
Kur’an meali gibi doğrudan kutsal metne ilişkin yayınlara keyfî ve geniş yetkilerle müdahale edilmesi, doğrudan tefsir alanına iktidarın el koyması anlamına geliyor. Böylece Kur’an’ın nasıl anlaşılacağına sadece iktidarın onayladığı otoriteler karar verir hâle gelmiş bulunuyor. Bu da dini çoğulculuğun sonunu, devlet eliyle belirlenen bir “resmî İslam” anlayışının tahakkümünü getiriyor
Diyanet İşler Başkanlığı (DİB) insan hakları açısından sorunlu bir kurum. Bu gerçek, İnsan Haklarının Avrupa Mahkemesi (İHAM) tarafından İzzettin Doğan ve diğerleri/Türkiye isimli kararda ortaya kondu. Tarafsız olmadığı tescillenen DİB’in yapısı bu karara rağmen değiştirilmedi. Üstelik mevcut yetkileri de her geçen gün artırılıyor.
Yargı kararlarına uymama şeklindeki pratiğin sayısız örneğinden biri bu.
Ne yazık ki alıştırılıyoruz.
DİB’in yetkileri genişledikçe hak ve özgürlüklere dönük tehdit artıyor. Örneğin geçen hafta Din İşleri Yüksek Kuruluna (Kurul) tanınan yeni yeki yetki açıkça ifade özgürlüğüne dönük bir tehdit getiriyor. Yeni hükme göre Kurul, Kur’an-ı Kerim meali veya tercümesi adıyla yapılan yayınları resen veya talep üzerine inceleyecek ya da incelettirecek. Yapılacak inceleme sonunda “İslam dininin temel nitelikleri açısından sakıncalı olduğu Kurul tarafından tespit edilen” yayınların, Başkanlığın yetkili ve görevli yargı merciine müracaatı üzerine basım ve yayımının durdurulmasına, dağıtılmış olanların toplatılmasına ve imha edilmesine karar verilecek.
Şu bir gerçek: Kur’an, herhangi bir kitap değil. Müslümanların kutsal kitabı. Dolayısıyla inananlar açısından çok özel ve ayrıcalıklı bir yerde. Bu hassas durum, kutsal kitabın istismar edilmesi olasılığına kapı aralıyor. Dolayısıyla bu istismara karşı özel önlemler alınması gayet anlaşılır bir durum. Fakat madalyonun diğer yüzünde, bu hassasiyetin iktidar tarafından kötüye kullanılması olasılığı var. Örneğin hükûmetin hoşlanmadığı yazar veya ekollerin sansürlenmesi, bu yetkinin bir tür cezalandırma yetkisine dönüşmesi, akademik özgürlüğün ölçüsüzce sınırlandırılması, mezhepsel çoğulculuğun baskılanması gibi…
Zaten daha şimdiden, yani daha kanun yürürlüğe girmeden istismarların başladığı haberleri basına düşmeye başladı bile. Haberlere göre Ankara Okulları Yayınevi, tarihsel yorum ekolünden Mustafa Öztürk’ün meallerini yeniden basmak üzere Kültür Bakanlığına bandrol başvurusunda bulunmuş fakat bu talepleri Diyanet’ten gelecek inceleme kararına bağlanarak askıya alınmış. Yani bir bakıma fiili bir ön sansür uygulanmaya başlanmış.
Neyse ki henüz II. Abdülhamid pratiğinde olduğu gibi kitapların yakılmasından bahsedilmiyor…
Anayasa’ya aykırılık
Bu sansür pratiği de yeni Kanun hükmü de Anayasa’ya aykırı. Şöyle ki “İslam dininin temel nitelikleri açısından sakıncalı” olma ölçütü çok geniş. İfade özgürlüğüne veya din ve vicdan özgürlüğüne müdahale niteliğindeki bir kanun hükmünün çok daha ayrıntılı olması gerekir. Sakınca ölçütlerinin bizzat kanunda (yönetmelikte değil) net biçimde düzenlenmesi gerekir.
Bu net biçimde düzenlenmediğinde, konusu suç teşkil etmeyen kimi yayınlar, “milli güvenliğin, kamu düzeninin, genel ahlakın korunması” gibi soyut gerekçelerle yasaklanabilir hâle geliyor. Hâkim güvencesi önemli olsa da takdirin genişliği ve istismara açıklığı sorunu yerinde duruyor.
Politik amaçlar
Bu düzenlemeyi tekil bir sansür hamlesi olarak görmek mümkün değil. Bunun AK Parti’nin uzun süredir yürüttüğü bir stratejinin parçası olduğunu görmek gerek. İktidar, laiklik ilkesini sistematik olarak aşındırırken Diyanet’i hem bir ideolojik aparat hem de bir sansür mekanizması olarak konumlandırıyor.
Şundan emin olmak lazım: Kur’an meali gibi doğrudan kutsal metne ilişkin yayınlara keyfî ve geniş yetkilerle müdahale edilmesi, doğrudan tefsir alanına iktidarın el koyması anlamına geliyor. Böylece Kur’an’ın nasıl anlaşılacağına sadece iktidarın onayladığı otoriteler karar verir hâle gelmiş bulunuyor. Bu da dini çoğulculuğun sonunu, devlet eliyle belirlenen bir “resmî İslam” anlayışının tahakkümünü getiriyor.
Bu “resmî İslam” anlayışı, laik bir nitelik taşısa yani dinsel nötralliği içeren ve istismara karşı bir anlam barındırsaydı bir yere kadar meşru olurdu. Ne var ki somut pratikte DİB’in yetkilerinin sürekli artırılması, siyasal iktidarın alternatif düşünce, eleştirel tefsir ve akademik üretim karşısındaki tahammülsüzlüğünün dinsel alanda da kurumsallaşması anlamı taşıyor. İktidar, elindeki kurumsal araçları muhaliflerini bastırmanın yanı sıra dini alanı tekeline almak, toplumu laikliğe aykırı nitelikteki kendi inanç ve ahlak yorumuna göre şekillendirmek için kullanıyor.
Buna en önce mütedeyyin yurttaşlar karşı çıkmalı.
Anayasa Mahkemesi ise, onlar karşı çıksın veya çıkmasın, çok gecikmeden bu hükmü iptal etmeli. Hatta bu iptal, genel olarak yayın toplatma konusundaki genel keşmekeşe karşı güçlü bir kararla birlikte yayımlanmalı.
Tolga Şirin |
Editör: N. Cingirt
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.