
Duruşma/tartışma aşamasının başoyuncularına sesleniyorum: İkinci sözlerim, “hukukun doğru uygulanması” uğruna şerefleri üzerine ant içen sizleredir, sayın avukatlar
Bu yazı dizisinde, sık sık anımsatıldığı üzere, duruşmanın (tartışmanın) ikinci başoyuncuları, elbette iddia ve / ya savunma makamında olan sizlersiniz, sayın avukatlar.
Bu nedenle, uygulamada yaşananları da gözeterek, özellikle sizlere, hem değişik gözlerle bakmakta, hem de ahlaksal boyutlu bazı hukuksal kavramlara başvurarak seslenmek gereğini duymaktayım.
I-AVUKATLIK KİMLİĞİ
Dilerseniz bu bağlamda ilkin aşağıdaki soruyu soralım ve sizlerin “hukukçu kimlik”lerinizin, “hukukçu kişilik”lerinizin ne olduğunu hep birlikte belirleyelim, sayın avukatlar.
“KİMDİR AVUKAT?”
Bu soruya hiç kuşkusuz Avukatlık Yasası’na göre, bazı sözcükleri büyük harflerle yazarak hep birlikte yanıt verebiliriz, verilmelidir de: “Avukat, HUKUKUN DOĞRU UYGULANMASI amacı uğruna ve ŞEREFİ üzerine ANT İÇMİŞ BİR HUKUKUÇU, yani meslek insanıdır.”
Demek, sayın avukatlar, yasal deyişlerle her avukat, her adımını hukuku doğru uygulanması için atacaktır, atmak zorundadır da. Üstelik avukat, bu konuda manevi açıdan en önemli değeri olan “şeref”i üzerine ant içmiştir; içtiği bu andı da hiçbir zaman unutmayacaktır, unutamamamalıdır da.
Dikkat ediniz lütfen sayın avukatlar, şu andan başlayarak Yasa’nızın diliyle sizlere sesleniyorum!
Hukuk ve yasanız, hem çok önemli bir uyarıda bulunuyor, hem de içerik açısından çok düşündürücü, âdeta vurucu kavramlara başvurarak bu soruya yanıt veriyor.
Kısaca, siz avukatların biricik çabası, diyor, altını çizerek belirtelim, “hukukun doğru uygulanmasını sağlamaktır.”
Bu önemli uyarının en önemli biricik güvencesinin ise, yine sizlerin “ŞEREF”’ değerinizi ortaya koyarak verdiğiniz söz, içtiğiniz ant olduğunu vurguluyor. Böylece attığınız her adımda sizlere uyacağınız bu ahlaksal ve hukuksal kuralı, bir kez daha anımsatmış oluyor.
Peki, bunları gerçekleştirmek için ne(ler) yapmalı her avukat?
Şimdi de bu temel soruyu, geliniz, birlikte yanıtlayalım.
II-AVUKATIN İŞLEVLERİ VE YÜKÜMLÜLÜKLERİ
Evet, sayın avukatlar, sizler de, özgür mesleğinize başlarken, tıpkı yargıçlar, savcılar gibi, hukukun doğru uygulanasını sağlamak amacıyla, yani yargılamadaki göreviniz çok önemli olduğundan, ŞEREF değerinizi ortaya koyarak ant içmekte, mesleksel etkinliklerinizi yürütürken hak ve hukuk içinde kalacağınız konusunda bütün topluma, o toplum önünde şeref ve namus sözü vermektesiniz!
Dikkat ediniz, lütfen! Emir kipi kullanıyor ve ünlem koyuyorum.
Öyleyse içtiğiniz o anda, verdiğiniz o şeref sözüne her zaman ve her koşulda bağlı kalmak zorundasınız, sayın avukatlar.
Ayrıca aşağıdaki noktaları da hiçbir zaman unutmamalısınız.
Her şeyden önce sizin var oluş, varlık nedeniniz ve görevleriniz, bu andınıza bağlı kalmakla mümkündür. Çünkü her avukat, andına bağlı kalarak hak ile hukuku bütünleştirecek, şerefli yaşama ülküsünden asla ödün vermeyecek, veremeyecek, toplumun en şerefli ve ahlaklı insanları katmanında yerini alacaktır.
Aslında bütün bunları, unutmayınız ki, bu yazının yazarı değil, sizlerle ilgili hukuk söylemektedir, sayın avukatlar.
Gerçekte esinlendiğimiz Batı dünyası hukukunda ve ülkemizde 1969 / 1136 sayılı “Avukatlık Yasası”nda kullanılan ve sizlerin özümsemesi, olağanüstü değil, sıradan, olağan bir yaşam biçimine dönüştürmeniz gereken kavram, terim ve sözcüklere göre, sizler, “ADALET”in gerçekleşmesi için yargılama erkinde VAZGEÇİLEMEZ, KURUCU, ÖZGÜR, BAĞIMSIZ VE KAMUSAL BİR GÜÇ, evet, bu beş niteliği de birlikte taşıyan bir güç olarak yer almaktasınız. Çünkü mesleğiniz, yani Avukatlık, hukuki ilişkilerin düzenlenmesi, HUKUKİ SORUNLARIN ve ANLAŞMAZLIKLARIN ADALET VE HAKKANİYETE uygun olarak çözülmesi (m. 1) ve HUKUK KURALLARININ TAM VE DOĞRU UYGULANMASININ SAĞLANMASI AMACIYLA (m. 2) var edilmiş; bu yüzden de avukatın tacirlik ve esnaflık ya da mesleğin ŞEREFiyle bağdaşmayan işleri yapamayacağı öngörülmüş (m. 11, 12); özellikle de AVUKATLIK MESLEĞİNİ YÜRÜTÜRKEN GÖREVİNİN KUTSALLIĞINA VE UNVANINA YAKIŞIR BİÇİMDE ÖZENLE, DOĞRULUKLA (DÜRÜSTLÜKLE), AVUKATLIK UNVANININ GEREKTİRDİĞİ SAYGI(INLIK) VE GÜVENE UYGUN BİÇİMDE DAVRANMASI (m. 34); kendisine yapılan ÖNERİYİ, DAVAYI HAKSIZ BULURSA REDDETMESİ ZORUNLULUĞU getirilmiş, dava yolu istisnai olduğundan, uyuşmazlıklarda ilkin karşı tarafla asıl olan UZLAŞMA yolunun üstün tutulması, buna öncelik tanınması öngörülmüştür (m. 38).
Demek, sizler, sayın avukatlar, yargılama erkinin VAZGEÇİLEMEZ, KURUCU, ÖZGÜR, BAĞIMSIZ VE KAMUSAL GÜCünde yer alan, HUKUKİ SORUNLARIN ve ANLAŞMAZLIKLARIN ADALET VE HAKKANİYETE uygun olarak çözmek, HUKUK KURALLARININ TAM VE DOĞRU UYGULANMASININ SAĞLAMAK görevinizi KUTSAL VE UNVANINA YAKIŞIR BİÇİMDE ÖZENLE, DOĞRULUKLA (DÜRÜSTLÜKLE) yapmak, UNVANININ GEREKTİRDİĞİ SAYGI(INLIK) VE GÜVENE UYGUN BİÇİMDE DAVRANMAK, kendisine yapılan ÖNERİ, DAVA HAKSIZ ise REDDETMEK, UZLAŞMA yoluna öncelik tanımak zorunda olan, çok duyarlı bir mesleği seçmiş bulunuyorsunuz
Yanılmıyorsam, sayın avukatlar, meslek ahlakı açısından hekimler de dâhil, hiçbir meslekte böylesine ayrıntılı bir düzenleme yoktur. Çünkü yürüttüğünüz avukatlık mesleği, kaygıyla belirtmek gerekir ki, yasal yetkilerinizi kötüye kullanmaya çok yatkın bir meslek olup, bu konuda her şey sizin dürüstlüğünüze, ahlak anlayışınıza, şerefiniz üzerine içtiğiniz anda bağlanmıştır.
Öyleyse bütün bunları gerçekleştirdiğiniz ölçüde, oranda avukat olur, insanlaşırsınız, sayın avukatlar.
Sizleri toplumun en şerefli insanı yapacak olan bu gerçekleri, bu doğruları hiçbir zaman unutmamalı, her şeyden önce avukat olarak, kendi avukatlık mesleğinizin var oluş nedeni ve göstereceğiniz duyarlılık sorununda kesinlikle bilinçli olmalı ve bu konularda şerefinizin asla tartışma konusu yapılmasına izin vermememelisiniz.
Çünkü Batı kaynaklı Avukatlık Yasası da bunları istiyor, sizlerden. Bu yüzden bu Yasa’yı sık sık okumakta yarar vardır, sayın avukatlar. Gerçekten üstlendiğiniz mesleğin hukuki ve ahlaki boyutlarını, niteliklerini, yükümlülüklerini Batı kaynaklı olan bu Yasa’da kolayca görebilirsiniz.
Ancak üzülmenin de ötesinde kahrolarak belirteyim ki, yaşanan gerçekler, ne yazık ki, çoğu zaman bu Yasa’nın buyurduğu gibi değildir, sayın avukatlar. Sizlerin de bildiği gibi her şey ortadadır ve ne yazıktır ki, sayın avukatlar, içinizde HUKUKUN DOĞRU UYGULANMASI şöyle dursun, tam tersine hukukun çarpıtılması için bazı kavramları ve kurumları kötüye kullananmak için çabalayanlar var.
Hem de bunların sayısı, hiç de az değil.
Bu konuda en çarpıcı öneklerden biri şudur, sayın avukatlar: Aranızda müvekkili haksız ise, davanın kısa sürede bitirilmesini engellemek gibi çarpık, çoğu kez de düşsel ve iftira ağırlıklı olduğundan duruşma yargıcının saygınlığını örseleme pahasına, yargıcın reddi vb. yollarla duruşma süresini uzatmaya kalkışanlar var.
Şimdi, sizlere Avukatlık Yasası’nın yukardaki maddelerini anımsatarak açıkça soruyor, yanıt bekliyorum, sayın avukatlar.
Amacı açıkça ortaya çıkan böylesi iğreti, çirkin bir girişim, hukuksal ilişkilerin düzenlenmesi, hukuksal sorunların ve ANLAŞMAZLIKLARIN ADALET VE HAKKANİYETE uygun olarak çözülmesi (m. 1) ve HUKUK KURALLARININ TAM VE DOĞRU UYGULANMASININ SAĞLANMASI AMAÇLARIYLA (m. 2) yaratılmış AVUKATLIK MESLEĞİNİN KUTSALLIĞIYLA, SAYGINLIĞIYLA, UNVANIYLA, DOĞRULUKLA (DÜRÜSTLÜKLE, m. 34); HAKSIZ ÖNERİYİ, DAVAYI HAKSIZ BULURSA REDDETMESİ ZORUNLULUĞUYLA BAĞDAŞMAKTA MIDIR, SAYIN AVUKATLAR?
Evet, sizlere açıkça soruyor, mertçe, hukuka uygun yanıtlar bekliyorum,
Yoksa bu yolları bile meşru gören bazılarınız, Avukatlık Yasası’nın bu maddelerini hiç okumuyorlar ya da buna gerek duymuyorlar mı sayın avukatlar?
Unutmayınız ki, sizler, gerektiğinde kişilerin çok gizli bilgilerini, şerefleri pahasına emanet ettikleri sırlarını bilerek yapılan bir mesleği seçmiş bulunmaktasınız. Dolayısıyla bu mesleğin temelinde size ve, sadece hukukçu kimliğinize değil, ahlaksal kişiliğinize de duyulan güven yatmaktadır.
Bu güveni ise asla çiğneyemezsiniz, çiğnememelisiniz de. Aslında çiğnemeye asla hakkınız yoktur, sayın avukatlar. Zira sizlerin dürüst, ciddi ve kişilik sahibi bir insan olduğunuza yalnızca size başvuranlar değil, çevrenizdeki her insan ve özelllikle mahkemeler de kesinlikle inanmak; güvenmek durumunda, hatta zorundadır.
İşte bütün bu nedenlerle, Avukatlık Yasası, mesleğe başladığınız sırada şöyle okunup geçilecek sıradan bir yasa değildir, sayın avukatlar.
Unutmayınız ki, bu Yasa, sizlerinbir tür anayasası, temel hukukî ve ahlakî kılavuzunuzdur.
Bu nedenlerle özellikle bu Yasa’nın, sadece hukuki değil, kanımca dile getirdiği ahlaksal buyruklarını da okuyup iyice özümsemeli; bunları hukukun ve adaletin değişmez ilkeleri olarak içtenlikle ve ödünsüz benimsemelisiniz. Çünkü “hukukçu kimlik”iniz ve de “hukukçu kişilik”iniz”, bu Yasa’ya uyacağınıza ilişkin söze ve de şeref değeri üzerine içtiğiniz ANDA ne denli bağlı kalırsanız, o denli güçlü olacak, sizlere de herkes inanacaktır. Zira avukatların hukuka, hukukla bütünleşen meslek ahlakına göre, hukuksal ve de ahlaksal, daha kapsamlı terimle etik yükümlülükleri, yürürlükteki Avukatlık Yasası’nda sağlıklı biçimde yeterince düzenlenmiştir.
Üstelik sizler, asla unutmamalısınız ki, bütün bu yasal ve etik kurallara uyacağınıza ilişkin şerefiniz, evet, en değerli manevi varlığınız olan şerefiniz üzerine ant içerek, çevrenize, yani bütün topluma namus sözü ve güvencesi vermiş bulunmaktasınız.
Demek, sayın avukatlar, her avukat, kesinlikle bir “şerefli insan”dır; şerefli insan olmak, şerefli insan olarak mesleğini yürütmek zorundadır.
Dolayısıyla avukat denilince, ilk akla gelenler, işte bu ahlak yüklü niteliklerdir.
III-KÜRESEL BOYUTLU BİR KAVRAM: ŞEREF
Bu yazıda sık sık “şeref” kavramından söz edilmistir, sayın avukatlar.
Geliniz, hep birlikte bu kavram üzerine de kısaca eğilelim.
Bilindiği üzere değerleri, toplum içinde yaşayan insanlar yaratmaktadırlar.
O değerlerin başında gelen "şeref" ise, AİHM, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve ilk mahkemelerin kararlarında bütün uygar hukuk dünyasında en yüksek değer olarak benimsenmiştir, sayın avukatlar.
Çünkü şeref, rastgele, sıradan bir kavram değildir. Bütün uygar dünyada her hukuk öznesinin manevi varlığını, tinsel bütünlüğünü anlatan, bu konuda kendisinin ve başkalarının düşüncelerini, yargılarını sergileyen toplumsal ve bireysel en sağlam ve en yüce bir kavramdır.
Ancak dilimizde, Türkçe’mizde, ne yazık ki, yoktur, bu kavram. Olmadığı için de Arapça’dan aldığımız "şeref" sözcüğü ve kavramı üzerine, hem Arap ve hem de batılı düşünürler çok eğilmişlerdir.
Nitekim annesinden doğan her İNSAN için, ahlak ve hukuk açısından, Alman Anayasası’nın birinci maddesinin birinci fıkrasında bu konuda şu değerlendirme yapılmıştır: “İnsanın ŞEREfine (özsaygı, saygınlık) dokunulamaz. Bütün devlet gücü, bu değere saygı göstermek ve onu korumakla yükümlüdür.”
Çünkü ahlakın, dolayısıyla hukukun gözünde anneden doğan her bebek, “şeref”iyle birlikte doğmuştur; dolayısıyla devlet dâhil, ona bebekliğinden başlayarak herkes, her açıdan saygı göstermek zorundadır.
Peki, nedir bu “şeref”?
Geliniz, sayın avukatlar, bu soruyu birlikte soralım, bu sorunsalın (problematik) üzerine birlikte eğilelim.
Önceden belirteyim ki, bu konuda ilkin eksik ve çok üzücü bir olguyla karşılaşmaktayız!
Çünkü ana dilimizde, Türkçemizde, yukarıda da değinildiği gibi, şeref kavramının karşılığı yoktur; hiçbir zaman da olmamıştır.
Sorduğum dilciler ise tanım konusunda duraksadılar.
Bilen, bulan varsa buyursun. En azından bizleri de bu yük ve beklentiden kurtarsın.
Nitekim bu nedenle birkaç yıl önce yayımlanan bir yazımda, Arapça şeref sözcününün yerine “özsaygı” terimini önermiştim (Selçuk, Sami, "Şeref" sözcüğünün yerine "özsaygı,” t24, 1.6.2021).
Ayrıca bilindiği üzere Arapçada şeref, bir kimseye gösterilen saygının dayandığı tinsel (manevi) yücelik, ululuk; erdem, yüreklilik vb. üstün niteliklerle kazanılmış ün, övünülecek durum gibi anlamlara gelmektedir.
İşte bu bağlamda Arapçada şeref, eğer kişinin kendi öz nitelikleri ve erdemleriyle ilgili ise "şeref-i zâtî"; konum ve rütbesiyle ilgili ise "şeref-i ârizî" ya da "şeref-i izâfî" olarak adlandırılmıştır. Bundan başka sözgelimi, "şeref-ül mekân bi'l-mekin" sözünün anlamı ve insanlara ulaştırdığı ileti de çok düşündürücü olup, her meslek sahibini, özellikle de iddia ya da savunma makamında bulunan sizleri çok ilgilendirmektedir, sayın avukatlar. Çünkü, "oturulan yer, şerefini orada oturandan alır." (Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Lûgat, Ankara, 1986, s. 1186; Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul, 2006, III, s. 2937).
Hiç kuşkusuz bu değeri aynı doğrultuda koruyan hukuk öğretisi de, cins (genus) olan şeref kavramını iki türe (species) ayırarak değerlendirmektedir (Erman, Sahir / Özek, Çetin, Kişilere Karşı İşlenen Suçlar, İstanbul, 1994, n. 330; Ayhan Önder, Şahıslara ve Mala Karşı Cürümler ve Bilişim Alanında Suçlar, İstanbul, 1994, s. 221, 222; Tezcan, Durmuş / Üzülmez, Mustafa / Erdem, Ruhan / Önok, Murat, Teorik ve Pratik Ceza Özel Hukuku, Ankara, 2017, s. 566, 567; Koca, Mahmut /Üzülmez, İlhan, Türk Ceza Hukuku, Özel Hükümler, Ankara, 2018, s. 469, 470).
Ayrıca kimi düşünürlerce şeref kavramı ikiye ayrılmaktadır.
Birincisi, kişinin kendi tinsel (manevi) varlığı hakkında beslediği kanı ve kişisel değerlendirme anlamında öznel, bireysel olan "iç şeref"tir. Kişinin kendisi karşısında duyduğu saygıyı anlatan bu sözün karşılığı, bizce Türkçemizde kullanılan ve yine Arapça'dan alınan "izzet-i nefis" sözüdür. Bu sözün karşılığı, Arapçada yukarıda değinilen "şeref-i zâtî"; Batı dillerinde ise, sırasıyla Fransızca, İngilizce, İspanyolca ve İtalyancada "respect de soi, amour de soi, self love, amor proprio, amore proprio” terimleridir.
İkincisi ise, kişi hakkında başkalarının, toplumun beslediği kanı, değerlendirme anlamında nesnel, toplumsal, değer biçici (normatif) "dış şeref" olup Türkçede karşılığı "saygınlık"; bunların Arapça karşılıkları ise kanımızca Türkçemizdeki "haysiyet" ya da "itibar"dır. Ancak Arapça asıl karşılığı, yine yukarıda değindiğimiz gibi, konum ve rütbeyi dillendiren "şeref-i ârizî" ya da "şeref-i izâfî" sözleri olmak gerekir. Bu sözlerin başlıca Batı dillerindeki karşılıkları da, sırasıyla Fransızca, İngilizce, İspanyolca ve İtalyanca olarak "réputation, reputation, reputación, reputazione" sözcükleridir.
Biliyor musunuz, sayın avuktlar, bütün bu yaklaşımlar, Batı toplumları açısından çok değerli, çok da geçerlidir?
Çünkü, dünlerde de, bugülerde de, Batı toplumlarında geçerli olan hukuk düzeninin dışında, ancak ahlak anlayışının odağında yer alan "şeref" kavramının kökleri ve kaynakları, Eski Yunan felsefesine değin uzanmaktadır. Nitekim Eski Yunan'ın kent devletlerinde toplumsal konumla ilgili olarak şerefli duruş, soylulara özgü en yüce değer sayılmıştır. (Taner, Timur, Felsefe, Toplum Bilimleri ve Tarihçi, İstanbul, 2011, s. 18.)
Bu nedenlerle "sorgulanıp eleştirilmeyen yaşam, yaşanmaya değmez" diyen; insanı, kendisine ve başkalarına akılcı bir soru sorulduğunda akılcı yanıtlar verebilen "sorumlu" bir varlık, bir ahlak ve hukuk öznesi olarak algılayan Sokrates, ilkelerinden ve şerefinden ömrü boyunca asla hiç ödün vermemiş; ölüm cezasına hüküm giydiği zaman bile, yargılamanın adil olmadığını bilmesine ve söylemesine karşın, devletin yasalarına uymak gerektiğini belirterek, kendisine verilen baldıran ağısını, her zaman olduğu gibi, görünen ne ise o olan, daha doğrusu olmak gerektiğine inanan bir düşünüre yakışan bir davranışla içmekte hiç duraksamamıştır.
Nitekim Merhum Anday, bu olayı şöyle değerlendirmektedir, sayın avukatlar: "Felsefe" sözcüğü, Yunanca "sevgi" (philia) ve "bilgi / bilgelik" (sophia) sözcüklerinin birleşmesinden oluşmakta, dolayısıyla "bilgi / bilgelik sevgisi" demektir. Bu nedenle Türkçede bu anlamda kullanılan "felsefe" ya da "filosofi" (philosophie) sözcükleri doğrudur. Buna karşılık felsefeci anlamında kullanılıp, "z" harfiyle yazılan "filozof" sözcüğü yanlıştır. Zira Yunanca "zophus" sözcüğü "karanlık" anlamına geldiği için filozof sözcüğü zorunlu olarak "karanlık seven, karanlık sever" anlamına gelmekte, buna karşılık "bilgi seven, bilge sever" anlamına gelmemektedir. Dolayısıyla doğru sözcük, filozof değil "filosof"tur (Melih Cevdet Anday, En Önemli İş, Cumhuriyet, 30 Eylül 1994).
Yine Roma'da Stoacı Filosof (Yıldırım, Cemal, Bilimsel Düşünme Yöntemi, Ankara, 2008, s. 341) Seneca, İmparator Neron'a suikast düzenlediği iddiasıyla yargılanıp ölüm cezasına çarptırıldığı zaman, kendisine cezanın yerine getirilme biçimini seçme olanağı tanınması, buna karşılık vasiyetnamesini yazması için zaman verilmemesi üzerine, son anında yanında bulunan eşine ve çocuklarına dönerek "Üzülmeyin, size akçalı zenginliklerden daha değerli bir şey bırakıyorum: Şerefli ve erdemli bir yaşam" demiştir
Aynı nedenlerle pusu kurma, arkadan vurma, kalleşlik gibi yöntemler ve kurnazlıklar, insanın kendisine karşı bir saygısızlık (haysiyetsizlik), şerefsizlik sayılarak tarihte çok ağır kınamaların konusu olmuş ve Batı hukukunda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarında şeref değeri, “insan saygınlığı” (dignité humaine), "temel ilke" (principe matriciel) olarak benimsenmiştir (Ahlak Felsefesinin Sorunları, Hazırlayan Thomas Schröder, [Tuncay Birkan], İstanbul, 2012, s. 12).
Ayrıca bu konuda aşağıdaki noktaları da asla unutmamak gerekir.
Bilindiği üzere değerleri, toplum içinde yaşayan insan yaratmıştır. O değerlerin başında gelen "şeref" ise, yineleme pahasına belirtelim ki, AİHM'nin, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve ilk mahkemelerin kararlarında yüksek bir değer olarak benimsenmiştir. Zira şeref, her hukuk öznesinin tinsel bütünlüğünü anlatan, bu bütünlük hakkında kendisinin ve başkalarının düşüncelerini sergileyen toplumsal bir kavramdır.
Türk Ceza Yasası da, "şerefe karşı suçlar"ı aynı kaygıyla düzenlemiş ve insanı aşağılamayı (hakaret) suç saymıştır. Bu durumu da gerekçesinde çağcıl hukukla tutarlı biçimde açıklamıştır: "Hakaret eylemlerinin cezalandırılmasıyla korunan hukuksal değer, kişilerin şeref, haysiyet ve namusu, toplum içindeki itibarı, diğer bireyler nezdindeki saygınlığıdır." (Ayverdi, İlhan, Kubbealtı Lügati, Asırlar Boyu Tarihi Seyri İçinde Misalli Türkçe Büyük Sözlük, III, İstanbul, 2006, s. 2393).
Bütün bu nedenlerle son çözümlemede biz, şeref karşılığı olarak "özsaygı" terimini ve hukuk dilinde "iç özsaygı" ve "dış özsaygı" ayrımını benimsemekte ve önermekteyiz. Merhum Püsküllüoğlu, "şeref" sözcüğünün karşılığı olarak, nedense Türkçe olmayan Latince kökenli "onur" sözcüğünü benimsemiş, bununla da yetinmemiş, onur sözcüğünün yanı sıra "erdem, yükseklik, yetenekle elde edilmiş iyi ün" sözlerine de yer vermiştir. Yazar, "onur" kavramını da şöyle açıklamıştır: "Kişinin kendi varlığına, kendi kişiliğine karşı beslediği saygı, insanı insan yapan iç değer. Başkalarının gösterdiği saygının dayanağı olan özlük değer, saygınlık."
Bu açıklama ise, aslında bizce "iç özsaygı" ve "dış özsaygı" terimlerini de kapsamaktadır. Nitekim Püsküllüoğlu da, "özsaygı" terimini kullanmakta ve aşağıdaki biçimde açıklamaktadır: "Kişide, kendi kişiliğini alçaltmaktan insanı alıkoyan ve başkalarının kendisini alçaltmalarını hoş görmeyen duygu, kişinin özüne, kişiliğine beslediği saygı" (Püsküllüoğlu, Ali, Türkçe Sözlük, İstanbul, 2007, s. 1333. 1381, 1623).
Daha önceki "onur", "şeref" kavramlarının açıklanmasıyla birlikte ele alındığında Püsküllüoğlu'nun bu son açıklaması, bizce "şeref" sözcüğünün karşılığı olan "özsaygı" teriminin yetkin bir tanımıdır.
Ayrıca bu konuda şunu da eklemek gerektiğini düşünmekteyiz: Biz, Türk Dil Kurumunun "Türkçe Sözlük" ve yazım kılavuzlarına karşın, Merhum Püsküllüoğlu gibi, "özsaygı" sözcüğünün yazımının bitişik olduğu görüşündeyiz. Nitekim TDK, 2013 yılında "selfie" karşılığında önerdiği "özçekim" sözcüğünün bitişik yazımını benimsemiştir. Yine Türk Dil Kurumunun yayımladığı "Türkçe Sözlük"te de sırasıyla "ototrof, mazoşist, otomasyon, narsist" sözcüklerinin karşılıkları olan "özbeslenme, özezer, özişler, özsever" sözcükleri bitişik biçimde yazılmıştır.
IV- ŞEREF DEĞERİNİ YÜCELTEN VE ÖRSELEYEN DURUŞLAR
A-YÜCELTEN DURUŞLAR: DÜELLO VE BİR İNTİHAR OLAYI
Unutulmamak gerekir ki, sayın avukatlar, şeref kavramı, Batı'da "yaşam değeri ve yaşam hakkı"yla özdeş, zaman zaman da daha yüksek düzeyde sayılmıştır.
Nitekim bu yüzden düello, yüzyıllarca, hatta daha önceleri şeref değerini kurtarmanın bir yöntemi olarak benimsenip kurumlaşmıştır.
Gerçekten bilindiği üzere düello, iki kişi arasında toplum önünde şerefi kurtarmak amacıyla belli kurallar çerçevesinde öldürücü silahlarla yapılan bir çarpışmadır. Batıda düellonun suç olarak benimsenmesi ve yasaklanması ise, çok sonraları olmuştur.
İnsana şerefini kurtarması için -dikkat ediniz devlete değil- bir başkasına öldürme yetkisini veren düellonun uzun yüzyıllar meşru, hukuksal sayılması kuşkusuz çok düşündürücüdür.
Sözgelimi, düello Fransa'da 1547'de, İngiltere'de 1819'da yasaklanmıştır. Ancak bu yasağa karşın düello, daha sonraki dönemlerde de varlığını sürdürmüştür. Düelloya kurban giden ünlüler arasında, 1832'de henüz 21 yaşında iken öldürülen ve kendi adıyla anılan bir kuramın sahibi Matematikçi Evariste Galois; 1841'de 27 yaşında iken öldürülen Rus yazarı Lermontov; 1857'de 49 yaşında iken öldürülen Rus yazarı ve ozanı Puşkin de bulunmaktadır.
Şeref değeriyle ilgili olarak son bir örneği de, izninizle sayın avukatlar, geçen yüzyıldan verelim.
Çünkü sizlerin de kabul edeceğiniz gibi, özünde çok düşündürücü bir örnek, bir dramdır, bu.
Ukraynalı Menşevik bir ailenin çocuğu olarak Fransa’da dünyaya gelen işçi kökenli Pierre Bérégovoy (1925-1993), hukukçu, sosyalist bir siyasetçiydi, birçok bakanlıkta bulunduktan sonra 1992’de Başbakan olmuştu.
Bu görevini yürütürken Başbakan Bérégovoy, kendisi gibi işçi kökenli, ancak daha sonraları çok zengin olan eski ve yakın bir dostundan Paris’te bir daire satın almış; ancak dostu kendisinden faiz almayı reddetmişti.
İşte bunu öğrenen bir kesim basın, bu olayı bir tür çıkar sağlama olarak değerlendirmişti.
Bunun üzerine Başbakan, 1 Mayıs 1993 tarihinde bir ara korumasından ve şoföründen kendisini yalnız bırakmalarını istemiş, onlar uzaklaştıktan sonra da, Renault, yani yerli resmi arabasının torpido gözünde bulunan güvenlik görevlisinin tabancasıyla kendi kafasına ateş etmişti.
Görevliler, başbakanı çeyrek saat sonra akşamüstü baygın olarak bulmuşlardı.
Ancak bütün çabalara karşın Başbakan Bérégovoy kurtarılamamıştı.
Bérégovoy, basının o suçlamasından belki kurtulamamıştı, ama bu davranışıyla yaşamından daha çok önem verdiği şerefini kurtarmış, tarihe de şerefini yaşamının üzerinde tutan bir devlet adamı olarak geçmiştir.
Unutmayınız ki, sayın avukatlar, bütün bu örnekler, Batı dünyasının ahlak anlayışında şeref değerinin yaşam değerinin çok üstünde olduğunu ve de Alman Anayasası’nın neden bu değere ilk maddesinde yer verdiğini herkese kolayca anlatmaktadır.
Özetle Batı hukukunda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarında şeref, başka deyişle insan saygınlığı (dignité humaine), "temel ilke" (principe matriciel) olarak benimsenmiştir (Renucci, Jean François, Droit européen des droits de l'homme, Paris, 2001, s. 1).
En önemlisi, asla unutulmamak gereken ise şudur: Şeref kavramı, Batı'da "yaşam değeri" ya da "yaşam hakkı"yla özdeş sayılmaktadır.
B- ÖRSELEYEN DAVRANIŞLAR: “KALLEŞLİK” VE “İKİYÜZLÜLÜK”
Şerefli olmanın, mertliğin ve erdemin simgesi ve yansıması olarak görülen düello, Batının ahlaka yaklaşımı doğrultusunda uzun süre uygulamada kalırken, beynin bencil düşünmesinin ürünü ve dolayısıyla özünde ahlaksızlığın bir izdüşümü sayılan, eylemsel yalana dayanan kalleşlik, ikiyüzlülük, Brutusvari davranış (brutalità), Batıda her dönmede ahlaka aykırı görülmüş, hiçbir zaman da bağışlanmamıştır, sayın avukatlar.
Bunun en çarpıcı örneği, Sezar'ı MÖ 44 yılında kalleşçe öldüren Brutus'tur. Tarih, acımasız, eli kanlı, buyurgan Sezar'ı bağışlamış, ama kalleş, ikiyüzlü Brutus'u asla bağışlamamış, bu türden ahlaka aykırı, arkadan vurarak öldürme gibi tiksindirici canavarca davranışlara (brutualità) dayanan insan ödürme suçlarını daha ağır yaptırımlarla cezalandırmıştır (Selçuk, Sami, Karşılaştırma Hukuk Açısından Canavarca His Sevkiyle Adam Öldürme, Yargıtay Dergisi, Ekim 1988; Selçuk, Sami Adalet ve Yaşayan Hukuk, Ankara, 2009, s. 415-436).
Gerçekten Doğuda pusu kurma, arkadan vurma, kalleşlik gibi yöntemler, kurnazlıklar ve iki yüzlülükler zeki ve başarılı olmanın bir gösterisi olarak olarak görülmüştür, çoğu zaman. Batıda ise, bunlar, insanın kendisine ve topluma karşı saygısızlık (haysiyetsizlik), şerefsizlik sayılmış, tarihte en büyük kınamaların konusu olmuştur.
Nitekim bu konuda önemli örneklerden biri şudur: ABD tarihinde yağma, tren soygunları ve sayısız insanı öldürme gibi birçok suç işleyen ünlü haydut Jesse James, duvarda asılı tablonun tozunu almak ve eğriliğini düzeltmek amacıyla sandalyeye çıktığı sırada, kendisinin başına konan ödülü almak için bu fırsatı kaçırmayan arkadaşı Robert Ford tarafından 3 Nisan 1882 tarihinde arkadan silahla vurularak bencilce ve kalleşçe öldürülmüştür.
Amerikan toplumunun buna tepkisi ise, işte bu ahlak anlayışı doğrultusunda olmuştur. İnsanları acımasızca öldüren, soygunlar yapan, devletçe başına ödüller konulan haydudun bu biçimde öldürülmesini Amerikan halkı mertçe ve insanca bulmamış; katil Robert Ford'u bağışlanamaz bir şeref ve ahlak yoksunu olarak görmüş, onu yıllarca kınayıp durmuştur.
Buna karşılık Jesse James, Amerikan tarihinde efsaneleşmiş, hakkında pek çok kitap yazılmış, yaşamı yirmileri bulan filmlere konu olmuştur.
Bu açıdan Adorno'nun 7 Mayıs 1963 tarihinde ahlak felsefesi üzerine verdiği ilk dersinde söylediği şu sözler, çok düşündürücüdür, sayın avukatlar: "…kafanıza taş atacaksam bunu en baştan söylemiş olmam, size ekmek dağıtacakmışım gibi bir yanılsama yaratmaktan daha iyidir." (Selçuk, Sami, Adalet ve Yaşayan Hukuk, Ankara, 2009, s. 415 vd.).
Sanırım, bu sözler, kurnazlığın bencilce bir ahlaksızlık olduğunu çok çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. Oysa Doğu toplumlarında ve, ne yazık ki, bizde kurnazlık, çoğu zaman zekânın bir göstergesi, övünülesi bir duruştur.
İnceleyiniz, lütfen. Doğu toplumlarının saraylarında sultanların, padişahların nabza göre şerbet vererek kendilerini eğlendiren dalkavukları, soytarıları vardır. Buna karşılık Batı toplumlarında tekil anlatımla soytarılık diye bir mesleğin bulunup bulunmadığını ben bilmiyorsam da, sözgelimi Başkan Einsenhower, Beyaz Saray'da dönemin düşünürlerini, kendi başarılarını övmeleri, yaltaklık etmeleri için değil, her sabah bir gün önce hangi yanlışları yaptığını söylemeleri için sürekli görevlendirmiştir.
İşte bu Batı anlayışına göre, kaynak yasalarda "kalleşçe, arkadan vurmak suretiyle" (İtalyanca brutalità, Fransızca brutalité) anlamlarına gelen sözcük, zamanla bir hukuk kavramına dönüşmüş, Türkçe yasalara da "canavarca duyguyla" diye aktarılmıştır. Haksızlık içeriği ağır olduğu için de bu kalleşçe insan öldürme, sıradan insan öldürmeden daha ağır sayılarak daha ağır cezalandırılmış ve nitelikli insan öldürme suçu olarak birçok yasada ve Batı'dan aktarılan bizim Türk ceza yasalarında da yerini almıştır (TCY, m. 82[1]b, Eski TCY, m. 450/3, İtalyan 1889 CY, m. 366/3, İtalyan 1930 CY m. 577/4, [61/1], Fransız 1810 CY, m. 303).
Bu arada Schopenhauer'ın "şeref kavramının doğu toplumlarında hiçbir değeri ve anlamı yoktur" biçimindeki değerlendirmesi de bizim için elbette çok acımasızdır.
Ancak doğru ise, çok düşündürücüdür de hiç kuşkusuz.
Yine düşündürücü olan bir başka nokta da, Arapça üst bir kavram olan şeref sözcüğünün Türkçede tam karşılığının bulunmamasıdır. Belki ulaşamadığımız kaynaklarda ya da tarama sözlüklerinde vardır. Bulan olursa kendimizi ona borçlu sayarız. Eğer yoksa, unutmayalım ki, bu sözcüğün karşılığı olarak kullanılan "onur" sözcüğü, Türk diline İtalyancası "onore," olan Fransızcası "honneur" (İngilizce ve İspanyolca honor) sözcüğünden Kırım Savaşı sırasında on dokuzuncu yüzyılda girmiştir (Ayverdi, İlhan, Kubbealtı Lügati, Asırlar Boyu Tarihi Seyri İçinde Misalli Türkçe Büyük Sözlük, III, İstanbul, 2006, s. 2393).
Siz siz olan sayın avukatlar, şeref değerinizden asla ödün vermeyin.
Şerefin yitirilmesi çok kolay, ancak kazanılması asla kolay değildir.
Çünkü şeref, bir kez yitirilinci bir daha geri gelmez, gelemez.
C-SOMUT VE OLUMSUZ BİR ÖRNEK: YARGILAMANIN (DURUŞMANIN) UZAMASI İÇİN YARGICIN REDDİ
Bu konuda ilkin Türk uygulamasında çok sık yaşanan, Barolar Birliğinin ve baroların bile üzerinde hiç durmadıkları en çarpıcı öneklerden biri şudur, sayın avukatlar: Açılan davanın kısa sürede bitirilmesini engellemek gibi hukuk, hatta ahlak dışı, iftira ağırlıklı olduğundan yargıçların saygınlığını da örseleme pahasına başvurulan ve kurumlaşmış gibi görünen bir durum vardır, ülkemizde: YARGICIN REDDİ.
Barolar Birliğinin ve baroların sayın başkanları, yetkili kurulları, başta sizlere soruyorum: Evet, çoğu kez gerçek dışı iddialara, özellikle de davanın kısa sürede bitirilmesini engellemek gibi ahlak dışı amaçlara dayanan, ayrıca özünde yargıçların şerefini de örseleyen, küçük düşürüp aşağılayan böylesine çarpık bir girişime nasıl olur da gözlerinizi yumar, izin verirsiniz?
Yargıcın reddi gibi bir kurumun, duruşmayı uzatmak için yapıldığı ayan beyan ortaya çıktığı, gerçek dışı olduğu zaman nasıl olur da sıradanlaştırılıp umuru-u âdiyeden sayılabilir?
Lütfen bu konuda hukukun, ahlakın ve bunlara dayanan yasaların seslerine kulak verin, sayın Birlik ve Baro başkanları, yöneticileri.
Ayrıca aynı konuda özet bilgilerin ışığında yaşadığım bir anıya dayanarak, sayın avukatlar, sizlere ve barolara açık ve sade bir soru yöneltmeme izini verin.
1975 yılında Fransa’nın en eski ikinci büyük adliyesinin ve ikinci üniversitesinin kurulduğu Aix-en-Provence mahkemesinde staj yapıyordum.
Cinayet Mahkemesindeydim (la cour d'assises). Jüri üyeleri belirleniyordu.
Günümüzde de geçerli olan Fransız Yargılama Yasası’na göre, mahkeme toplanırken başlangıçta taraflardan biri, jüri adayının adı söylendiğinde “ret” deyince o aday elenmekte, ancak daha sonraları, belli bir noktadan sonra gerekçe gösterilmeksizin adayların elenmesi olanaksız bulunmaktadır.
Duruşmaya ara verildiği sırada mesleğinin ilkelerine çok bağlı olan mahkeme başkanına bunun sakıncalı olup olmadığını anlamak için şu soruyu sormuştum: “Taraflardan biri ya da avukatı, sırf davayı uzatmak yahut da olası hükümlülük kararını geciktirmek, hatta duruşmanın yapılmasını engellemek amacıyla uydurma bir gerekçeye dayanarak ‘ret’ isteğinde bulunur ve de gerçekten duruşmanın yapılmasını engellerse ne olur?”
Mahkeme Başkanı, böyle bir soru karşısında şaşırdığını belirten bir tavırla gözlerimin içine bakmış ve beni sarsan, o günden beri sık sık düşündüren şu unutulmaz yanıtı vermişti: “Fransız adalet tarihinde böylesine ahlak dışı bir olayın yaşandığını hiç duymadım.”
Bilmem, siz hukukçular, barolarımızda kayıtlı sayın avukatlar, neler düşünür, neler dersiniz bu konuda?
Evet. Yasalarda bu konuda öngörülen bir para cezası da var, üstelik.
Ancak sadece lokantada yenilen bir yemek parası bu. Çok yetersiz, çok da gülünç.
Sanki sadece günü kurtarmak için öngörülmüş.
Dahası yalana, yani sahte bir olaya dayanılarak yapılan yargıcın reddi gibi bir davranış, mesleğini yürütürken, görevinin kutsallığına ve unvanına yakışır biçimde özenle, doğrulukla (dürüstlükle), avukatlık unvanının gerektirdiği saygı ve güvene uygun mudur (Avukatlık Yasası, m. 34), kişiliğinin en değerli hazinesi olan şerefi üzerine içtiği yemin ile bağdaşabilir mi, sayın avukatlar!?
Ayrıca şu soruyu da herkese, özellikle de hukukçulara açıkça yöneltiyorum: Böylesine utandırıcı bir yola başvurarak ve de hukuku araç kılıp kötüye kullanarak adaletin ahlak boyutunu yıkan bir avukatın iddia ve savunma mesleğini sürdürmesine göz yumulabilir mi?
Evet. Efendiler, sizlere yalın ve açık bir soru soruyor, bu soruya yine yalın, açık bir yanıt bekliyorum: Özellikle de Barolar, böylesi ahlak dışı davranışlar sergileyen birini, üstelik ahlaki boyutu çok çok yüksek olan hukukun “iddia” ya da “savunma” makamında, “avukatlık” mesleğinin bünyesi içinde tutabilir mi?
Evet. İtiraf ve kabul edelim, hiç unutmayalım ki, "ahlakın olmadığı yerde yasa, hiçbir şey yapamaz" diyen Napoléon, dün de çok haklıydı bu konuda, bugün de.
Umarım, bu soruya verilecek doğru yanıt, yalnızca hukukçuyu, ahlakı ve ahlakçıları değil, herkesi, elbette halkımızı da doyuran bir çözümün başlangıcı olur.
Ahlak ve ahlaka aykırı olmaması gereken hukuk anlayışıma göre, bu konuda benim yanıtım yalındır, açıktır ve şudur, efendiler: Her gün dile getirdiğimiz ahlaka kıyan böyle biri, yargılamanın hiçbir döneminde ve aşamasında asla yer alamaz.
Kesinlikle de yer almamalıdır, efendiler.
Geliniz, kendimize son kez soralım, dürüstçe ve yiğitçe yanıtlayalım: Hukuku ve adaleti kimler çiğneyip, kirletiyorlar?
Hiç kuşkusuz, ahlaka ve şereflere dayanan hukuk öğretiminden geçmesine karşın, bilimi dışlayarak, şerefleri üzerine içtikleri antları çiğneyerek, hukuk konularında yargılar kuranlar, ahkâm kesenler.
Bunları önlemek, eğer devletimiz, otoriter, totaliter bir devlet; toplumumuz da dispotik bir toplum değilse, herkesten önce Barolar Birliğinin, baroların, sonra da her hukukçunun görevidir, ödevidir, sayın hukukçular, sayın avukatlar.
(Sürecek…)
Prof. Dr. Sami Selçuk - Eski Yargıtay Birinci Başkanı - Eski İ. D. Bilkent Ü. Öğretim Üyesi |
Editör: N. Cingirt
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.