üzerinde doğrudan belirleyici olmaktadır.
Yeni yasama yılı, işte bu otoriterliğin ve her alana sinmiş vasatlığın gölgesinde açılıyor. Kürsüde demokrasi ve birlik mesajları, resepsiyondaki görkem, protokol fotoğrafları bu hakikati perdeleyemez. Mesele, Meclis’in açılıp açılmaması değil; Meclis’in gerçekten işlevini icra edip etmediği, milletin iradesini ne ölçüde yansıtabildiği, demokrasinin kurum ve kurallarıyla yaşayıp yaşayamadığıdır.
Ne yazık ki tablo ortada…
YASAMA KÜLTÜRÜNÜN TAHRİBATI
Bir parlamentonun varlık sebebi, toplumun ortak ihtiyaçlarına cevap veren, öngörülebilir, şeffaf ve adil kurallar üretmektir. Bu misyon, teknik bir düzenleme faaliyetinin ötesinde milletin iradesinin hukuka tercüme edilmesi, demokratik meşruiyetin ete kemiğe bürünmesi demektir. Ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yasama süreci, uzun süredir bu idealin çok uzağına düşmüş, usul ve esas bakımından ağır bir tahribata uğramış durumdadır.
Bu tahribatın en görünür tezahürü, torba kanun tekniğinin istisnai olmaktan çıkarılıp kural haline gelmesidir. Geçtiğimiz yasama yılında kabul edilen 32 kanunun 9’u uluslararası anlaşmalar ve bütçe ile ilgilidir; geri kalan 23 kanunun 19’u ise torba kanun şeklinde düzenlenmiştir. Yani Meclis’te üretilen yasaların dörtte üçünden fazlası, birbirinden tamamen farklı konuları tek metinde toplayan, milletvekillerine de kamuoyuna da gerçek anlamda müzakere imkânı tanımayan paketlerdir.
Torba kanun, özünde parlamentoyu işlevsizleştiren bir tekniktir. Bu torba kanunlarla onlarca farklı kanunda yüzlerce değişiklik yapılmış, toplumun hayatını doğrudan etkileyen düzenlemeler, milletvekillerine sağlıklı müzakere imkânı verilmeden ve dolayısıyla kanunlar nitelikli bir hale getirilmeden meclisten geçirilmiştir. Birden çok alanda değişiklik öngören düzenlemeler, ilgili ihtisas komisyonlarında etraflıca değerlendirilmeden, salt çoğunluğun gücüne dayanılarak aşırı süratle ve kalitesiz bir şekilde kanunlaştırılmaktadır.
Oysa bir kanun teklifinin demokratik meşruiyeti, ihtisas komisyonlarında detaylı incelemeden geçmesine, ilgili tarafların görüşlerinin alınmasına ve Genel Kurul’da çoğulcu ve nitelikli bir müzakereye açılmasına bağlıdır. Türkiye’de ise bu süreç tersine çevrilmiştir: Yasamanın temel mantığına aykırı olarak milletvekilleri tarafından hazırlanmayan ve hatta içerikleri milletvekillerinin büyük çoğunluğu tarafından bilinmeden torba kanunlarla meclisten geçirilmekte, Meclis, irade koyan değil, yürütmeden gelen metinleri tescilleyen bir makama indirgenmiştir.
Bu durumun çarpıcı örneklerinden biri, geçtiğimiz yasama yılında kabul edilen ve Diyanet’e “uygun görmediği dini yayınları toplatma ve internetten kaldırma yetkisi” veren düzenleme, Meclis’in nasıl çalıştığını, yasama kültürünün nasıl yok edildiğini gösteren çok çarpıcı bir örnektir. İktidar partisinden birçok milletvekili, o maddenin torba kanunun içinde yer aldığından dahi habersiz olmasına karşın, grup disiplini içinde verdiği oyla yasa meclisten geçmiştir.
KANUN YAPMA HIZINDA TÜRKİYE’NİN “FARKI”
Bir parlamentonun en asli işlevlerinden olan kanun yapma işlevinin demokratik niteliği, sırf kabul edilen kanunların sayısında değil, hazırlanış sürecinin kalitesinde ortaya çıkmaktadır. Zira kanun yapmak, metin kaleme almaktan ibaret değildir; toplumsal ihtiyaçların bilimsel, hukuki ve toplumsal süzgeçten geçirilerek kalıcı ve öngörülebilir kurallara dönüştürülmesi gerekir. Bu nedenle, demokratik parlamentolarda kanun yapma süreçleri titiz hazırlıkların, komisyon çalışmalarının ve kamuoyu tartışmalarının ürünü olur.
Türkiye’de ise durum tam tersidir. Bir kanunun Meclis’ten geçme süresi ortalama yalnızca 20 gündür. Karşılaştırma yapıldığında, Birleşik Krallık’ta bu süre 294 gün, Fransa’da ise ortalama 305 gün civarındadır. Bu derin fark, Meclis’in kanun yapma işlevinin adeta bir “sürat yarışı”na dönüştürüldüğünü, özensizliğin ve denetimsizliğin kural haline geldiğini göstermektedir.
Bu aceleciliğin yol açtığı nitelik kaybı, somut örneklerle daha da görünür hale gelmektedir. Ülkenin ekolojik geleceği açısından hayati bir düzenleme olan İklim Kanunu Genel Kurul’da yalnızca 19 saat görüşülmüştür. Yine büyük umutlarla ve reform iddialarıyla duyurulan 10. Yargı Paketi, Meclis’e sunulmasından yalnızca altı gün sonra kabul edilmiştir. Böylesi önemli düzenlemelerin demokratik olgunluk, kamuoyu katkısı ve uzman değerlendirmesi sağlanmadan yasalaştırılması, yasama sürecinin niteliğini ciddi biçimde tartışmalı hale getirmektedir.
Üstelik sorun yalnızca yasama sürecinin bu aşırı hızlandırılmış temposu değildir. Bu süreçte muhalefet partileri bütünüyle devre dışı bırakılmıştır. Geçtiğimiz yasama yılında iktidar ve muhalefet partileri toplamda 870 kanun teklifi vermesine rağmen, AK Parti dışındaki partiler tarafından sunulan hiçbir teklif Genel Kurul gündemine dahi alınmamıştır. Kaldı ki, görüşmeleri yapılan kanunlarda da muhalefetin önerileri çoğu zaman dikkate alınmamakta; dikkate alındığında ise bu, bir maddeyi çıkarmak karşılığında diğer maddelerin kabul edilmesi yönünde pazarlıklara indirgenmektedir.
Oysa demokratik bir hukuk devletinde yasamanın meşruiyeti, yalnızca sonuçtan değil, sürecin kendisinden doğar. Kanun yapma süreci; danışma, müzakere, şeffaflık ve çoğulculuk ilkeleriyle şekillenmediğinde, ortaya çıkan “kanun” nitelikli ve sürdürülebilir olamaz.
MECLİS DENETİMİNİN İŞLEVSİZLİĞİ
Bir parlamentonun ikinci asli görevi, yürütmeyi denetlemektir. Zira hesap verebilirlik olmadan demokrasi yalnızca kâğıt üzerinde kalır. Ancak Türkiye’de yasamanın denetim işlevi, yürütmenin hukuku tanımayan tutumu karşısında felce uğramış durumdadır.
Bunun en çarpıcı göstergesi, yazılı soru önergeleridir. Milletvekilleri, halkın bilgi edinme hakkını temsilen bakanlara soru yöneltir; bakanlar ise Anayasa gereği bu soruları 15 gün içinde yanıtlamakla yükümlüdür. Milletvekilleri, 3. Yasama Yılında 17 bin 154 yazılı soru önergesi vermişlerdir. Buna karşın, Anayasa’nın öngördüğü 15 günlük cevap süresi içinde cevaplanan önerge sayısı sadece 1.504’tür. Tam 4 bin 767 yazılı soru önergesi ise hiç cevaplanmamıştır.
Dahası, önergelerin çoğu, milletvekillerinin somut sorularına yanıt vermek yerine, yüzeysel, alakasız, basın bülteni veya mevzuat hatırlatmasından ibaret içeriklerle geçiştirilmektedir. Bu, hem milletvekilinin iradesini hem de kamuoyunun bilgi alma hakkını hiçe saymaktadır.
Bu kural tanımazlığın bir diğer göstergesi, bakanların tavrıdır. Anayasa’nın 98. maddesi yürütmeye Meclis karşısında hesap verme yükümlülüğü yüklerken, en başta İçişleri ve Adalet Bakanları bu hükmü yok saymıştır. İçişleri Bakanı, kendisine yöneltilen 2.323 soru önergesinden sadece 67 tanesini süresinde cevaplamış, 1.153 önergeyi ise hiç cevaplamamışken Adalet Bakanı ise 2.115 soru önergesinden sadece 77 tanesini süresinde cevaplamış, 1.060 önergeyi ise tamamen yanıtsız bırakmıştır.
Yıllardan beri artarak sıradanlaşan bu durum, ülke yönetiminde hesap verme kültürü yerine keyfiliğin ve sorumluluktan kaçışın yerleştiğinin açık göstergesi değil de nedir? Japonya’da Adalet Bakanı Minoru Yanagida’nın, parlamentoda soruları geçiştirici yanıtlar verdiğini itiraf etmesi üzerine oluşan yoğun tepki üzerine istifa etmek zorunda kalması, demokrasinin ne denli ciddi bir ahlak ve kültür meselesi olduğunu bizlere göstermektedir.
Keza bu iki bakan, yani Adalet ve İçişleri Bakanları, Anayasa’ya uymuyorsa, kural tanımazlık anlayışının toplumda yaygınlaşması kaçınılmaz bir sonuçtur.
ZEYTİNLİKLER VE MADEN KANUNU: DOĞANIN YOK SAYILMASI
Yasama sürecindeki aşırı sürat, nitelik kaybı ve çoğulculuğun dışlanması gibi genel sorunları yalnızca teknik bir usul sorunu olarak görmek büyük bir yanılgı olur. Çünkü bu sorunların her biri, milletimizin geleceğini, günlük yaşamını, çevresini ve ekonomisini doğrudan olumsuz olarak etkilemektedir. Söz konusu çarpıklıkların toplumsal hayata nasıl yansıdığını somut biçimde gösterecek örnekler çok.
Bunlardan birisi, geçtiğimiz yasama yılında, zeytinlik alanlarının madencilik faaliyetlerine açılmasını öngören kanun teklifi. Tüm itirazlara rağmen bu düzenleme, iktidar çoğunluğunun oylarıyla yasalaşmıştır. Oysa yürürlükteki 3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı Kanunu, zeytinlik alanlarına üç kilometreden daha yakın mesafede zeytin ağaçlarının gelişimini engelleyecek hiçbir tesisin kurulmasını açıkça yasaklamaktadır. Teklif, bu açık yasa hükmüne, Anayasa Mahkemesi ve Danıştay’ın geçmişte defalarca verdiği iptal kararlarına rağmen çıkarılmıştır. Yargı, defalarca “üstün kamu yararı olmadan zeytinliklere maden izni verilemez” ilkesini vurgulamış olmasına rağmen, iktidar hukukun ve milletin sesini değil, kişisel zenginleşmeye odaklı çıkar gruplarının taleplerini dinlemiştir.
Yasama organının, yüksek yargının kararlarını yok sayan, üstelik kamu yararına aykırı olarak özel çıkarlara hizmet eden bir düzenleme yapması, Meclis’in nasıl “milli irade” adına özel çıkarların hizmetine sokulduğunun bir göstergesidir. Bu durum, kanunların genelliği ve kanun önünde eşitlik ilkelerini de çiğnemektedir.
Benim de imzacısı olduğum Cumhuriyet Halk Partisi tarafından açılan iptal davası, bu düzenlemenin Anayasa’ya aykırılığını ortaya koymak için önemli bir adımdır. Dilerim Anayasa Mahkemesi, geçmiş içtihatlarıyla uyumlu bir şekilde bu hükmü bir an evvel iptal eder ve hem doğaya hem de Anayasanın üstünlüğüne sahip çıkan bir karar verir.
ASIL SORUNUMUZ: ÇOCUKLARIN AÇ OLMASI
Yasama yetkisinin çıkar gruplarına hizmet eden düzenlemeler için kötüye kullanılması, yüksek yargı kararlarının hiçe sayılması ve Meclis’in adeta yürütmenin kâtibi konumuna indirgenmesi, yasamanın kurumsal vicdanını zaten zedelemişti. Fakat bundan çok daha ağır olan bir gerçek var, Meclis, milletin en yakıcı ve en insani sorunları karşısında sorumluluğunu yerine getirememektedir.
Geçtiğimiz yasama yılında tam 114 birleşim yapılmış, yüzlerce saat mesai harcanmıştır. Ancak bu büyük emeğin tek bir damlası dahi, milletin en temel geçim derdine, yani derinleşen yoksulluğa derman olmamıştır. Meclis’in önünde duran onlarca torba kanun görüşülmüş, yüzlerce düzenleme geçirilmiştir. Ama bu çalışmaların arasında, yoksullukla mücadeleye yönelik somut, kapsamlı, sürdürülebilir bir adım bulmak imkansızdır.
Türkiye, bugün OECD ülkeleri arasında kişi başına en düşük milli gelire sahip ülkelerden biridir. Enflasyon ve özellikle gıda enflasyonu, dünyanın en yüksek oranları arasındadır. Gelir dağılımındaki bozulma ve hayat pahalılığı, toplumun büyük bir kesiminin temel yaşam standartlarının daha da kötüleşmesine neden olmuştur.
Türk-İş’in Ağustos 2025 araştırmasına göre, dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 27 bin 111 lira, yoksulluk sınırı ise 88 bin 310 liraya çıkmıştır. TÜİK verilerine göre Türkiye’deki hanelerin yüzde 21,2’si yoksul ve yüzde 31,3’ü kötü ve sağlıksız barınma koşullarında (sızdıran çatı, nemli duvar, ısınma sorunları) hayatını sürdürmektedir.
En büyük kriz ise çocuklarımız üzerindedir. OECD’nin raporuna göre, ülkemizdeki 15 yaşındaki öğrencilerin yüzde 20’si yeterli parası olamadığı için haftada en az bir gün hiç yemek yiyememektedir. Yani her 5 çocuktan 1’i okula aç gitmektedir.
Meclis’in 114 birleşim boyunca bu tabloya kayıtsız kalması, demokrasinin özünü oluşturan temsil sorumluluğunun da açıkça terk edilmesi demektir. Çünkü temsil demek, milletin sesini, derdini, önceliğini siyasetin merkezine taşımak demektir. Eğer Meclis, milletin en yakıcı meselesi olan yoksulluğa sırtını dönüyorsa, millet iradesinin tecelligâhı olma vasfından çok uzaklaşmış demektir.
DEMOKRATİK HUKUK DEVLETİNE DÖNÜŞ ZORUNLULUĞU
Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu temel mesele, yalnızca hangi partinin iktidarda olacağı meselesi değildir; asıl mesele ülkenin tekrar hukuk devleti ve demokrasi kültürü rotasına dönüp dönmeyeceğidir. Zira zaten iktidarın aparatı olmuş yargının yanında Meclis’in otoriterliğin gölgesinde giderek etkisizleşmesi, toplumun tüm kesimlerini doğrudan etkileyen, ekonomik adaletsizlikten sosyal çöküşe kadar uzanan geniş bir krizin kaynağıdır.
Bugün çocukların okula aç gitmesi, milyonların yoksulluk sınırının altında yaşaması, gençlerin umutsuzluğa sürüklenmesi, işçinin emeğinin karşılığını alamaması doğrudan doğruya hukukun üstünlüğüyle ilgilidir. Zira hukukun olmadığı yerde keyfilik hâkim olur; keyfiliğin olduğu yerde kaynaklar adil dağılmaz, yolsuzluk ve israf sıradanlaşır; bunun faturası da ekmek fiyatından kira bedeline kadar hayatın her alanında halka çıkar. Kısacası, ne kadar hukuk varsa o kadar ekmek vardır; ne kadar adalet varsa o kadar refah vardır.
Dolayısıyla önümüzdeki dönemin en acil ihtiyacı, demokratik hukuk devletine dönüşün kurumsal ve kültürel temellerini yeniden inşa etmektir. Bu dönüşüm, yalnızca derin sorunlarımızın tartışılması ve Kürt meselesi, terör sorunu, KHK meselesi gibi sorunların çözüme kavuşturulmasında ibaret değildir; aynı zamanda, eleştiriye açık, çoğulculuğu teşvik eden ve hesap verebilirliği esas alan bir siyasi ahlakın yeniden egemen kılınmasını gerektirir.
Demokrasi, en yalın biçimiyle, yurttaşların yalnızca seçimlerde oy kullanarak değil; gündelik hayatın her alanında denetim, katılım ve özgürlük mekanizmalarıyla güçlendirildiği bir düzendir. Meclis’in işlevsizleşmesi, milletimizin de hak ve özgürlüklerini korumasız bırakmaktadır. Oysa hukukun üstünlüğü, sadece hukukçuların meşgalesi değil, her vatandaşın hayatını doğrudan belirleyen bir güvenlik meselesidir.
Bu noktada sorumluluk yalnızca siyasetçilere değil, topluma da aittir. Hukuk devleti talebi, partiler üstü bir taleptir; zira adalet, ancak bütün vatandaşlar için güvence olduğunda anlamlıdır. Sami Selçuk’un işaret ettiği gibi, demokrasinin biricik güvencesi yine demokrasinin kendisidir. Eleştiri, itiraz ve tartışma yalnızca hak değil, aynı zamanda kamu yararının gerektirdiği bir yurttaşlık ödevidir.
Bosnalı bilge lider Aliya İzzetbegoviç’in şu sözü, bu tarihsel sorumluluğu en özlü biçimde hatırlatmaktadır: “Zor zamanlarda dahi insan olmak ve insan kalmak, Allah’a ve kendimize karşı sorumluluğumuzdur.” Bugün Türkiye için mesele tam da budur.
Yeni yasama yılının açılışı, bu çerçevede bir sınavdır. Meclis ya yeniden halkın gerçek temsilcisi haline gelerek hukuk devletinin taşıyıcısı olacak; ya da yetkilerinin daha fazla yok olmasına seyirci kalarak, hukuksuzluğun ve keyfiliğin toplumsal bedelini daha da ağırlaştıracaktır.
Türkiye’nin geleceği, bu tercih üzerinden şekillenecektir. Ve unutmayalım: hukuk devleti, demokrasi, adalet ve özgürlük demek; demokrasi, adalet ve özgürlük ise ekmek, aş ve insan onuruna yakışır bir yaşam demektir.
*Mustafa Yeneroğlu, Bağımsız İstanbul Milletvekili.
Editör: N. Cingirt
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.