Tüm hakları saklıdır.

Bugün, silahların gölgesinin büyük ölçüde kalktığı bu eşikte, 40 yıllık kolektif travmamızın zamanla kendi kendine geçecek sıradan bir yara olmadığını net bir biçimde idrak etmeliyiz. Aksine, nesiller boyu aktarılma riski taşıyan, toplumsal güveni ve gelecek ufkunu zehirleyen bu hali, pasif bir bekleyişle değil, siyasetin toplum mühendisliği kibrinden uzak, bir toplum hekimliği hassasiyetiyle makrodan mikroya dokunan bilinçli ve sistematik sosyal politika müdahaleleriyle iyileştirmek birincil gö
Birdenbire sustu her şey. 40 yıldır hayatımızın fon müziği, haber bültenlerimizin demirbaşı, endişelerimizin en somut adresi olan o uğultu, yerini tuhaf, neredeyse sağır edici bir sessizliğe bıraktı. Ancak bu sessizlik, bedeli on binlerce canla; vatan toprağını bekleyen askerimizle, asayişi sağlayan polisimizle, korucularımızla, en ücra köşeye ilim götüren öğretmenimizle ve bu şiddet sarmalında en büyük bedeli ödeyen bölgedeki masum insanlarımızla hem de çoluk çocuk ödenmiş ağır bir sükûnet.
Bu yeni döneme bakarken hissettiğim ilk şey, zafer değil, derin bir sorumluluk duygusu. Asker ve sivil şehitlerimize, gazilerimize, bölge insanımıza olan borcumuz, sadece terör örgütü silah bıraktığında değil, onların uğruna can verdiği bu ülkede hiçbir gencin umudunu kaybetmediği, hiçbir ailenin yoksullukla ve çaresizlikle boğuşmadığı, adaletin ve refahın coğrafya ayırt etmeksizin her eve ulaştığı gün ödenecektir.
40 yıldır güvenlik paradigmasıyla düşünmeye, konuşmaya ve yaşamaya o kadar alıştık ki, şimdi bu yeni “barış” durumuyla ne yapacağımızı tam olarak bilemiyoruz. Ortaya çıkan bu yeni zemin, tehlikeli olduğu kadar muazzam fırsatları da içinde barındırıyor. Tehlikeli, çünkü bu zemini, geçmişin acılarını siyasete malzeme yapan popülist naralarla, eski düşmanlıkları körükleyen geçmişin hayaletleriyle doldurmaya hevesli olanlar çıkacaktır. Fırsat, çünkü bu durum, bize ilk defa gürültüden arınmış bir atmosferde durup, sorunun kök nedenleri üzerine sükûnetle düşünme ve en önemlisi, “barış” denen o soyut kelimenin içini somut, insani ve adil politikalarla doldurma imkânı sunuyor. Bu süreç, bize yeni bir toplumsal sözleşme yazma, yıpranmış bağları onarma ve daha kapsayıcı bir “biz” tanımı yapma şansını veriyor.
Bu yazı, silahların susmasının bir son değil, aksine, meşakkatli bir yeniden toplumsal inşa sürecinin başlangıcı olduğunu savunma iddiasında. Ayrılıkçı terör dönemi sonrası Türkiye’de, onarıcı sosyal politika pratiklerinin ötesine geçerek, merkezine insan onurunu ve potansiyelini koyan “insani kalkınmacı” bir sosyal politika perspektifinin gerekliliğini ve imkânlarını görmek zorundayız.
Veriler Ne Diyor?
Silahların gölgesinde geçen 40 yıl, sadece canlarımızı yakmadı; aynı zamanda toplumsal ruhu, adalete olan inancı ve en önemlisi, ülkenin farklı coğrafyaları arasındaki refah makasını tehlikeli bir şekilde açtı. Bu soyut tespiti somut verilere dayandırmak, sosyal politikanın en temel görevi. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın hazırladığı Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Endeksi (SEGE) çalışmaları, bize acı ama net bir tablo sunuyor. SEGE, ülkemizin farklı bölgelerinin adeta sosyal ve ekonomik röntgenini çeken, politika yapıcılara yol gösteren en önemli araçlardan birisi.
Referans olarak alabileceğimiz 2017 tarihli kapsamlı İl SEGE raporu (ilçe bazlı SEGE raporu ise 2022 tarihlidir), Türkiye’deki 81 ili, sosyo-ekonomik gelişmişliği bütüncül bir şekilde ölçen sekiz ana boyut altında incelemekte: Demografi, İstihdam, Eğitim, Sağlık, Rekabetçi ve Yenilikçi Kapasite, Mali Durum, Erişilebilirlik ve Yaşam Kalitesi. Bu boyutlar altında toplanan 52 farklı değişken (okullaşma oranlarından hekim sayısına, kişi başı gelirden internet kullanımına kadar) üzerinden yapılan analiz sonucunda, iller altı farklı gelişmişlik kademesine ayrılmış durumda.
Tablonun en can alıcı ve bizim için en anlamlı kısmı ise şu: En düşük gelişmişlik düzeyini ifade eden altıncı kademede yer alan 16 ilin tamamı, istisnasız bir şekilde, terörün en ağır bedelleri ödettiği Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerimizde. Bu iller; Adıyaman, Ardahan, Diyarbakır, Kars, Iğdır, Bingöl, Batman, Şanlıurfa, Mardin, Siirt, Bitlis, Van, Hakkâri, Muş, Ağrı ve Şırnak’tan oluşuyor.
Bu veri, basit bir sıralamanın çok ötesinde bir anlam taşıyor. Bu, 40 yıllık bir terör ve Kürt meselesi sarmalının, yani şiddet ile etnik talepler ve azgelişmişlik arasındaki o meşum etkileşimin istatistiksel fotoğrafı. Bu harita, bize sadece ekonomik bir geri kalmışlığı değil, aynı zamanda nesiller boyunca biriken bir umutsuzluğu, fırsat eşitsizliğini ve devletin yatırım ve hizmet sunumundaki yapısal zorluklarını da gösteriyor. Bu memleket ahvali dökümü, soğuk ve mesafeli bir dille, yakıcı bir gerçeği belgeliyor: Ülkenin bir yarısı görece refah içindeyken, diğer yarısı temel insani gelişim göstergelerinde geride kalmıştır. Bu durum, terör örgütlerinin “Devlet sizi unuttu, biz sizin yanınızdayız” şeklindeki zehirli propagandası için en verimli toprağı oluşturmuştur. Dolayısıyla önümüzdeki yeniden inşa süreci, bu haritayı sadece bir veri olarak okumak değil, ahlaki ve vicdani bir sorumluluk olarak kabul etmekle başlamalı. Bu tabloyu değiştirmek, terörle mücadelenin en kalıcı ve en sivil zaferi olacaktır.
Kolektif Yasımız ve Anlam Arayışımız
Toplumların da bir hafızası, ruhu ve iyileşmesi gereken yaraları vardır. Kolektif hafıza, bizi biz yapan olaylar ve anlatılar bütünü; kimliğimizin hamurunu yoğuran harç. Ancak bu harç, iki ucu keskin bir bıçak gibidir: Bizi birleştirebilir, yüceltebilir ve geleceğe taşıyabilir ya da geçmişin karanlık dehlizlerine hapsederek enerjimizi tüketebilir.
Modern Türkiye’nin tarihinde, bu diyalektiğin en olumlu örneği hiç şüphesiz Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in kuruluşudur. İşgalin ve Sevr’in dayattığı o mutlak yıkım ve ulusal ölüm halinin travması, bu topraklarda yaşayan Türk’üyle, Kürt’üyle, Laz’ıyla, Çerkez’iyle tüm unsurların ortak iradesiyle, topyekûn bir direnişle sağaltılmıştı. Bu süreç, sadece askerî bir zafer değil, aynı zamanda çökmüş bir imparatorluğun küllerinden ortak bir siyasi kimlik ve gelecek projesi çıkartan, travmayı birleştirici bir enerjiye dönüştüren muazzam bir sosyal ve siyasi başarıydı. Bu başarı, travmanın içinde donup kalmak ya da ayrı bir benlikle bölünmek yerine, ondan yeni ve güçlü bir kimlik inşasının mümkün olduğunu göstermişti.
Ancak bu kurucu irade ve onun harcını kardığı milli benlik, özellikle 1980’lerde başlayan ve 40 yıl boyunca hayatımızın her alanını rehin alan PKK terörüyle derin bir yara aldı. Terörün yarattığı tahribat, on binlerce can kaybı ve maddi yıkımın ötesinde, belki de en büyük hasarı o birleştirici kimliğimize verdi. Etnik temelli ayrılıkçılığı bir şiddet metodu olarak kullanan terör, toplumun fay hatlarını hedef alarak güvensizliği körükledi ve “biz” olarak kurduğumuz o geniş aileyi, kendi içinde hasımlaşan, birbirine yabancılaşan karşıt kutuplara ayırma siyasetini güttü. Bu süreç, milli bünyeyi, sürekli bir varoluşsal tehdit kaygısıyla yaşamaya mahkûm ederek ve gündelik dili dahi militarize ederek kolektif ruhumuzda -her ne kadar farklı coğrafyalarda farklı biçimlerde hissedilse de- derin ve ortak bir travma yarattı.
Bugün, silahların gölgesinin büyük ölçüde kalktığı bu eşikte, 40 yıllık kolektif travmamızın zamanla kendi kendine geçecek sıradan bir yara olmadığını net bir biçimde idrak etmeliyiz. Aksine, nesiller boyu aktarılma riski taşıyan, toplumsal güveni ve gelecek ufkunu zehirleyen bu hali, pasif bir bekleyişle değil, siyasetin toplum mühendisliği kibrinden uzak, bir toplum hekimliği hassasiyetiyle makrodan mikroya dokunan bilinçli ve sistematik sosyal politika müdahaleleriyle iyileştirmek birincil görevimizdir.
Bu noktada, rahmetli Sırrı Süreyya Önder’in o her zamanki ironik ve neşeli üslubuyla itiraz ettiğini duyar gibiyim: “Hocam, sizin başlangıç kabul ettiğiniz o 40 yıllık travma, bizim için yüzyıllık bir filmin sadece son makarasıdır.” Bu itirazdaki haklılık payını, yani terörün verimli bir zemin bulduğu o tarihsel ve sosyo-ekonomik birikimi görmezden gelmek, bir sosyal bilimci için en büyük hata olur. Zira benim de sahada tanıklık ettiğim gerçeklik, bu iki anlatının nasıl iç içe geçtiğini ve birbirini beslediğini acı bir şekilde ortaya koyuyordu.
Adına “Çözüm Süreci” denen, puslu bir iyimserlik ile kökleşmiş bir güvensizliğin kol kola gezdiği o tarihsel aralıkta (2013-2015 arası), bir akademisyen olarak il sınav temsilciliği göreviyle iki farklı zamanda Şırnak’ta bulundum. Gündüzleri devletin en temel fonksiyonlarından birini, yani tüm çocuklara eşit bir gelecek sunma vaadinin simgesi olan bir sınavın yönetimini icra ederken, akşamları şehrin sosyal dokusuna karıştığınızda, bambaşka bir hakikat evreninin kendini nasıl yeniden ürettiğine tanıklık edebiliyordunuz.
Bir kafede otururken yan masadan kulağınıza çalınan fısıltılı sohbetlerde, bizim “terör örgütünce kaçırılmış” veya “kandırılmış” olarak gördüğümüz, kayıp bir nesil olarak yüreğimizde hissettiğimiz çocukların ve gençlerin, birer “kahraman” olarak anlatıldığı menkıbelere şahit oldum. “Dağa çıkan” bir gencin eylemi, öfkeli bir propaganda tonundan ziyade, daha içselleştirilmiş, neredeyse gündelik hayatın parçası haline gelmiş melankolik bir kabulleniş ve onurlandırma biçimiyle kutsanıyordu.
O fısıltılı sohbetler, aslında terör örgütünün en temel stratejisinin, yani “anlatı gaspının” işlediği mikro-iktidar alanlarıydı. Örgüt, bölgedeki gerçek sorunları, mağduriyetleri ve umutsuzlukları kendi totaliter ideolojisinin potasında eriterek onlara el koyar. Onları temsil etmek bir yana, bu acıları kendi şiddet döngüsünün birer argümanına dönüştürerek en büyük zararı yine bölge insanına verir. Bu son derece bilinçli anlatı mühendisliğiyle, devletin boş bıraktığı her anlam alanını kendi sahte ve kötücül mitolojisiyle doldurur ve bunu bölge halkına yegâne hakikat olarak dayatmaya çalışır.
Dolayısıyla önümüzdeki görevin karmaşıklığı burada yatmakta. Bir yanda, terörün neden olduğu ve tüm milleti kapsayan meşru travmamızı onurla sahiplenmek; diğer yanda ise, terör örgütünün istismar ettiği o toplumsal sorun alanlarını bir an önce ve adaletle çözerek örgütün bu anlatı hegemonyasını temelden çökertmek. Bu, pasif bir restorasyon değil, proaktif bir inşa sorumluluğudur. İnşacı bir sosyal politikanın misyonu, bu iki kanatta aynı anda yürümektir: Hem ülkenin batısındaki bir şehit anasının acısını dindirecek adımları atmak hem de güneydoğusundaki bir gencin umutsuzluğa kapılarak örgüte yem olmasını engelleyecek fırsatları kurmak. Şehitlerimize olan vefa borcumuz, ancak travmayı geleceğin kurucu harcına dönüştürebilen bu bütüncül ve kuşatıcı başarıyla ödenebilir.
Yeniden İnşanın Yol Haritası
Peki, terörsüz bir Türkiye’yi yeniden inşa etme görevi hangi temel üzerine oturacak? On yıllardır büyük fedakârlıklarla yürütülen güvenlik odaklı stratejilerin, terör örgütünün askerî kapasitesini kırmakta başarılı olsa da kalıcı bir barışı tek başına getiremeyeceği artık acı bir evrensel tecrübeyle sabittir. Bu noktada, terörizm araştırmalarının en önemli isimlerinden Andrew Silke’nin çalışmaları (2014, 2019 vd.), adeta bir uyarı levhası gibi önümüzde duruyor.
Silke, terörle mücadelenin çoğu zaman kanıta dayalı politikalardan çok, anlık siyasi reaksiyonlar ve yerleşik mitler üzerinden yürütüldüğünü, bunun da genellikle verimsiz, hatta ters tepen sonuçlar doğurduğunu gösterir (2004). Onun da işaret ettiği gibi, terörü sadece bir askerî sorun olarak görmek, onu besleyen sosyal, ekonomik ve siyasi dinamikleri ıskalamak, uzun vadede sorunu çözmek yerine kangren haline getiriyor. Öyleyse, silahların susmasıyla açılan bu yeni sayfayı bu reaktif döngüden çıkarak nasıl dolduracağız? Toplumsal onarım ve güçlenme dediğimiz o muammalı, adeta sisler içindeki mefhumu nasıl ete kemiğe büründüreceğiz? Elimize konan bu “tarihi fırsat” denen nazlı kuşu kaçırmamak için hangi pusulaya bakacağız? Neyse ki bu çetrefil patikada yürüyen ilk kafile biz değiliz.
İnsanlık, kendi acılarını onarma ve yeniden dirilme bahsinde, Kuzey İrlanda’nın gerilimli sokaklarından Kolombiya’nın kanla sulanmış topraklarına, Güney Afrika’nın ırkçı kâbusundan Bosna’nın parçalanmış ruhuna dek, zengin mi zengin bir acı dersler mirası biriktirmiştir. Bu küresel hafızadan ve kendi derinlikli birikimimizden damıtacağımız, bize mahsus bir yol haritası, ancak beş temel eksen üzerinde yükselebilir. Bu yol haritası, aynı zamanda, terörün o zehirli “anlatı gaspına” karşı, devletin ve toplumun, kendi onarıcı ve birleştirici destanını, kadim bir bilgelikle yeniden kaleme alma projesidir; bir nevi, geleceği geçmişin enkazından devşirme gayretidir.
1. Temel Eksen: Hakkaniyet ve Onarıcı Adalet
Barış, bir af bahşetme eylemi değil, adaletin sabırla ve özenle tesis edilmesidir. Ancak travmanın enkazı üzerine yeni bir toplumsal sözleşme inşa edilecekse, bu adalet, salt faili cezalandırmaya odaklanan indirgemeci bir mantığa sıkışamaz. Esas olan, ilişkileri, toplumsal dokuyu ve bireyin kendi failliğini onaran, geleceğe dönük bir onarıcı adalet anlayışıdır. Bu yaklaşım, yaraları sarmaktan öte, travma sonrası büyümeyi (travma bilgeliği de denebilir) mümkün kılan kolektif bir iyileşme potansiyelini hedefler. Travmayı bir sonlanma değil, yeni bir bilinç ve dayanışma biçiminin başlangıcı olarak kodlar.
Bu eksenin temel amacı, devletin adil bir hakem olduğu inancını, her bir vatandaşın hanesinde ve kalbinde yeniden tahkim etmektir. Güney Afrika’nın Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu gibi sembolik mekanizmalar önemlidir, fakat asıl dönüşüm, adaletin toplumsal politika pratiklerine sızmasıyla gerçekleşir. Tam da bu noktada, Brezilyalı düşünür ve eğitimci Paulo Freire’nin eserleri bize devrimci bir yol haritası sunabilir. Üniversitedeki derslerimde, öğrencilerimden sıklıkla iki eserini okumalarını istediğim Freire (Ezilenlerin Pedagojisi ile Yüreğin Pedagojisi), “bankacı eğitim modeli” olarak tanımladığı, bilginin ve çözümün “yukarıdan” “aşağıdakilere” lütuf gibi aktarıldığı sistemi reddetmiştir. Sosyal hizmetlerin, desteklerin ve yardımların, toplumu “yardım nesnesi” haline getiren bir “bankacılık” anlayışıyla dağıtılması, mevcut bağımlılık kültürünü ve edilgenliği pekiştirmekten başka bir işe yaramıyor.
Aslında bu teorik çerçevenin en sarsıcı ve somut örneği, son yıllarda bizzat sivil toplumun kendisinden, en beklenmedik yerden filizlendi: Diyarbakır Anneleri. Bu girişim, Freire’nin kavramlarının adeta ete kemiğe bürünmüş halidir. Yıllarca evlatlarının acısını özel alanda, sessizlik içinde yaşayan anneler, terör örgütünün ve siyasi uzantılarının baskısına rağmen kamusal alana çıkarak sessizlik kültürünü kırdılar. Bireysel trajedilerini kolektif bir hak arayışına dönüştürerek, kendilerini edilgen birer “mağdur” olarak konumlandırmayı reddettiler. Bunun yerine, kendi kaderlerini tayin etme iradesini gösteren, hesap soran ve çözüm talep eden aktif özneler haline geldiler. Yardım beklentisinden, “biz çocuklarımızı istiyoruz” eylemine geçtiler. Diyarbakır anneleri, travmanın yarattığı çaresizlikten, kolektif bir güçlendirmenin ve hak temelli bir eylemin doğabileceğinin en dokunaklı kanıtıdır. Dolayısıyla Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı gibi kurumların rolü, bu türden organik ve meşru sivil direnişleri birer “proje” olarak yönetmek değil, onların sesini duymak, taleplerine cevap üretmek ve onları her türlü baskıya karşı koruyacak güvenli alanları tesis etmektir.
2. Temel Eksen: İnsani Kalkınma ve Yerelden Dönüşüm
SEGE haritasını değiştirmenin yolu, betondan-asfalttan değil, insandan geçiyor. Bu eksen, bölgenin kendi ekosistemini ve yerel beşerî sermayesini harekete geçiren, sosyal çalışma perspektifine dayalı bir kalkınma modelini hedeflemeli. GAP tecrübesinin ötesine geçerek, kalkınmayı başkentten dikte etmek yerine, doğrudan o köyün, o mezranın insanıyla birlikte planlamalıyız. Merkezi ve yerel kamusal otorite, bölgedeki erken yaşta zorla evlilikler ve kız çocuklarının okullaşma oranının düşüklüğü gibi sorunlarla mücadelede yerel aktörleri güçlendirmelidir. Ancak konu çocuk işçiliği gibi kangrenleşmiş bir yaraya geldiğinde, mesele sadece güçlendirmekten daha derindir. Dürüstçe sormak zorundayız: Tarımda, sanayide, sokaklarda kaybolan çocuklarımızın emeği üzerinde yükselen bu düzen, acaba yetkililerin, yerel güç odaklarının ve hatta toplumun bir kesiminin zımni bir mutabakatıyla mı ayakta duruyor? Bu, çoğu zaman açık bir ihmalden ziyade, ekonomik çarklar dönmeye devam etsin diye geliştirilmiş kolektif bir vicdani körlük, bir tür “göz yumma” hali olmasın? Bir çocuğun tarladaki, atölyedeki “çocuk varlığını” görmezden gelmek, onun sadece çocukluğunu değil, geleceğini de çalmaktır. Bu zımni mutabakat kırılmadıkça, yani devlet, çocuk işçiliğini bir “kalkınma maliyeti” olarak değil, bir insanlık suçu olarak kodlayıp sıfır toleransla üzerine gitmedikçe, kuracağımız hiçbir izleme sistemi kâğıt üzerinde kalmaktan öteye geçemez.
Mevsimlik tarım işçiliği döngüsünü kırmak için ailelere yönelik şartlı eğitim ve sağlık yardımlarını artırırken, yereldeki kadın girişimcileri destekleyerek onlara ekonomik bağımsızlık kapısı aralamalıdır. Yerel otantik ürünleri işleyecek, markalaştıracak ve e-ticaretle tüm Türkiye’ye pazarlayacak kadın kooperatifleri, sadece aile bütçesine katkı sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda kadının toplumsal statüsünü güçlendirerek ataerkil baskıların ve erken evliliklerin panzehri olabiliyor. Kalkınma, dışarıdan gelen uzmanların değil, o toprağın insanının liderliğinde, bölgenin kendi dinamiklerinden beslenerek yeşermelidir.
3. Temel Eksen: Birbirini İyileştiren Toplumlar ve Ortam Terapisi
40 yıllık bir çatışma, sadece bedenleri değil, ruhları da yaralamıştır. Bu eksenin görevi, sosyal politikanın en şefkatli yüzü olan sosyal hizmetleri, bireyi yalıtılmış bir vaka olarak gören klinik bakışın ötesine taşıyarak, bizzat sosyal çevreyi bir iyileşme aracına dönüştürmektir. Burada, psikiyatride “ortam terapisi” olarak bilinen devrimci yaklaşımdan ilham alabiliriz. Bu yaklaşım, bireyi sorunlu ortamından çekip “tedavi etmek” yerine, o ortamın kendisini (aileyi, okulu, mahalleyi, iş yerini) terapötik, yani iyileştirici bir niteliğe kavuşturmayı hedefler. Amaç, profesyonellerin tekeline sıkışmış bir ruh sağlığı hizmeti değil, birbirini iyileştiren toplumlar oluşturmaktır.
Bu düşüncenin kökleri, II. Dünya Savaşı’nın enkazından doğmuştur. İngiliz psikiyatr Maxwell Jones, savaştan dönen ve ağır travmalar yaşayan askerlerin klasik yöntemlerle iyileşemediğini fark ettiğinde, hastaneleri katı hiyerarşinin olduğu kurumlar olmaktan çıkarıp, hastaların ve personelin birlikte karar aldığı, sorumluluk paylaştığı “terapötik topluluklara” dönüştürmüştü. Bu topluluklarda hastalar, edilgen birer nesne değil, kendi iyileşme süreçlerinin ve birbirlerinin iyileşmesinin aktif özneleri haline gelmişlerdi.
Sosyal hizmet merkezleri, çocuk destek merkezleri, toplum merkezleri ve şiddet önleme merkezleri gibi kurumları, birer hizmet dağıtım noktası olmaktan çıkarıp, bu türden “iyileştirici ortamların” ana karargâhları olarak yeniden düşünmeliyiz. Sahada görev yapan sosyal çalışmacı, psikolog, öğretmen, sağlık personeli ve hatta güvenlik güçleri, karşılarındaki her kişinin bir travma geçmişi olabileceği bilinciyle, yani “travma-bilgili” bir anlayışla eğitilmelidir (bir makalemizde bunu detaylı ele almıştık; Tuncay ve Akçay, 2018).
Zira okulda öfke nöbeti geçiren çocuk “yaramaz” değil, çatışma travması mağduru olabilir ve onun ihtiyacı olan şey disiplin cezası değil, güven veren, sarmalayan bir okul iklimidir. Gezici toplum ruh sağlığı ekipleri, en ücra köylere kadar giderek yas, kayıp ve şiddete maruz kalmış ailelere sadece bireysel destek sunmakla kalmamalı, aynı zamanda o topluluk içinde dayanışma ve karşılıklı destek ağlarının kurulmasına öncülük etmelidir. Gazilerimiz, şehit yakınlarımız, terör mağduru sivil vatandaşlarımız ve çatışmanın ortasında büyüyen çocuklar için öncelikli, ulaşılabilir ve damgalayıcı olmayan ruh sağlığı hizmetleri bir lütuf değil, devletin en temel görevidir.
4. Temel Eksen: Hafızayla Yüzleşme ve Kapsayıcı Kimlik
Hafıza, intikam için tutulan bir çetele değil, bir daha aynı hataları yapmamak için bakılan bir pusuladır. Bu eksende, tek sesli bir propaganda yerine, çok sesli ve onurlu bir hafıza inşa etme amaçlanmalıdır. Bir şehit anasının acısıyla, köyü boşaltıldığı için evini terk etmek zorunda kalan bir dedenin acısını yarıştırmanın ötesinde; her bir vatandaşın acısını biricik ve meşru kabul ederek, hepsine aynı saygıyla ve şefkatle sahip çıkmak gerekiyor.
Bu onurlu yüzleşmenin en çetrefil, ancak en kaçınılmaz adımı ise anadil meselesi. Bir insanın anadili, sadece bir iletişim aracı değil; onun kimliğinin, kültürünün, hafızasının ve en derin duygularını ifade etme biçiminin taşıyıcısı. Bir insanın en içli ağıtını, en neşeli türküsünü, en samimi duasını söylediği dilin kamusal alanda yok sayılması, o insanın varoluşuna yönelik sembolik bir şiddettir. Terör örgütü, devletin bu alanda bıraktığı boşluğu, “senin dilini, onurunu biz savunuyoruz” yalanıyla doldurarak en büyük istismarı yapmıştı. Dolayısıyla anadilin öğretilmesi, öğrenilmesi ve kamusal hayatta özgürce kullanılmasının önündeki engellerin kaldırılması, bir insan hakkının ve onurun iadesi olarak gerçekleşmelidir.
Bu yeni hafıza, sadece dilde değil, mekânda da inşa edilmeli. Üniversitelerle işbirliği içinde yürütülecek sözlü tarih çalışmaları, sanat projeleri ve belgesellerin yanı sıra, çatışmanın yaşandığı yerlerde, farklı acılara saygı gösteren hafıza mekânları ve anıtlar oluşturulmalı. Bir tarafın zaferini diğerinin yenilgisi üzerine kuran anıtlar değil, ortak yası ve barış arzusunu simgeleyen, herkesin etrafında toplanabileceği mekânlar tasarlanmalı. Okul kitapları, tek bir anlatıyı dayatmak yerine, bu toprakları oluşturan tüm unsurların tarihini, kültürünü ve katkılarını içeren çok sesli bir anlayışla yeniden yazılmalı. Amaç, “onlar” ve “biz” ayrımını körükleyen terör diline karşı, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı üst kimliğini, bütün kültürel farklılıkları bir tehdit değil, bir zenginlik olarak kucaklayan, sahici bir “hepimiz” bilincini yeniden inşa etmektir.
5. Temel Eksen: Yeniden Entegrasyon ve Toplumsal Kabul
Barış sürecinin en çetrefil ama kaçınılmaz adımı, silah bırakmış eski militanların topluma yeniden entegrasyonudur. Bu adım, asla suçun meşrulaştırılması değildir. Ancak kalıcı barış, kanun dışı kimse kalmadığında sağlanır.
Bu noktada, teröristlerin örgütten ayrılma süreçlerini psikolojik boyutuyla inceleyen ve bu alandaki en yetkin isimlerden biri olan Tore Bjorgo ve John G. Horgan’ın (2014) çalışmaları bize önemli bir ışık tutmakta. Horgan, insanların terör örgütlerinden ayrılmasının ani bir aydınlanmadan ziyade, karmaşık ve aşamalı bir süreç olduğunu ortaya koymuştu (Bjorgo ve Horgan 2008). Bu süreç, genellikle örgüte ve yöntemlerine yönelik hayal kırıklığı, yorgunluk, liderliğe güvensizlik gibi “itici faktörler” ile normal bir hayata duyulan özlem, aile kurma isteği, devletin sunduğu af ve entegrasyon programları gibi “çekici faktörlerin” bir araya gelmesiyle tetikleniyor.
Bu bilgi, sosyal politika için hayati bir anlam taşıyor: Yeniden entegrasyon, sadece bir güvenlik veya adalet meselesi değil, aynı zamanda bu “çekici faktörleri” bilinçli olarak inşa etme görevidir. Özellikle örgüte çocuk yaşta katılmış veya zorla alıkonulmuş olanlar, birer “fail”den önce “mağdur” olarak kabul edilmelidir. Sosyal hizmet profesyonelleri, bu gençlerin ve ailelerinin psikososyal rehabilitasyonunda, mesleki eğitime yönlendirilmesinde ve toplumsal hayata yeniden tutunmalarında başrolü oynamalıdır. Bjorgo ve Horgan’ın bir diğer önemli tespiti, örgütten ayrılanların her zaman ideolojik olarak tamamen arınmış olmayabileceğidir. Ancak barış için öncelikli olan, şiddet eyleminin son bulmasıdır. Bu nedenle sosyal politika, ideolojik dönüşümü bir ön şart olarak dayatmak yerine, bireyin toplumsal ve ekonomik hayata yeniden bağlanmasını sağlayarak şiddetten uzaklaşmasını kalıcı hale getirmeyi hedeflemelidir.
Madalyonun diğer yüzü olan toplumsal kabul ise, sabırlı bir iletişim stratejisi gerektiriyor. Yıllarca büyük acılar çekmiş yerel halkın ve tüm toplumun, bu süreci kalıcı barış için bir yatırım olarak görmesi, kanaat önderleri, sivil toplum ve devletin ortak çabasıyla mümkün. Sosyal adalet perspektifi, bu süreci bir güvenlik sorunundan ziyade, nesiller arası şiddet döngüsünü kırma ve toplumsal bütünleşmeyi sağlama sorumluluğu olarak görmeyi gerektirir.
Geleceği Konuşmak ve İnşa Etmek
Terör sonrası Türkiye’nin önündeki en temel mesele, bu tarihi fırsatı kalıcı bir toplumsal barışa ve bütüncül bir kalkınmaya dönüştürmek olmalı. Bu, pasif bir bekleyişle değil, bilinçli ve kararlı bir inşa süreciyle mümkün. Bu süreç hepimiz için çetin bir imtihan.
Görevimiz, bu beş temel eksenli yol haritasını bir iyi niyet temennisinden çıkarıp, devletin, sivil toplumun ve akademinin somut eylem planlarına dönüştürmektir. Güvenlik terminolojisinin yerini sosyal politika projelerinin, çatışma dilinin yerini ise dayanışma ve hakkaniyetle atılan adımların aldığı bir gelecek inşa etmeye mecburuz. Bu mecburiyet, sadece bir neslin değil, gelecek nesillerin de kaderini belirleyecek bir sorumluluktur.
Şehitlerimize ve gazilerimize olan vefa borcumuz, ancak ve ancak travmalarımızı birer bilgelik madalyasına, acılarımızı daha adil bir geleceğin harcına dönüştürebildiğimizde ödenecektir. Asıl zafer, silahların susması değil, bu topraklarda umudun ve adaletin hiç kimseden esirgenmediği bir hayatın filizlenmesidir.
Kaynakça
Bjorgo, T., & Horgan, J.G. (Eds.). (2008). Leaving Terrorism Behind: Individual and Collective Disengagement (1st ed.). Routledge. https://doi.org/10.4324/9780203884751
Horgan, J. (2014). The psychology of terrorism (2nd ed.). Routledge. https://www.routledge.com/The-Psychology-of-Terrorism/Horgan/p/book/9780415698023
Silke, A. (Ed.). (2004). An Introduction to Terrorism Research. In A. Silke (Ed.), Research on Terrorism: Trends, Achievements and Failures (pp. 1-29). Frank Cass. https://doi.org/10.4324/9780203500972-9
Silke, A. (2019). Routledge Handbook of Terrorism and Counterterrorism. Routledge. https://www.routledge.com/Routledge-Handbook-of-Terrorism-and-Counterterrorism/Silke/p/book/9780367580520
T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı. Kalkınma Ajansları Genel Müdürlüğü. (2018). İllerin ve bölgelerin sosyo‑ekonomik gelişmişlik sıralaması araştırması SEGE‑2017 (Araştırma Raporu No. 3). Ankara. https://www.sanayi.gov.tr/merkez-birimi/b94224510b7b/sege
Tuncay, T. ve Akçay, S. (2018). Terörizmin Psikososyal Etkileri ve Sosyal Hizmet Uzmanının Rolleri. Toplum ve Sosyal Hizmet, 29(2), 337-354.
Editör: N. Cingirt
Yazılım: Kod8 | Haber8 Sistemi Versiyon 1.12.17
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.