Çözüm Sürecini Riske Sokan Büyük ve Görünür Engeller
Çözüm Sürecini Riske Sokan Büyük ve Görünür Engeller
13.12.202505:50
Haber Merkezi
83

Sürecin kendisi sahici ve mutlak bir hedef olarak topluma hissettirilmeli. Yoksa “iktidar çekişmelerinin farklı bir uzantısı ve gerektiğinde vazgeçilebilir olduğu” hissini onarmak kolay olmaz.

Yeni çözüm süreci ilk ivmelendiği andan itibaren ayak sürümeler, zaman kayıpları, kazalar, palyatif gibi gözüken konjonktürel-popüler tartışmalarla ilerler görünse de genel bir hissiyat süreci yakından takip edenlerin zihnini kurcalamakta.

Sürecin ağırlığını iç sebeplere dayandıranlar da dış sebeplerde arayıp bulanlar da bazı gerçeklerle yüzleşmek zorunda. Meseleyi sadece iktidar ve Erdoğan’ın Kürt oylarını yeniden seçilme hedefinde yanına alma motivasyonu olarak okuyanlar dış sebepleri inkâr etmekte zorlanmakla birlikte, bu dış sebeplerin ehemmiyetini yeteri kadar kavradıkları söylenemez. 

Aynı durum görünen o ki iktidar için de geçerli. Güçlü bir iç motivasyona bile sahip olsanız, dış ve bölgesel sebepler karşısında “yapıyormuş gibi” görünemez, zamana oynayamaz, faal aktörlerin de sizin gibi hesaplar yaptıklarını yok sayamazsınız. Dış sebepleri baş sebep olarak da görseniz, bunun hakkını vermekte de doğru bir stratejiyle hareket etmeniz gerekmekte.

“Zamana yayma” ya da “ayak sürüme” muhalefette seçim “yatırımı adına oyalama” gibi algılanmakta. Erdoğan’ın konuşmalarına yansıyan “AK Parti-MHP-DEM” üçlemesi, çözümün sacayaklarını 2026, 2027 skalasına taşıma, sandığa yakın dönemlerin pazarlıklarında kullanma hissiyatı oluşturmakta. Geçtiğimiz günlerde Mehmet Şimşek, sosyal yardımlar konusunda 2026’yı “pilot uygulama” dönemi, fiili icraatları da 2027 olarak işaretleyince bu bariz görüntü haklı olarak muhalefet cenahında “seçim yatırımı” olarak nitelendi.

Peki ama bu “sosyal yardım” meselesindeki açıklık ile çözümün kaderini bu basitlikte eşitleyebilir miyiz? Çözüm süreci bu hesabı -varsa eğer- kaldırır mı? 

Sorular şunlar: İktidar-Erdoğan-Devlet üçlüsü gerçekte nasıl bir süreç planlıyor? Otoriterleşme devam edecek artı Suriye’de SDG-YPG meselesi zora dayalı olsa da hâl yoluna girecek ve süreç asla iktidar olma imkânını ortadan kaldırmayacak mı? Bahçeli ve Feti Yıldız gibi kurmaylarının sadece çözüm sürecine dönük olarak değil, iç demokratikleşme hamlelerinde de beklentiler içeren aceleciliği mi devreye girecek yoksa bu beklentiler de seçim sathı mailinin pazarlık çıktıları olarak zamana mı yayılacak?

Hesap ne olursa olsun esas belirleyici olanın, iktidarı riske etmeyeceği hesaplanan bir proses olduğu açık ve de doğal. Doğal olmayan bunun yöntemiyle alakalı motivasyonlar. Otoriterliğin devamını “iktidarı riske etmeme” olarak okuyan akıl aslında -hesapladığının aksine- kaybettirecek bir ivmeyi de tetikleyebilir. “O zaman çözüm sürecinin kaderi ne olur?” sorusu da orta yere seriliyor.

Dış tehditler bir yana, çözüm sürecinin önündeki iki büyük görünür engelden biri AK Parti-CHP iktidar savaşı, ikincisi ise AK Parti-MHP statüko içi bürokratik mücadele ve Post-Erdoğan dönemle ilgili yine bir iktidar mücadelesi olarak kodlanabilir. Çözüm sürecinden bağımsız herhalde şunu söylemek mümkün: Otoriterleşmeden ödün vermeyen iktidar yapısı aslında bütün ülke içi meselelerde daha iyiye gitmenin önündeki ciddi bir engel. Bugünkü iktidarın statükocu yapısı da, jeopolitik önemi had safhada olsa bile çözüm sürecine göre -beklenen düzeyde- değişim ortaya koymaya müsait değil. Daha açık ifade edersek, kurulan yapı asla kaybetmeye tahammülü olmadığı için, en önemli memleket meselesi iktidarın devamı. Bu yüzden çözüm sürecine desteği ince ince artırsa da, edinilecek avantajların mevcut statükoyu bozmasını arzu etmiyor. O yüzden sadece İmamoğlu’nun adaylığı meselesi değil, mümkünse CHP’nin dağıtılması ya da kapatılması motivasyonunu sürdürerek iki süreci birbirinden bile isteye ayırıyor.

Öte yandan iktidar ortağı MHP, çözüm sürecinde cevval (ve hatta tarihi-miladi) bir pozisyon takınsa da, düzen böyle devam ettiği müddetçe kazandığı bürokratik cepheyi de, siyasi iktidar ortaklığı avantajını da kaybetme riskiyle karşı karşıya olduğunu, statüko içi kliklerin mücadelesinden kayıpla çıkma ihtimalinin bulunduğunun farkında. Dolayısıyla hukuk ve demokrasiyle kavgalı bir rejimin devamlılığı artık iktidar ortağı için de bir bekâ sorunu haline gelmiş durumda. Yani MHP’nin “Demirtaş’ın tahliyesi”nden, AYM/AİHM kararları ve hukuk sorunlarına atfa kadar yaptığı çıkışlar, ülkenin kaderiyle kendi kaderini ortak görmesinden kaynaklı bir siyasi tutumun uzantısı gibi okunabilir.

Motivasyon ne olursa olsun, bölgesel jeopolitiğin dayatmalarıyla birlikte düşünüldüğünde, o jeopolitiğin ruhuna uygun bir çözüm süreci işletilmediği de vakıa. Statükonun, çözüm sürecinin hukuk ve demokrasi çıtasının yükseltilmesiyle doğru orantılı olmak kaydıyla daha sağlıklı işleyeceğinden şüphe etmesi, sadece geçmiş kötü tecrübelerden kaynaklı bir “yoğurdu üfleyerek yeme” hali değil; bundan daha fazlası, ana muhalefet ile normalleşme sürecinin iktidarı kaybetme ve hesap verdirtme riskini dayatacak bir zemin yaratacağı şüphesi. Yani başta Erdoğan olmak üzere statükonun bu ayak sürümesinin birincil motivasyonu, çözüm süreci hatrına “normalleşme”nin iktidarı kaybetme korkusunu tetiklemesi. Bunun da ağır bedelleri olacağı, Erdoğan’lı veya Post-Erdoğan dönemle ilgili riskleri artıracağı endişesi.

Bu da dışarıdan bakıldığında süreci kaypak zeminlere çekebilecek hem dış hem de iç güçlerin elini güçlendirmekte. Daha doğrusu, -geçmişten de tecrübeyle- normal şartlarda asla yaşanmaması beklenecek, Cizre krizinde olduğu gibi küçük denizlerde boğulma riskinin varlığını hissettiren ve İsrail ile bazı bölge ülkeleri gibi sürece takoz koymak isteyenlerin fırsatlarını çoğaltan bir yapı arzetmekte. Bu tablo, Suriye’deki farklı etnik ve mezhebi yapıların Şam yönetimiyle girişilecek bir “normalleşme, entegrasyon ve bütünleşme”nin çıkarlarını zedeleyeceğini, mega idealarını dümura uğratacağını düşünen devlet ve örgüt aygıtlarının iştahını kabartan bir mahiyet arzetmekte. Öte yandan içeride de toplamları -son dönemdeki popülist konjonktürün de etkisiyle- yüzde 8-9’ları bulan iki partinin, İYİ Parti ve Zafer partisinin elini güçlendirdiği gibi, CHP’nin de o alana doğru savrulma yaşama istidadını artırmakta. Maalesef, görünen o ki, bunların dışında kalan muhalif güçlerin de bir üçüncü yol seçeneğiyle, bu iktidar savaşlarını sönümlendirecek bir güce sahip değiller.

Velhasıl, sürecin kendisi sahici ve mutlak bir hedef olarak topluma hissettirilmeli; yoksa “iktidar çekişmelerinin farklı bir uzantısı ve gerektiğinde vazgeçilebilir olduğu” hissini onarmak kolay olmaz. Bu hissi onarmazsanız, vazgeçmeseniz de sürecin kaybedeni olabilirsiniz. Bu noktada da en büyük sorumluluk, cumhurbaşkanı olarak bütün kararların ve süreçlerin altında imzası olan Erdoğan’ın omuzlarında.

Siyasetin Acı Gerçeği: “Kutuplaşma’ya Yatırım” Çözüm Sürecinin Müphem Getirilerine Odaklanmaktan Daha “Faydalı”

Bahçeli, başından bu yana “gövdemi koydum” diyerek, sürecin bölgesel jeopolitiğine atıflar yapmakta; iktidar sözcüleri şimdilerde aynı konunun altını çizmekte; SDG içindeki YPG’nin de silah bırakması ve sisteme entegre olması sağ-sol ulusalcı kesim dışında bütün muhalefetin dilinde. Davutoğlu, tarihi misyon üstlenmiş şekilde, sürece dair vizyonu daha da genişleterek, riskleri ve avantajları teraziye koyup meselenin bütün bölgeyi ve halkları kapsar tarzda bir jeopolitik entegrasyon anlamı taşıdığının önemini anlatma gayretinde. Beklenen çıtada olmasa da Öcalan’ın açıklamalarının başat noktası da burası oldu. Lakin toplumu etkileyen ve dahi zehirleyen bir kutuplaşma dili siyasetin odak noktası olmaya devam etmekte.  

Bugün maalesef ülkedeki siyasal görünüm, sürecin önemiyle doğru orantılı olmak kaydıyla toplumu ikna metodlarının devreye sokulup etkili olmasını engellemekte. Toplumdaki umuda mebni beklenti anketlerde olumlu anlamda yüzde 70’lerde ölçülse de, aktörlere ve sürecin hitama erdirilmesine olan güven aynı seviyede değil. Şüpheleri katmerleyen hususlar da iktidar savaşlarının devamı ve kutuplaşmacı retoriklerin alanı zehirlemesiyle ilgili. 

Çözüm süreci gibi jeopolitik açıdan önemli, hele ki bu tarihi konjonktürde başat unsur olan bir konuda bile maalesef iktidar ve muhalefet ve dahi onların medyaları dünkü pozisyonlarını unutmuş gibi, meseleye yani çözüme değil, siyasi pozisyon alışa yatırım yapmakla meşguller. Bu da toplumun zihnini karıştıran bir dikotomi yaratmakta. İktidar mahfilleri “Altılı Masa” döneminde “CHPKK” manşetleri attıklarını örtercesine anamuhalefeti oyunbozanlıkla suçluyorlar; CHP taraftarları da sanki terör bugün başlamış gibi 1980’lerin, 90’ların diline savrulup, DEM Parti ile seçim sathı mailinde girdikleri ilişkileri unutmuşcasına ve bundan ötürü mağduriyetler yaşamamışcasına kaba ulusalcı yaklaşımlara savruluyorlar.

Her iki kesim de şu sorunun muhatabı: “Bu savrulmalar ve siyasi pozisyonları tahkim edercesine ortaya konan mizansenler, tarihi kökleri derinlere uzanan bir sorunun çözümüne katkı mı sağlar yoksa yüzde 7-8’lerle ülkenin bütün atmosferini boğmaya çalışanların ve dahi bölgede pusu kurmuş bekleyen güçlerin elini mi güçlendirir?” Her uzayan süreç elbette kendi suyunu da kirletir, suya zehir katmak için bekleyenlerin elini de kuvvetlendirir. 

İlk resim şuydu: Ülkenin cumhurbaşkanı, aylarca, ortağına bir an evvel destek verip jeopolitik bir meseleyi hâl yoluna gideceğine ayak sürüyüp, bir sonraki seçimin hesaplarını her şeyin üzerinde tuttuğunu, işler kötü giderse de günah keçileri üretmek için fırsat kolladığını ayan beyan belli etti. O seviyeyi atlatmış gibi görünsek de iktidarın medyası, dün yazıp çizdiklerini unutmuş, gayrı ahlaki dikotomiler ve dejavularla manşet manşet muhalefete saldırmakta beis görmemekte. 

Muhalefet tabanı, medyası, kalemşörleri ise bırakın seçim sathı mailinde girilmiş ilişkileri, 9-10 yıl önce yazdıklarını unutmuşcasına, sanki yepyeni bir terör örgütü türemiş gibi sloganlar atmak, manşetler düzmek, ana muhalefeti “iktidarın oyununa gelmemesi için” etkileme gayretinde. Bu tutuma, “Sorunun çözümü değil, kimin çözdüğü önemli” ya da “laiklik hassasiyeti” içeren yazılarıyla katkıda bulunanların sayısı da az değil. Hendek sürecinde “barışmayın bunlarla” yazıları yazanlar yeniden devrede. Öcalan’ın kriminal lakaplarını kullanmayı 2019’lardan bu yana unutanlar da cabası. Velhasıl Özdağ ve Dervişoğlu’nun marjinal ve Kemalist sol ile etkileşen dili CHP tabanını da olabildiğince etki altına aldı. Belediyeler üzerinden bir siyasi mahkûmiyet ve adaletsizlik sarmalına itildiğini düşünen kitlelerin rövanşist duygularına yeni anonslar ekledi. 

Terörün, fitnenin, çatışmaların bütün bir bölgede bitmesi, Kürt halkının da, Arabın, Türkmenin, Acemin anasının ak sütü gibi helal etnik, dini ve kültürel haklarının bütün bir bölgede tahkimi mi önemli; emperyalizme karşı yekvücut bir paradigmanın inşası mı değerli yoksa birilerinin 100 yıllık arka plana sahip kirli ideolojik kutuplaşma retorikleri mi? Rövanşizmi bölgesel çözümden daha önemli gören kafa yapısının arka planında “dindarlık-sekülerlik” kadim kutuplaşma kodlarıyla Esed rejiminin “İslamcı aktörler eliyle” tarihe karışmasını hala hazmedemeyen, bölgedeki tüm yerel kaotik şartları, kategorik olarak karşısında yer aldıkları yeni Şam yönetiminin günah galerisi olarak gören zihniyetin de payı yok mu? Arkaik ve fosilleşmiş olması beklenen zihniyet dünyalarının hala diri ve her daim yeniden hortlatılmaya müsait olduğunu ortaya koyan bir ideolojik konfor değil de nedir sökün edenler? İşin vahim tarafı, sorunun 100 yıl öncesinden failleri olan taraflar, bugün bu tarihi rolleriyle yüzleşmeyi bırakın, hala mevcut zihniyetle dış politika okuması yapmaları da çözümün muhalefet tabanında umut yaratmasına engel bir psikolojik bariyer değil midir? Peki ama ülkenin üçte birinden fazlasını kapsama alanına alan bu ruh halini onarmak ve somut adımlarla ıslahına gayret etmek siyasetin görevi değil midir?

Defalarca bu satırlarda CHP’nin bir “toplum ve dış politika vizyonu” olmadığını, bu yüzden de toplumun geniş kesimlerinin desteğini alamadığı, güvenini sağlayamadığını yazmıştık. Yıllar yılı ilk defa, Kılıçdaroğlu’nun taşa tutulan o iki dakikalık videosunda konu edildi Ortadoğu’nun önemi; masanın üzerinde duran biri “Adalet”, diğer “Ortadoğu” başlıklı kitaplar eşliğinde. Anlaşılması ve hazmedilmesi güç bir konjonktürde dile getirilmiş olsa da gerçeğin önemli bir özetini sunmaktaydı o konuşma. O halde ne yapmak lazım? 

“Yeni” Bir Zihniyet Vizyonunu Siyasete Adapte Etmeye İhtiyaç Var

Bu ülke ne iktidar ne de muhalefet mahfillerinin ideolojik heveslerinin tatmin yeri, ne iktidar mücadelelerinin her şeyin üzerinde görüldüğü bir kof zemin ne de kutuplaşma satrancının tahtası olmalıdır. Ülke, iki ucu pis değnek misali, ulusalcı faşizm ile muhalefetsiz kastlaşmış bir statüko arasında salınıp duran bir kadere mahkûm edilemez.

İktidar içi klikler savaşı, Cumhur İttifakı bürokratik çekişmeleri, iktidar-muhalefet kavgası ve bu kavganın dışında kalırken niyet dışında bir güç ortaya koyamayan diğer muhalif kesimler tablosu ve “hepsi benim olsun zihniyeti”ni cazip kılan bir rejim hüküm sürdüğü müddetçe ne ülkede ne bölgede arzu ettiğimiz hedeflere yürüyemeyiz. 

Sykes-Picot güncellenirken kurumsal güç ve bölgenin makro-mikro güçleri ve halklarıyla entegre toplumsal birliktelik hali olmazsa, gerçekçi bir vizyon ortaya da ortaya koymak mümkün olmaz. Hele ki ülkenin kaderinin kurumsal gelenekler ve inşacı vizyon değil de bir kişinin ve azınlık çevresinin çıkarları ve iki dudağı arasında olduğunu ima eden bir sistemle -başında kim olursa olsun- bir arpa boyu yol almak mümkün olmaz.

Bölgede devletçiliğin popülist kibrini bırakıp herkesle görüşme; Suriye, Irak, Lübnan hinterlandında etkili olma; bu etkiyi, “güvenilmez ama vazgeçilemeyen” (https://www.perspektif.online/orta-dogu-trump-amerikasina-uyum-sagliyor/ ) bölge dışı güçlerin yerel aktörler üzerindeki etkisini minimuma indirme gibi beklentilerimiz sahiden varsa, sürecin bir sonraki safhasının ülke içi çekişmeleri sürdürmek değil, hukuk ve demokrasi devrimine eşlik edecek çoğulculuk ve eşit haklar iklimi olması gerektiğini görmek gerekiyor. Yeni anayasadan evvel, yeni sürecin zihniyet dönüşümüne odaklanmalı ve “yeni” olan ne varsa (çekincesizce ortaya konacak ve toplumda sinerji yaratacak yeni bir infaz ve siyasal af rejimi dahil olmak üzere) bu yapıyı mı önceleyecek yoksa seçimlerin siyasi hesaplarına mı sıkışıp kalacak sorusunun cevabını oluşturacak bir zemin inşa etmek zorundayız. Çözüm süreci elbette öncelik sonralık tartışmasına kurban verilmemeli ama inandırıcılığı ve gücünü de gerçek ve somut enerji alanlarına yaslanarak kazanacağı da unutulmamalı.

Sonuç ve İkaz

İktidar ve devlet içeride nasıl bir rejim yapısı öngörür bilinmez ama çözüm sürecinin dış kesenleri çok fazla. Her ne kadar taraflar “endişeye mahal yok” açıklamaları yapsalar da Türkiye şu an sahada bir askerî hareketlilik içinde. SDG-YPG, Şam yönetimiyle 10 Mart Anlaşması ya da bunun güncellenmiş haliyle bir siyasi çözüme mi varacak, yoksa Şam ile bilikte askeri seçenekler mi devreye girecek? 

Bazılarının kulağına hoş gelebilir; “tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” misali bir beklenti bazı çevrelerde oluşabilir ama günün sonunda irili ufaklı bol aktörlü bu hassas zeminde arı kovanına çomak sokmak anlamına da gelebilir askerî seçenekler.

Suriye için en fazla isteyeceğimiz husus bölge dışı aktörler ve İsrail’in yeni hesapları mucibince (ki meselemiz sadece İsrail de değil, bazı bölgesel aktörler de kurt kapanında pusuda) Kürtler, Dürziler ve Nusayriler ile Türkiye devletinin daha etkin bir diyalog içinde olması; Suriye’nin birliği ve azınlıkların eşitlikçi bir düzlemde entegrasyonunun sağlanacağı vizyoner jeopolitik bir projeye Irak ve İran başta olmak, Suud ve Katar’ın da içinde olduğu bölgesel aktörlerin de razı edilmesidir. En istemeyeceğimiz husus, azınlıkların proksi güçler olarak konumlandırılıp Suriye’nin ve bölgenin yeni krizlere yelken açmasıdır. Bunu tetikleyecek hususlar yakın geçmişte özellikle Dürziler üzerinden denendi. Sahada etkin olmak evet masadaki etkiyi de artırır. Bunu yılların tecrübesi de öğretti ama sahaya bir defa kıvılcım atıldığında nerelere sıçrayacağının ve kontrolünün nasıl sağlanacağının bilinemediğini de zaman öğretti. Sizin “…hakkı kötektir” çözümünü listenin başına koyduğunuz ve elinizde başka araçlar kalmadığı hissedildiğinde, benzer “güvenlik tehdidi” endişeleriyle aynı sahaya direkt-dolaylı adım atacaklar çoğalabilir. Ve siz dışarıdaki yangınla uğraşırken, içeriye de kıvılcımlar sıçrayabilir. 

O yüzden öncelikle her türlü ikna çabası, diplomasi, jeopolitik ortaklığa ve paylaşıma rıza, velhasıl tüm demografinin maslahatına uygun yeni bir Ortadoğu düzenine ikna, her türlü fiziki ve maliyetlerini hesaplaması güç adımdan daha değerlidir. Birilerinin bölgede kabaran iştahlarının mikseri durumuna düşmekten kaçınmak ve tehdit algısını yatay değişimlere tabi tutmak dahil en rasyonel çözümleri üretmek zorundayız.


Editör: N. Cingirt
Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.