Barış Süreçlerinde Riskler ve Fırsatlar: Çözüm Süreci Müzakereleri Üzerine Bir Değerlendirme
Barış Süreçlerinde Riskler ve Fırsatlar: Çözüm Süreci Müzakereleri Üzerine Bir Değerlendirme
23.10.202508:19
Haber Merkezi
110

22 Ekim 2024’te Devlet Bahçeli’nin herkesi şaşırtan çıkışının üzerinden bir yıla yakın zaman geçti. Bu süreçte Abdullah Öcalan’ın doğrudan muhatap alınması ve topluma hitap etmesine izin verilmesi, PKK’nın kendini feshettiğini ilan etmesi ve sembolik olarak silah bırakması, çatışmaların büyük ölçüde durması, ayrıca Meclis’te tüm partilerin temsil edildiği bir komisyon kurulması gibi önemli gelişmelere tanık olduk. Peki bu tür müzakere süreçleri hangi koşullarda başarıya ulaşıyor, hangi koşullarda çöküyor? İktidar ve PKK arasındaki müzakerelerin başarıyla sonuçlanması için dünyadaki örneklere kıyasla bazı avantajları olsa da, süreç ciddi riskler de barındırıyor. Bu yazıda bu faktörleri siyaset bilimi literatüründen hareketle analitik bir çerçeveye oturtup tartışacağım.

En temelde müzakerelerin ilerleyebilmesi için tarafların karşılıklı tavizler vererek ortak bir zemin bulmaları gerekir. Ancak bu yalnızca tarafların taleplerinin ve beklentilerinin makul, karşılanabilir ve karşı tarafça kabul edilebilir olması durumunda mümkündür. Taleplerin maksimalist olması veya bir tarafın temel pozisyonlarını değiştirmeye hiç yanaşmaması, süreci daha başından tıkanma noktasına getirir.

İkincisi, bu ortak zeminin korunabilmesi için hem devlet hem de silahlı örgüt tarafında sürece karşı çıkabilecek güçlü aktörlerin, yani “veto aktörlerinin”, süreci bloke etmemesi önemlidir. Veto aktörleri, masada olmasalar bile sürecin gidişatını durdurabilecek kadar etkili kişi veya gruplardır. Devlet tarafında siyasi partiler ya da güvenlik bürokrasisi, örgüt tarafında ise sertlik yanlısı kanatlar buna örnek gösterilebilir.

Yine benzer şekilde üçüncü faktör sabotaj riskidir. Anlaşma sağlandıktan sonra süreci bozmak isteyen aktörlerin harekete geçmesi çok olasıdır. Bu aktörlerin etkisizleştirilememesi, masayı dağıtabilir.

Dördüncüsü, ortak bir zemin bulunsa bile tarafların birbirlerine güven duyması gerekir. Taraflardan biri, diğerinin verdiği sözleri yerine getirmeyeceğini düşünürse süreç çöker. Siyaset biliminde bu duruma ‘’commitment problem’’ yani taahhüt sorunu denir. Kısaca karşılıklı güvensizlik, “Ben silah bırakırım ama ya sen sözünü tutmazsan?” veya “Ben yasa çıkarırım ama ya sen tekrar silaha sarılırsan?” kaygısı, müzakereleri çıkmaza sokar.

Son olarak, taraflardan biri anlaşmanın kendi siyasi geleceğine tehdit oluşturduğunu düşünürse, yani tabanından, örgüt içinden veya toplumdan güçlü bir olumsuz tepki alırsa, masadan kalkması muhtemeldir.

Şimdi bu faktörleri, Çözüm Süreci müzakereleri özelinde, müzakerelerin başarıya ulaşma ihtimalini artıran unsurlardan başlayarak tartışacağım. Sürece doğrudan veto koyacak, sabote edecek ya da ciddi bir muhalefet oluşturacak aktörlerin olmaması, müzakerelerin başarı ihtimalini ciddi ölçüde arttırıyor. Ancak buna karşın, iktidarın ve PKK’nın hem Türkiye hem Suriye’deki reformlar ve hem de birbirlerine verecekleri tavizler konusunda ortak bir nokta bulamama ihtimalleri son derece yüksek gözüküyor. Her ne kadar tarafların Türkiye’de atılacak adımlar konusunda bir ortak zemin bulmaları daha olası gözükse de, tarafların Suriye’ye dair beklentileri arasında çok büyük farklar olması ve bir uzlaşı zemini bulabilseler bile, taahhüt ve karşılıklı güven sorunlarının kolayca aşamayacaklarından dolayı müzakerelerin başarısızlıkla sonuçlanma ihtimalini daha yüksek bir ihtimal olarak görüyorum.

Veto Aktörleri ve Sabotaj Riski

Dünyadaki hemen hemen bütün müzakere süreçlerine dair en büyük risk sürecin önüne taş koyacak ve sabote etmek isteyen aktörlerin varlığıdır. Siyaset biliminde bunlara sırasıyla veto actors (veto aktörleri) ve spoilers (bozguncular-sabotajcılar) denir.

“Veto aktörleri”, müzakere masasında olmasalar bile sürecin başlamasını veya alınan kararların uygulanmasını engelleme gücüne sahip kişi ya da gruplardır. Devlet tarafında bu rolü kimi zaman güçlü siyasi partiler, güvenlik bürokrasisi ya da milliyetçi kamuoyu; örgüt tarafında ise sertlik yanlısı kanatlar, liderler veya sahadaki orta düzey komutanlar üstlenebilir. Benzer şekilde literatürde “spoilers” ya da sabotajcılar olarak anılan aktörler, barışın kendi çıkarlarını, ideolojilerini veya kimliklerini tehdit ettiğini düşündükleri için süreci baltalamaya çalışırlar. Bu tür aktörler bazen sahadaki ateşkesi bozarak, bazen sivillere yönelik ses getiren saldırılarla, bazen provokatif açıklamalarla, sokak çatışmaları ya da suikast girişimleriyle süreci raydan çıkarabilir. Eğer bu veto aktörleri ve sabotajcılar etkisiz hale getirilemezse, en iyi niyetli müzakereler bile kolayca çöker.

Türkiye’deki mevcut sürece baktığımızda veto aktörlerinin etkisi görece sınırlı ve süreci sabote etmeye çalışacak aktörlerin çıkması son derece düşük bir ihtimal. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Bahçeli sürecin arkasında ve partileri üzerinde mutlak hâkimiyetleri var. Devletin güvenlik bürokrasisi ve yargı üzerindeki etkileri belirleyici. Bu nedenle AKP, MHP veya devlet bürokrasisi içinden sürece ciddi bir itiraz çıkması zayıf ihtimal. PKK açısından da tablo farklı değil. Hem Öcalan hem de sahadaki lider kadro sürece destek veriyor. PKK, dünyadaki diğer silahlı örgütlere göre çok daha disiplinli, tarihsel olarak büyük krizlere rağmen ciddi parçalanmalar yaşamamış, kendi içinden ciddi rakip örgütler çıkmamış bir yapı. Bu nedenle lider kadronun onay verdiği bir sürecin örgütü bölmesi zor görünüyor.

Bununla bağlantılı olarak barış süreçlerinin başarısını etkileyen en önemli faktörlerden biri, silahlı ve siyasi hareketlerin ne kadar birleşik veya parçalı olduklarıdır. Siyaset bilimi literatürü, özellikle isyancı grupların birden fazla fraksiyona ve gruba bölündüğü durumlarda, müzakere süreçlerinin çok daha karmaşık ve kırılgan hâle geldiğini gösteriyor. Bu tür çatışmalarda aktörler yalnızca devlete karşı değil, birbirlerine karşı da konumlanarak silahlı mücadeleyi aynı zamanda bir iç rekabet aracı hâline getiriyorlar. Bu durum hem güven inşasını zorlaştırıyor hem de verilen taahhütlerin geçerliliğini sorgulanır kılıyor. Dünyadaki birçok isyan hareketi ve etnik hareket, bu tür parçalanmaların barış süreçlerini nasıl çıkmaza sokabildiğini gösteriyor. Örneğin, ulusal hareketinde irili ufaklı birbirinden farklı ideolojilere sahip onlarca örgüt bulunuyor ve bu örgütlerinin birbirleriyle arasındaki rekabet İsrail ve Filistinli gruplar arasındaki müzakere süreçlerini ve şiddet seviyesinde belirleyici oluyor. Süreçler sık sık sabotaja uğruyor.

Türkiye açısından bu bağlamda dikkat çekici bir istisna söz konusu. PKK, uzun süredir hem askeri hem de siyasi anlamda Türkiye'deki Kürt etnik hareketini neredeyse tamamen domine eden, disiplinli ve merkeziyetçi bir yapıya sahip. Hareketin diğer potansiyel aktörlere çok sınırlı alan tanıması ve karar alma süreçlerinde güçlü bir merkezileşmeye gitmiş olması, devletin karşısında yekpare bir muhatap bulabilmesini sağlıyor. Bu durum, taraflar arasında bir uzlaşma zemini oluştuğunda, alınan kararların tüm hareket içinde uygulanabilirliğini ciddi şekilde arttırıyor.  Kısacası, PKK’nın Kürt hareketi içindeki baskın pozisyonu, Türkiye’de yürütülen barış müzakereleri için nadir görülen bir avantaj sunuyor. Yani bir anlamıyla PKK’nın bu hegemonik gücü paradoksal olarak barış için büyük bir şans.

Yine de bu noktada belirtmem gerekir ki Ekim 2024’ten beri PKK’nın lider kadrosunun kendisine yakın medyaya yaptığı açıklamalardan takip edebildiğim kadarıyla, sahadaki liderlik, sürece Öcalan ve legal Kürt hareketine kıyasla daha temkinli yaklaşıyor. Öcalan’ın PKK üzerindeki etkisi ve gücü yadsınamaz olsa da örgütün zaman zaman Öcalan’ın direktiflerini tam uygulamadığı da biliniyor. Nitekim 2019 İstanbul seçimlerinde Öcalan tarafsızlık çağrısı yaparken, PKK ve HDP tabanı İmamoğlu’na yönlendirilmişti. Bu nedenle stratejik düzeyde olmasa da PKK ve Öcalan arasında taktik farklılıkların ortaya çıkabileceğini not etmek isterim.

Müzakerelerin Tabandan ve Toplumdan Tepki Çekmesi ve Muhalefet Partilerinin Rolü

Müzakerelerin önünü kesebilecek bir başka faktör toplumsal tepki ve kurumsal muhalefetin tavrıdır. Eğer süreç ciddi protestolara yol açarsa veya muhalefet partileri sert bir karşı çıkış geliştirirse, iktidar siyasi maliyet hesaplarıyla masadan kalkabilir.

Ancak Türkiye’de böyle bir durum yok. Muhalefet partilerinin büyük çoğunluğu sürece yapıcı katkı vermeye çalışıyor. Zafer Partisi ve İYİ Parti’nin itirazları geniş bir toplumsal mobilizasyona dönüşmedi. AKP ve MHP tabanında da ciddi bir rahatsızlık emaresi yok. Bu bakımdan süreç, siyasal elitler ve toplumsal destek açısından görece güvenli bir zeminde ilerliyor.

Tarafların Birbirlerinden Beklentileri ve Taahhüt Sorunu

İktidar ile PKK arasındaki müzakereleri iki başlık altında değerlendirebiliriz: Türkiye ve Suriye. Türkiye boyutunda PKK’nın temel beklentisi, hem hapisteki hem dağdaki militanların geleceğini güvence altına alacak yasal düzenlemelerin yapılması. Yani silah bırakanların topluma nasıl entegre edileceğine dair bir yol haritası ve güvenceler isteniyor. Hem iktidar kanadından hem meclis komisyonundan gelen açıklamalar –örneğin Fethi Yıldız ve Numan Kurtulmuş’un beyanları– bu konuda hazırlık yapıldığını ve hukuki düzenlemelerin görece kolay uzlaşılabilecek bir alan olduğunu gösteriyor. Ayrıca kamuoyuna yansımamış olsa da, üst düzey kadroların Türkiye’ye dönememeleri hâlinde Irak Kürdistan’ı veya Avrupa’da yaşamlarını sürdürebilmelerine dair bir zemin hazırlanabileceği de düşünülebilir. Dolayısıyla taraflar arasında asgari bir ortak payda mevcut. Ancak ortak noktada buluşulsa bile tarafların birbirine güvenmesi şart.

Siyaset biliminde commitment problem (taahhüt sorunu) denilen bu güven meselesi, yalnızca siyasal değil tüm anlaşmaların temel açmazı. Silahlı örgütler ve devletler arasındaki müzakerelerde taahhüt sorunu devletler arası veya bireyler arasında anlaşmalara kıyasla çözülmesi çok daha zor bir problem olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü zaten devlete kıyasla çok daha güçsüz olan silahlı örgüt silahlarını bir kez bıraktıktan sonra elinde devlete karşı kullanabileceği bir koz kalmaz. Dolayısıyla şiddet tehdidini bertaraf etmiş devlet, örgüte verdiği sözlerden kolayca dönebilir. Bu nedenle örgütler silah bırakmayı genellikle zamana yayar, devletin attığı adımları gözler. Örneğin yasal düzenlemelerin yapılıp yapılmadığına, dönen militanların hapse atılıp atılmadığına, entegrasyonlarının gerçekten sağlanıp sağlanmadığına bakarlar. Süreç bu yüzden genellikle adım adım ilerler, yıllara yayılır ve anlaşmanın hükümlerinin uygulanıp uygulanmadığına dair gözlem heyetleri oluşturulur.

Bu açıdan Türkiye’deki gelişmeler şimdilik son derece sınırlı, süreç çok yavaş ilerliyor ama bazı olumlu gelişmeler de var. Irak ve Suriye’deki çatışmalar durmuş görünüyor, PKK kendini feshettiğini açıkladı ve sembolik olarak silah bıraktı, meclis komisyonu kuruldu ve iktidardan yasal düzenlemeler konusunda pozitif açıklamalar geliyor. Yani militanların geleceği ve Türkiye’ye karşı silah bırakma konusunda hem ortak zemin oluşmuş hem de taahhüt sorunu kısmen aşılmış görünüyor.

Bununla birlikte, tarafların söylem farklılıkları dikkat çekiyor. İktidar süreci “Terörsüz Türkiye” vizyonuyla koşulsuz silah bırakma olarak tanımlarken, Öcalan ve PKK “demokratik entegrasyon” kavramını öne çıkarıyor. PKK lider kadrosunun açıklamaları iki noktaya işaret ediyor: 1) Öcalan’ın siyaset yapmasının ve fiziki özgürlüğünün önünün açılması, 2) Kürtlerin eşit vatandaşlık temelinde sisteme yeniden dahil edilmesi.

Her ne kadar Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılması gerçekçi olmasa da Öcalan’ın şartlarının iyileştirilmesi ve dış dünyayla daha rahat iletişim kurmasının sağlanması iktidar için son derece kolay ve bunun kısıtlı da olsa çeşitli işaretlerini gördük. Buradaki en önemli nokta PKK lider kadrosunun Öcalan’ın şartlarının iyileştirilmesinin ve dış dünyayla iletişim şartlarının geliştirilmesini silahları bırakmak için yeterli görüp görmeyeceği.

Öcalan’ın ve PKK lider kadrosunun “demokratik entegrasyon” kavramıyla kastettiği, anladığım kadarıyla, Kürtlerin mevcut siyasal sisteme daha fazla entegre edilmesi. Bu çerçevede, sınırlı da olsa bazı reform adımlarının atılması, iktidarın kısa vadede gerçekleştirebileceği ve taraflar arasında uzlaşı sağlanabileceğini düşündüğüm alanlardan bir tanesi. Örneğin, retorik düzeyde de olsa Kürtlerin Türkiye Cumhuriyeti’nin eşit vatandaşları olduğunun teslim edilmesi, Kürt toplumunun önemli bir kısmının oy verdiği ve siyasi temsilcileri olduğu kişilerin hapisten çıkarılması, yine kayyum uygulamalarına son verilmesi. Bunlar kolayca atılabilecek adımlar. Ve hatta belki bir adım ileri giderek Kürtçe anadilde eğitimin ve kamu hizmetlerinin önünün açılması gibi.

Ancak iktidarın bu konulardaki yavaşlığı ve isteksizliği tarafların beklentileri arasında bir uçurum olup olmadığı konusunda ciddi soru işaretleri oluşturuyor. Yine de Kürt hareketinin beklentilerinin geniş bir demokratikleşme programından ziyade son derece sınırlı entegrasyon ve reform programı olduğu söylenebilir. Ana muhalefet ve anketlerin birinci partisi CHP’ye ve sivil topluma yönelik yoğun baskıya rağmen sürecin sürmesi, Kürt hareketinin de bu baskılara dair eleştirilerini düşük perdeden dile getirmesini; Kürt hareketinin düzenlediği sokak protestoları, basın açıklamaları ve milletvekillerinin söylemlerinin çoğunun Öcalan’ın özgürlüğü ve PKK militanlarının Türkiye’ye dönmeleri için yasal değişikliklerin yapılmasına odaklanması bu limitli reform beklentisinin göstergesi olarak yorumlanabilir. Dolayısıyla her ne kadar bu başka bir yazının konusunu olsa da elimizde bu süreçten kapsamlı bir demokratikleşme bekleyenlerin, beklentilerini doğrulayacak herhangi bir veri yok.

Yine de belirtmek gerekiyor ki iktidarın CHP’ye ve sivil topluma olan yoğun baskısının artarak devam etmesi -ki gidişat bunu gösteriyor- Kürt hareketini de bir bütün olarak bir karar aşamasına ve daha net pozisyona almaya itebilir. Bu anlamda hareket içerisinden ve toplumdan gelecek eleştiri ve beklentiler belirleyici olacaktır. Dolayısıyla iktidarın muhalefete artan siyasal baskısı iktidar ve muhalefet arasında ince bir çizgi tutturmaya çalışan Kürt hareketinin toplumsal desteği ve gücünü ciddi bir tehlikeye sokarak, süreci de zora sokabilir.

Son olarak belirtmem gerekir ki devletler ve silahlı gruplar arasındaki müzakere süreçlerinin birçoğu demokratikleşmeyle sonuçlanmıyor. Aksine, silahların susmasıyla otoriter rejimi güçlendirecek yeni ittifakların kurulması, otoriter güç paylaşımı ve/veya otoriter rejimin tahkimi Rusya ve Bosna Hersek gibi yakın coğrafyamızdaki ülkelerin yanı sıra, Sahraaltı Afrika’nın birçok ülkesinde sıklıkla karşılaştığımız örnekler.

En Büyük Çıkmaz: Suriye

Müzakerelerin en kırılgan noktası ise Suriye. Önceki çözüm süreci de büyük ölçüde Suriye’deki gelişmeler yüzünden çökmüştü. Bugün de tablo farklı değil.

Hem AKP hem MHP kanadı PKK’nın silah bırakma kararının sadece Türkiye’yi değil, PYD ve SDG’yi de kapsaması gerektiğini düşünüyor. Hatta iktidar sözcüleri sık sık, 10 Mart 2025’te SDG ile Şam arasında imzalanan mutabakata atıf yapıyor. Ancak tarafların entegrasyondan anladıkları çok farklı. Bu haftaya kadar Şam ve Ankara, SDG’nin bütünüyle Suriye ordusuna katılmasını, merkezi yönetimin stratejik noktalar ve ekonomik kaynaklar üzerindeki hakimiyetinin yeniden tesis edilmesini istiyordu. SDG ise merkezi yönetime entegre olmaya razıydı, ama şu an kendi kontrol ettiği bölgelerde yerel komutaya bağlı bir kolordu ve iç güvenliği korumakta ısrar ediyordu; ayrıca siyasi hak güvenceleri ve aşamalı bir takvim talep ediyordu. Kısacası, siyasal aktör gibi SDG kazanımlarını ve otonomisi korumak istiyor. Türkiye ve Şam ise bu alternatif güç merkezini elinden geldiğince zayıflatmak istiyor.

Bu hafta Şam yönetimi ve SDG arasındaki ön mutabakata varıldığı açıklansa da, sahadaki durumun ve beklentilerin değiştiğini söylemek zor. Örneğin; SDG’nin ordusunu dağıtmadan üç askeri tümenle Suriye ordusuna katılması konusunda anlaşma sağlandığı, detaylarınsa teknik görüşmelerde belirleneceği açıklandı. Bu pratikte SDG’nin daha önce direttiği bir kolordu oluşturma isteğinden pek de farklı değil. Kâğıt üstünde Suriye ordusuna bağlı 3 SDG tümeni, emir-komuta zinciri içerisinde hareket eden bir Suriye ordusunun oluşacağı anlamı gelmiyor. Çünkü SDG’nin askeri yapısı dağıtılmayacak ve SDG kendi yapısını koruyacak. Taraflar arası herhangi bir anlaşmazlık çıkması durumunda SDG tümenlerinin ve bu tümendeki askerlerin merkezi hükümetin daha üst rütbeli askerleri yerine kendi komutanlarını dinleyeceğini tahmin etmek zor değil. Bu durum, merkezi otoritenin zayıf olduğu veya iç savaştan yeni çıkmış ülkelerde sık görülen bir model. Kâğıt üstünde birleşik bir ordu olsa da, pratikte farklı güç merkezlerine bağlı askeri birimler fiilen özerk hareket ediyor. Bu da, Somali ve yakın zamanda Güney Sudan örneklerinde olduğu gibi kısa sürede yeni ve kanlı iç çatışmalara ve askeri darbe girişimlerine yol açabilir.

Bunun yanı sıra taraflar arasında şu an SDG’nin kontrolünde olan sahalardan çıkan petrolün nasıl paylaşılacağı ve ülkenin nasıl bir yönetim sistemine sahip olacağı konusunda bir görüş birliği yok hatta aksine Mazlum Abdi, kendilerinin desantralize bir sistem istediklerini ve bu konuda Şam yönetimiyle aralarında bir görüş farklılığı olduğunu açıkladı. Kısacası en büyük anlaşmazlık noktalarına dair herhangi bir çözüm emaresi yok. Taraflar gerçek bir anlaşmaya varmaktan ziyade zaman geçirmeye çalışıyor gibi görünüyor.

Önceki çözüm sürecinin çökmesinin belki de en önemli nedenlerinden biri, iktidarın PKK’nın Suriye’deki kazanımlarından duyduğu tehdit algısı ve PKK’nın da bu kazanımların verdiği özgüvenle Türkiye’de benzer bir askeri başarı elde edebileceğini düşünmesiydi. Aradan geçen on yılda Esad rejimi devrildi ve Ankara’nın yakın ilişki kurduğu, siyasi yatırım yaptığı Ahmed eş-Şara ülkenin yeni lideri oldu. Ancak bu değişim, iç savaşın bittiği anlamına gelmiyor. Aksine, eş-Şara döneminde farklı azınlık grupları –ki bunların içinde omurgasını YPG’nin oluşturduğu SDG de var– ile rejim güçleri arasında çatışmalar devam etti. İktidarla bağlantılı olduğu düşünülen grupların Alevi ve Dürzilere yönelik katliamları, İsrail’in bölgeye doğrudan müdahalesi, eş-Şara’nın kendi silahlı grupları ve Suriye coğrafyası üzerindeki kontrolünün sınırlı olması, savaşın yalnızca yeni bir aşamaya geçtiğini gösteriyor. Dünyadaki örnekler bize Suriye İç Savaşı gibi uzun ve kanlı iç savaşların yeniden şiddetlenme ihtimalinin her zaman yüksek olduğunu ve istikrarın sağlanmasının son derece zor olduğunu gösteriyor.

Mevcut istikrarsızlık koşullarında ve güç dağılımında, SDG’nin silahlarını ve siyasal gücünü gönüllü olarak bırakması için pek mantıklı bir neden yok. Eş-Şara’nın kontrolü zayıf, niyetleri belirsiz, azınlıklar büyük saldırılara maruz kalıyor. Dolayısıyla SDG, hem güvenlik hem de siyasi koz olarak elindeki askeri gücü korumaya meyilli. Ancak bu durum, Türkiye açısından PKK kaynaklı tehdit algısının devam etmesi ve Suriye’deki ekonomik kaynakların SDG kontrolünde kalması anlamına geliyor. İktidarın Suriye’nin geleceğine dair siyasi ve ekonomik planları düşünüldüğünde, böyle bir tabloyu kabul etmesi zor.

Üstelik Öcalan ve PKK lider kadrosu da sık sık Suriye’deki durumun Türkiye’deki müzakerelerin dışında olduğunu, oradaki dinamiklerin farklı olduğunu ve PKK kararlarının SDG’yi bağlamadığını vurguluyor. Son 10-15 yılda SDG/PYD/YPG liderleri ve yerel komutanları, PKK içinden çıkmış olsalar da giderek bağımsız güç merkezleri ve kendi örgütlenme ağlarını kurdular. Bu nedenle Öcalan ve PKK silah bırakma çağrısı yapsa dahi, ki bunun gerçekleşeceğine pek ihtimal vermiyorum, SDG’nin üst ve orta düzey kademesinin buna uymama ihtimali yüksek.

Bir başka sorun da Türkiye’nin temel taleplerinden biri olan “Suriyeli olmayan PKK kadrolarının Suriye’den çıkması.” Bu talebin hayata geçirilmesi oldukça güç. Zira örgüt kadrosunun bir kısmı Suriye’den ayrılmak istemeyebilir. PKK liderliği bu konuda direktif verse bile, tıpkı 1999-2004 arasında Öcalan’ın silah bırakma çağrısının binlerce militanın örgütten kopmasına yol açtığı gibi, yeni bir örgüt içi krizi tetikleyebilir.

Öte yandan iktidar şu anki maksimalist pozisyonu olan SDG’nin Suriye’de silah bırakması isteğinden vazgeçse bile, PKK’nın, Türkiye’nin Suriye’ye askeri bir operasyon yapmayacağına dair bir garanti almadan silahlarını gerçek anlamda bırakacağını düşünmüyorum. Bu da klasik bir taahhüt sorununu gündeme getiriyor: Yani PKK gerçekten silah bırakırsa, Türkiye’nin Suriye’ye operasyon yapmasını engelleyecek en önemli kozunu kaybetmiş olacak. Dünyadaki örneklerde bu tip sorunlar genelde üçüncü tarafların arabuluculuğuyla ve garantörlüğüyle aşılıyor. Ancak bugün böyle bir üçüncü taraf rolü üstlenebilecek bir güç görünmüyor. ABD’nin bu rolü üstlenmesi teorik olarak mümkün olsa da, Washington’un bölgedeki önceliklerinin değişmesi ABD'nin gelecekte SDG'ye desteğinin devam edeceğine dair bir garanti olmaması -ki Kürtlerin ABD tarafından yüzüstü bırakılmaların uzunca bir tarihi var- ve ABD’nin Türkiye’deki iktidarın politikalarını ciddi anlamda etkileyebileceğinin şüpheli olması, hem Türkiye’nin hem SDG’nin ABD’nin garantörlüğünü samimi olarak kabul etme ihtimalini zayıflatıyor.

Son olarak, 7 Ekim sonrasında Ortadoğu’daki dengeler de değişiyor. ABD’nin İsrail’e olan koşulsuz desteği, İsrail’in güçlenmesi, ve bölgedeki azınlıklara artan ilgisi, 50 yıldır Ortadoğu’da  değişen dinamiklere adapte olma ve ayakta kalma meziyetini kimsenin inkar edemeyeceği PKK’nın ve SDG’nin bu yeni dinamiklere kayıtsız kalacağını düşünmek yanlış olur.  Dolayısıyla Suriye’deki gelişmeler Türkiye ile PKK’nın beklentilerini derin biçimde ayrıştırıyor. Ankara ile PKK Türkiye’de ortak bir noktada buluşsa bile, taahhüt sorununu aşabileceklerine dair ikna edici bir işaret yok. Bu tablo, mevcut koşullar altında müzakere sürecinin çökmesinin başarıdan daha olası olduğunu gösteriyor.

Sonuç

Dünyadaki diğer iç çatışmalarla karşılaştırıldığında, PKK–Türkiye çatışmasının çözümünü görece daha mümkün kılan bazı önemli avantajlar var. Barışa güçlü şekilde karşı çıkan etkili bir siyasi hareket, toplumsal mobilizasyon ya da devletin ikna etmesi gereken birden fazla silahlı grup yok. İktidar bloğu ve bürokratik elitlerin büyük kısmı süreci destekliyor. PKK içinde de anlamlı bir iç muhalefet görünmüyor. Bu durum, müzakere süreçlerinde sıkça karşılaşılan “spoiler” aktörlerin yokluğu anlamına geliyor ve bu da süreci teknik olarak daha yönetilebilir kılıyor.

Ancak bu olumlu tabloya rağmen, müzakerelerin kaderini belirleyecek asıl meseleler hala çözülmüş değil. Türkiye'de yapılacak reformlar konusunda ciddi belirsizlikler var. Daha da önemlisi tarafların Suriye’nin geleceğine dair beklentileri son derece farklı ve bu fark, müzakere masasında ortak bir zemin bulmayı zorlaştırıyor. Hatta taraflar uzlaşmaya varsalar bile, bu uzlaşının sürdürülebilirliği için gereken karşılıklı güveni inşa etmeleri ve taahhüt problemlerini aşmaları kolay değil. Bu nedenle, kısa ve orta vadede sürecin başarıya ulaşma ihtimali zayıf görünüyor.

Bugün itibarıyla Çözüm Süreci müzakereleri, barış süreçlerinin "kolay" kısmını geçmiş durumda: ateşkes sağlandı, lider düzeyinde onay var ve kamuoyunda kayda değer bir sessizlik hâkim. Fakat bu sessizlik kırılgan. Üstelik bu kırılganlık sadece Türkiye sınırlarıyla sınırlı değil; Suriye'deki gelişmeler ve Kürt hareketinin bölgesel konumu da doğrudan etkili olacak. Güven ilişkisi kurulmadıkça, somut siyasi adımlar atılmadıkça ve dış koşullar netleşmedikçe, bu sessizlik kalıcı bir barışa dönüşmeyecek. Hatta olumsuz bir senaryoda bu sessizliğin, fırtına öncesi sessizlik olduğu ortaya çıkabilir.

Ulaş Erdoğdu

Barış Süreçlerinde Riskler ve Fırsatlar: Çözüm Süreci Müzakereleri Üzerine Bir Değerlendirme - Ulaş Erdoğdu | Birikim Yayınları


Editör: N. Cingirt
Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Operasyonların dalga boyu!
Her Taraf
23.10.2025
Operasyonların dalga boyu!