Tüm hakları saklıdır.

En ilkel toplumlardan günümüze kadar her şey rıza üzerine kurulmuş bir konsensüs ve konvansiyon üzerinde yürümüş, o istikamette toplumu huzura kavuşturmuştur. Bugün de demokrasimiz, adına her ne denirse densin dayatmalar ve imtiyazlarla değil, ancak toplumsal rıza ve uzlaşılarla bir yere varacak ve içindeki ayrık otlarını temizleyecektir.
“Yandaşlar mı arıyorsun, sıfırları ara.”
F. NIETZSCHE
Muhalefetin bugünlerde en sık kullandığı kavramlardan biri “düşman hukuku”.
Ortada, artık alışık hâle geldiğimiz dalgalar halindeki operasyonlar var. Henüz biri bitmeden biri geliyor, onu başkaları takip ediyor. Diğer yandan YSK’nın bir üst merciye taşınamayacak kesinleşmiş kararları yeniden dava konusu ediliyor.
Bu, yarın bir başka mahkemenin bir başka kesinleşmiş YSK kararını dava konusu yapması anlamına gelir ki bu da mevcut sistem ve bu sisteme göre alınan bütün kararların tartışmalı hâle gelmesi demek. Bunlar, ucu nereye döneceği belli olmayan çok riskli, demokrasi ve devlet düzenimizi içinden çıkılmayacak noktalara götürebilecek tehlikeli adımlar.
Bugün Türkiye demokrasisi bir yandan, gerekçesi hak arama bile olsa örgütlü biçimde devlete karşı çıkan, masum sivilleri acımasızca öldüren bir cinayet şebekesini tasfiye etmek ve oraya her ne şekilde dâhil olursa olsun, bütün üyelerini affetmek için yasal düzenleme hazırlıklarına girerken; diğer taraftan, toplumun bir başka kesimine, muhalif olan diğer yarısına çok daha farklı bir tutum sergileyebiliyor. Bunlar eşzamanlı olarak devreye sokuluyor ve kimse de bunda bir çelişki görmüyor.
Bu hareketlere muhatap olan muhalefet de haklı olarak bunu “düşman hukuku” diye nitelendiriyor.
Bunu söylerken, adına çözüm süreci veya başka isimler verilen sürece karşı çıktığım veya onunla ilgili lehte veya aleyhte bir şey söylediğim sanılmasın. Yapmak istediğim, sadece konuyu anlamaya çalışmak ve bunun kökenindeki ideolojik temel veya temellere kısa bir atf-ı nazar yapmak.
Bir Zihin Yapısının Anatomisi
Bu konuyu düşünürken, aklıma her nedense üzerinden henüz fazla bir zaman geçmeyen bir söyleşi, Hayrettin Karaman’la yapılan bir söyleşi geldi. Orada Hoca’ya fıkha göre “ötekinin adaleti nasıl olacak” diye bir sual soruluyor.
Hoca, “Ötekinin berikinin adaleti olmaz, adalet, adalettir” diyor.
Ne güzel değil mi, adalet nispî bir değer olarak değil, mutlak bir değer olarak anlaşılıyor. Yani kendinde neden. Ama söyleşi biraz ilerleyince, bunun başka anlamda kullanıldığını anlıyoruz.
Ben çok ayrıntıya girmek istemediğim için sadece söyleşide dikkatimi çeken bazı cümleler üzerinden analiz yapmak istiyorum.
Hoca diyor ki, “İyi de kim bu öteki?
“Mesela, sorudaki öteki kavramına gelelim. Kim bu öteki? Kelime, malum kırmızı. Eskiden, yani asr-ı saadette Biz kavramıyla Müslümanlar, Öteki kavramıyla da kâfirler kastediliyordu. Şimdi iş biraz daha farklı.”
Burada anahtar kavram “Şimdi” zaman zarfı.
Şunu demek istiyor: Pekâlâ Türkiye’deki ötekiler kim? Kime “öteki” veya “öteki arası” diyeceğiz? Bir de öteki arası gruplar var. “Adamın nüfus cüzdanında Müslüman yazıyor. Gerçi, şimdi o da kaldırıldı ya” diyor. Sonra devam ediyor: “Bu adamların tamamı homojen bir grup değil ki hepsi ‘Biz’ olsun.”
Homojen kavramı bu kullanımda bir anda makası değiştiriyor ve başka bir istikamete yöneliyor. Denebilir ki, yurttaşlık kavramı zaten ortak bir homojenlik paydası veriyor. Fakat Hoca ya bu kavramın farkında değil ya da onun içeriğine katılmıyor. Ve bir anda homojenlik kavramı ve içeriği tartışmaya açılarak ona yeni bir içerik veriliyor.
İyi de bu “içerik” anayasal bir konvansiyon, uzlaşı değil, sadece kendi kabulü.
Olsun, onun için önemli olan kafasındaki sabiteler.
Böylece bir anda kendimizi anayasayla güvenceye alınmış bir homojenlik kavramı yerine, birilerinin, hiçbir uzlaşı aramadan keyfî olarak kendi kafalarında kurduğu bir homojenlik kavramının ahkâmıyla muhatap buluyoruz. Oysa Türkiye Cumhuriyeti’ndeki homojenlik kavramı ve yurttaşlık tasarımı, yurttaşlar arasında her tür dinî ve etnik değerden arındırılmış bir homojenlik tasavvuru üzerine kurulmuştur.
Hoca buralarda değil, o başka şeyler söylüyor. Bir anda anayasal yurttaşlık kavramı ve onun bireylere sağladığı anayasal güvenceler falan hepsini bir kenara atarak bambaşka iklimlere açılıyor.
Tartışmaya açtığı ve altını oyduğu kavramlar anayasal yurttaşlık ve ulus kavramları.
Böylece bir anda “Biz” kavramı gri bir alan olup karşımıza çıkıveriyor. Burada Hoca’nın kafasındaki en net kavram “Kırmızılar”, yani gayrimüslimler. Burada Hoca’ya göre sorun yok. Gerçi onlar bile T.C. kanunlarına göre eşit yurttaş statüsünde ama olsun. Onlarla ilgili en azından azınlık statüsü diye bir şey var ve bu alan az çok sınırları belli bir alan.
İyi de Hoca’nın kırımızı tanımına girmeyen ve fakat beyaz da olmayan ara kademedeki öteki arası grupların statüsü ne olacak? Hoca bunları pembe olarak nitelendiriyor. Kim bu pembeler? Hayrettin Karaman’ın “makbul yurttaş” sınıfına girmeyen bu gruplar içinde pembenin çeşitli tonlarıyla karşı karşıya geliyoruz.
Çok müphem, belirsiz bir alan bu.
Fıkh ki belirsizliği asgariye indirmeyi ve rızayı, genel mutabakatı esas alır. Ama bu zamane fakihi “Türkiye’de 80-85 milyon insan yaşıyor” diyor. Sonra da muhatabının tereddüdünü hissederek “Korkma, söyle! Bunların içinde de sayıları milyonlara ulaşan ate ve ateist var” derken işi bambaşka yerlere götürüyor ve belirsizliği had safhaya taşıyor.
“Birine kamuda görev vereceksiniz. Bu durumda fasıka görev vermiyorsanız adaletten sapmış olmazsınız. Adam Kur’an’a inanmıyor. ‘Anayasa var. Ben ona itibar ederim’ diyor. Müftümüz de sen Müslüman değilsin diyor.”
“Bunlardan bir kısmını müftüye götürsek ve müftünün bunlar hakkında söylediği bunları dinden çıkarmıyorsa, bunlara mümin fakat fasık deriz. Bir de açık pembe olanlar var.”
Bu söylem bir anda ortak mutabakat zemini üzerine kurulmuş bir kamusallığı keyfî bir alana taşıyarak, bizatihi kamusallık kavramının kendisini tüketiyor. Üzerine bastığımız zemin çöküyor ve bir anda kendimizi boşlukta hissediyoruz.
Oysa bir tür denge demek olan tartının ölçüsü terazi kelimesi, rıza kökünden gelen bir kavram. Denge demek karşılıklı rızaya dayanan adalet demek. Oysa bu tasavvurda karşımıza hiçbir toplumsal mutabakata ihtiyaç duymayan bir kamusallık ve kamusal irade çıkıyor. Bunun meşruiyet dayanağı nedir diye hiçbir hukuki ve ahlaki kaygı duymadan yapılıyor bu.
Böylece Hoca ve onun gibilerin kafasına uymayan her şey ikinci sınıf muameleye tabi tutuluyor. Bu durumda da ne kadar yetenekli olursa olsun bu kategoriye inenler kamuda ancak ikincil kategorideki görevlerde istihdam edilebilir deniyor. İkinci sınıf muamele bu. Yani “pembe statüsü” ne kadar müsaade ederse kamuda o kadar yetki alabilir ve bir yerlere gelebilirsin.
Anayasa falan, bunlar ne olacak? Bunu dersen, Hoca’ya göre “anayasa-manayasa” dert değil, önemli olan varsa yoksa onun kafasındaki sabiteler.
Ben burada meselenin İslam hukuk literatürü ve tarihsel uygulamada ne gibi şekiller aldığı konusuna girecek değilim. İsteyenler Muzaffer Alam’ın belli bir dönem ve bölgedeki uygulama ve fıkıh gerilimini konu alan Hindistan’da İslam başlıklı kitabına bakarak bu eksikliği bir dereceye kadar giderebilirler. Orada Mâverdî, Nizamulmülk, Berenî ve Şihabeddin el Hemedanî’den (1246-1325) Nasîrûddin Tûsî ve Kabusnâme yazarına kadar uzanan klasik kaynakların devlet idaresine dair teorik tartışmalarıyla bilhassa Babürlüler dönemindeki hükümet uygulamalarının karşılaştırmalı uygulamaları tartışılır.
Ya Şimdi
Bu bakış açısı ve zihniyet tipi iyi anlaşılırsa, bunun bizi çok farklı yerlere götürdüğü de rahatça anlaşılabilir. Türkiye’de son günlerde muhalefetin sıklıkla dile getirdiği “düşman hukuku” kavramı bunu mu kastediyor bilmiyorum, ama Türkiye’de böyle bir damarın olduğu çok açık.
Vakıa, Türkiye’de bu tarz düşünceye sahip olanların küçük bir azınlığa tekabül ettiği söylenebilir. Fakat böyle bile olsa bu azınlık gücünü, iktidar imkânlarını kullanan imtiyazlı bir alandan, kamu gücünden alıyorsa, tahrip olan sadece belli bir düşünce değil, Türk devleti ve Türkiye oluyor.
İşin ilgin tarafı, bu grup hayatı değil, tarihsiz ve felsefesiz bir “özü”, muhayyel bir özü esas alıyor ve bunu da kendi ayrıcalıklarını sürdürmek için siper ederek, yapıp edilen bütün hukuksuz uygulamalara dinî ve ideolojik bir meşruiyet tabanı sağlama yoluna gidiyor.
Hayrettin Karaman da bunlardan biri.
Fakat meseleler kaynağını hayatın gerçeklerinden alan tabii hukukun prensiplerinden değil, kaynağı zihinde başlayıp zihinde biten muhayyel kurgulardan alınarak çözüme kavuşturulamıyor.
En ilkel toplumlardan günümüze kadar her şey rıza üzerine kurulmuş bir konsensüs ve konvansiyon üzerinde yürümüş, o istikamette toplumu huzura kavuşturmuştur. Bugün de demokrasimiz, adına her ne denirse densin dayatmalar ve imtiyazlarla değil, ancak toplumsal rıza ve uzlaşılarla bir yere varacak ve içindeki ayrık otlarını temizleyecektir.
Ben buna inanıyor ve bundan zerre miktar tereddüt etmiyorum.
Sonunda şu veya bu hukuk değil, gerçek hukuk zafere ulaşacak ve bu, lütufla değil, hak edilerek kazanılacaktır.
Ve bu uzak değil, çok yakın.

ABDULKADİR İLGEN
Editör: N. Cingirt
Yazılım: Kod8 | Haber8 Sistemi Versiyon 1.12.17
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.