Terörsüz Türkiye: Türk-Kürt-Arap ittifakı
Terörsüz Türkiye: Türk-Kürt-Arap ittifakı
17.07.202506:16
Haber Merkezi
89

Tarih kitapları 18.yüzyılın başlarında Talkan ve Cürcün’da Kuteybe’nin Türklere yaptığı katliamlardan söz ediyor. Hatta adı geçenin, Türklerden baş getirenlere yüz dirhem dağıttığı, Türklerin kanlarıyla su değirmenlerini çevirmeyi vaat ettiği iddia edilir.

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin TBMM’nin açılış töreninde Halkların Eşitliği ve Demokrasi Partisi sıralarına giderek milletvekilleriyle el sıkışmasıyla başlayan, “Terörsüz Türkiye” süreci 11 Temmuz’da bir grup PKK’lı teröristin silahlarını yakmasıyla yeni bir aşamaya girdi. Bazılarına göre 11 Temmuz’da “Türkiye Yüzyılı”nın kapısı aralandı, kimilerine göre de “Mangal partisi” yapıldı. Akan kanın durmasına sevinmemek için kandan beslenen vampir olmak lazım. Annelerin göz yaşlarının dinmesini, şehit cenazelerinin sona ermesini kim istemez?

“Terörsüz Türkiye” projesi bugüne kadar büyük bir gizlilik içerisinde yürütüldü.30 silahın gözler önünde bir kazanda ateşe verilmesiyle şeffaflık sağlanmış olmuyor. Süreç hakkında bildiğimiz tek bir şey varsa, o da hiçbir bir şey bilmediğimiz olmalı. En büyük tehlike de çoğu kimsenin yaptığı gibi bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak. AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik’in “tarihi” nitelemesiyle büyük beklentiler yaratılan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kızılcahamam kampının açılışında Partililere hitaben yaptığı konuşmadan da “Terörsüz Türkiye” hakkında aydınlatıcı bir bilgi çıkmadı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan daha önce de başka vesilelerle vurguladığı üzere, Kızılcahamam’da da “Terörsüz Türkiye” projesinin bir müzakere, bir pazarlık, bir al ver süreci olmadığını” dile getirdi. Yine de Abdullah Öcalan’ın 25 Şubat’ta Örgütün silah bırakmasına ilişkin yaptığı çağrının yazılı metninde yer almayan ancak, rahmetli Sırrı Süreyya Önder’e dikte ettirdiği söylenen sürecin devam etmesi için öngörülen hukuksal gerekliliklerden neler kastedildiğini hala öğrenebilmiş değiliz.

Kızılcahamam konuşmasında benim en fazla takıldığım, “Bizler, yani Türkler, Kürtler, Araplar İttifak yaptığımızda atlarımızın rüzgarı Çin denizinden Adriyatik’e serin esintiler yaydı” sözleri oldu. Muhalefet çevrelerince Yeni Osmanlıcılık veya ümmetçilik özlemi olarak da yorumlanan Türk-Arap-Kürt İttifakı tarihi gerçeklerle tam olarak uyuşmuyor. Cumhurbaşkanı dostluk ilişkileri bağlamında üçlemeleri pek seviyor. Geçtiğimiz ay da Azerbaycan’da ortak bir noktamız bulunduğunu tahmin etmediğim Pakistan’ı da dahil ederek, Türkiye-Azerbaycan, Pakistan için “tek millet üç devlet” benzetmesi yapmıştı.

Tarihi perspektiften bakıldığında Türk-Arap ittifakından söz etmek çok tartışmalıdır. Selahattin Eyyübi’nin Kudüs’ü fethettiği ordunun bir ittifakla oluşturulduğu, Çanakkale savaşlarında Araplar’ın, Kürtler’in Türkler’le omuz omuza aynı siperlerde savaştıkları doğrudur, ancak tarih aynı zamanda Arapların Türklere yaptığı ihanet ve kıyımları da yazmaktadır. Özellikle Türk-Arap ilişkilerinin tarihi, ittifaktan çok çatışma örnekleriyle doludur.

Türklerin İslamiyet’i kabul etmesinden hemen önce Emevi Arap Devleti’nin hükümdarı Horasan Valisi General Kuteybe’nin azılı bir Türk düşmanı olduğu söylenir. Tarih kitapları 18.yüzyılın başlarında Talkan ve Cürcün’da Kuteybe’nin Türklere yaptığı katliamlardan söz ediyor. Hatta adı geçenin, Türklerden baş getirenlere yüz dirhem dağıttığı, Türklerin kanlarıyla su değirmenlerini çevirmeyi vaat ettiği iddia edilir.

İstanbul’dan Mekke ve Medine’ye yardım ve kıymetli hediyeler taşıyan Surre alaylarını duymuşsunuzdur. Surre alayları aynı zamanda Hacıların topluca ve güvenli bir şekilde Hicaza gitmelerini sağlardı. Bedevi Arapların saldırılarından korunmak için Surre alaylarına silahlı muhafızlar eşlik edermiş. Hem gidişte hem de dönüşte kervanlara saldırmasınlar diye Araplara rüşvet dağıtılırmış. Tarihi kayıtlarda 1757 yılında bir hac kervanının Mekke’den Şam’a dönerken bedevi aşiret mensuplarının saldırısına uğradığı, baskın sonucunda tahminen 20 bin hacının öldürüldüğü belirtiliyor.

I. Dünya Savaşı sırasında 1916 yılının Haziran Ayında Osmanlıya karşı başlatılan ayaklanma bazı tarih kitaplarında “Arap İsyanı”, bazılarında ise “Arapların İhaneti” başlığı altında geçer. Son tahlilde bir bağımsızlık hareketini ihanet olarak nitelendirmek doğru olmayabilir. Ama Osmanlının en zayıf bir döneminde dış güçlerle işbirliği halinde girişilen bu isyan sırasında yaşananlar, Türkler için acı hatıralarla doludur. İsyanının mimarlarından “Arabistan’ın Lawrence’ı” anılarında, Arapların Türklere yaptıklarının kendisinin bile başlangıçta tahayyül etmediği boyutlara ulaştığını, Osmanlı’nın geri çekilmesinden sonra Şam’daki hastanelerde tedavi görmek üzere kalan yaralı Türk askerlerinin karınlarının deşildiğine, ağızlarındaki altın dişlerin söküldüğüne şahit olduğunu yazıyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan Kızılcahamam konuşmasında, Bağdat’ın da, Diyarbakır’ın da Şam’ın da ortak şehirlerimiz olduğundan söz ediyor. Oysa Osmanlı’nın son dönemlerinde Orta-Doğu’da Osmanlı Subayı olarak görev yapan Falih Rıfkı Atay Kudüs’teki anılarını anlattığı “Zeytindağı” kitabında, Kudüs’te kirada oturduğumuzu, Halep’ten bu tarafa geçmeyen şeyin sadece Türk kağıdı değil, ne Türkçe’nin, ne de Türk’ün geçtiğini, Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs’ün de o kadar bizim olmadığını yazmış.
Tarihi bir kenara bırakıp bugünlere bakacak olursak Türkler ve Arapların birbirlerine karşı büyük bir muhabbet beslediklerini sanmıyorum.

22 Arap ülkesinden oluşan Arap Liginden bugüne değin Kıbrıs davamız lehinde tek bir karar çıktığını hatırlamıyorum. Buna karşılık teröre karşı gerçekleştirdiğimiz sınır ötesi harekatlar her defasında Arap Ligi tarafından şiddetle kınanmıştır. Lizbon’da büyükelçi olduğum dönemde, Kudüs İsrail tarafından başkent ilan edildiğinde İslam Konferansı Dönem Başkanı Ülke Temsilcisi sıfatıyla Portekiz Hariciyesi nezdinde girişim yapmak için yanıma Arap Ligi ülkelerinden bir büyükelçi bulmakta hayli zorlandığımı hiç unutmuyorum.

Kürtler değil ama Arapların Türkiye ile aynı ittifak içerisinde olmak isteyeceklerini hiç tahmin etmiyorum. Boş yere kendi kendimize gelin güvey olmayalım.

HASAN GÖĞÜŞ KİMDİR?

1976 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun olan Hasan Göğüş, 1977’de Dışişleri Bakanlığı’na girerek diplomatik kariyerine başlamıştır. Büyükelçi olarak Türkiye’yi pek çok ülkede temsil eden Hasan Göğüş, 2018 yılında Dışişleri Bakanlığı’ndan emekliye ayrılmıştır.


Editör: N. Cingirt
Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.