
Farzımuḥal, 2013 yılındaki “Esed kimyasal silah ile saldırdı” iddiasının ortaya atıldığı günlere dönme imkânı yakalasak, bu düzmece olayı fırsat bilip ön saflarda “Esed gidecek” diye koşturarak dünyayı müdahaleye çağırır mıydık?
Suriye dış politikamız ile bugün vardığımız şu noktayı iyice idrak ettikten sonra, bir an için, farz-ı muḥal, 2013 yılındaki “Esed kimyasal silah ile saldırdı” iddiasının ortaya atıldığı günlere dönme imkânı yakalasak, Suriye meselesine yine aynı mezhepçi kaygıları güderek mi yaklaşırdık? Bir yıl sonra, Şam yönetimine muhalif cihatçı güçlerin bir “sahte bayrak” operasyonu olarak tasarlandığı ortaya çıkan bu düzmece olayı fırsat bilip “Esed gidecek” diye ön saflarda koşturarak dünyayı müdahaleye çağırır mıydık?
Türkiye-Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi (YDSK) kurup Ortak Bakanlar İ Toplantısı yaptığımız, barış içinde yaşadığımız komşumuz Suriye bugün ancak İsrail’in silah oynatabilip at koşturabildiği ve başımıza her tür çorabın örülebileceği bir nüfuz bölgesine dönüşüyor. Bu süreçte 3 milyon Suriyeli de bize mülteci olarak itelenmiş durumda. Geriye dönebilmiş olsak, önce devletsizliğe sonra İsrail’e diz çöktürülen Suriye’nin bu hale getirilmesine razı olur muyduk?
Böyle bir soruyu bugün ortaya atmamın temel sebebi, Suriye hükümeti ile İsrail arasında bu ayın sonlarına doğru imzalanacağına kesin gözüyle bakılıyor olan “güvenlik anlaşması.” Taraflar şu aralar maddeleri müzakere ediyorlar. Sızan haberlere bakılırsa, İsrail iki ülke arasında 1974’te imza edilen ateşkes anlaşmasına uygun olarak, Suriye’de işgal ettiği yerlerden eski konumuna çekilmeye (!) hazır. Yalnız bunun karşılığında garanti altına almaya çalıştığı hususlar var. Türkiye'nin bu ülkedeki bazı üslerde Suriye ordusunu eğitmesine karşı olan ve bunun için o üsleri bombalayarak mesaj vermekten bile çekinmemiş İsrail ne istiyor? Suriye hükümetinin stratejik silah ve hava savunmasından mahrum bırakılmayı kabul etmesini istiyor. Şam yönetiminin başkentin güneyindeki Suveyda’ya kadar olan bölgelerden asker çekmesini, buraları silahsızlandırmasını ve bölgeye “insani yardım koridoru” açılmasına izin vermesini istiyor.
Yani: Ankara, Suriye’den gölgesini çeksin; o gölgeyi Tel Aviv koysun isteniyor. YPG'nin tasfiyesine de karşı olan İsrail böylelikle, Golan Tepeleri’nden Süveyda’ya, oradan da ABD desteğindeki Kürt milislerin kontrolünde bulunan kuzeydoğu Suriye topraklarına uzanan “Davut Koridorunu” kurabilecek, istediği zaman. Bir anlamda, İsrail Türkiye’nin komşusu olsun, yarın Türk askerinin başına bir yerlerde “çuval geçirilecekse”, onu da artık İsrail askeri yapabilsin! İstenen bu!
Şimdi, bir dizi hatalı dış politika tercihleriyle geldiğimiz bugünkü manzaraya yol sürecin başlarına, bir an için 2013 yılına gidelim ve 12 yıl önce hangi noktada olduğumuzu görelim! Görelim ki nereden nereye nasıl geldiğimizi iyi anlayalım.
Hafızalarını biraz zorlayanlar çok iyi hatırlayacaktır. 2013 yılı Ağustos ayındaydık. 21 Ağustos akşamı, bizler ulusal televizyonlarda film, dizi, haber programı vs. izlerken yayın akışları aniden kesiliverdi. Kanallar, Suriye’de meydana gelen bir olayı “son dakika” gelişmesi olarak vermekle yetinmemiş, 61. T.C. Hükümeti'nin Dışişleri Bakanı'nın açıklamasına naklen bağlanmak üzere yayın akışlarını kesmişlerdi.
2011’de Körfez monarşilerinin ve belli başlı NATO ülkelerinin silah, mühimmat ve finansal desteğiyle Suriye yönetimini devirmek üzere savaşmaya başlayan cihatçı gruplar o gün, “Suriye hükümetine bağlı ordu birliklerinin başkent Şam yakınlarındaki Guta’da zehirli gaz yüklü füzelerle kimyasal saldırı düzenlediklerini” iddia etmiş, “saldırıda 1000’den fazla sivilin öldüğünü” ileri sürmüşlerdi. Dışişleri Bakanımız, canlı yayında yaptığı açıklamalarda, iddiayı doğru kabul eden bir görüntü vererek, “saldırının kabul edilemez olduğunu” söylüyor ve Batı’yı “insanlık adına” göreve davet ediyordu. Aynı Başbakan daha sonra Avrupa turuna çıkacak ve Berlin’de “Esed’in tüm kırmızı çizgileri aştığını” ileri sürecekti. (Oysa bundan yaklaşık bir yıl sonra Pulitzer ödüllü duayen gazeteci Seymour M. Hersh, London Review of Books’ta 4 Nisan 2014 günü yayınlanan yazısında, ABD’nin istihbarat kaynaklarına dayanarak sürpriz (!) gerçeği açıklayacaktı: 21 Ağustos 2013’te Şam’ın doğusundaki Guta banliyösünde meydana gelen sarin gazlı kimyasal silah saldırısı, Suriye rejimi tarafından değil, ABD’yi Suriye’ye karşı savaşa sürüklemek amacıyla El Kaide’ye bağlı El Nusra Cephesi tarafından planlanarak gerçekleştirilmişti.)
Ancak Ankara 2013’te Suriye’ye müdahale isteyen bir görüntü veriyordu. Gerekirse bunun için Türkiye olarak sahada liderlik etmeye de hazırdı. İlerleyen zamanda bunu daha net dillendirecek, “sahaya inmek” üzere bölgede 25 km derinliğinde bir “güvenli bölge” oluşturmak isteyecek, ABD’den de bunu desteklemek üzere bu bölge içerisinde uçuşa yasak bir alan oluşturulmasını talep edecekti.
Ankara’nın seneleri bunun için ABD’den (beyhude yere) “yeşil ışık” beklemekle geçecekti.
Eski Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ve dönemin Başbakan'ı Recep Tayyip Erdoğan
Oysa ABD ve İngiltere’nin başka planları vardı. Bir kere burası Irak gibi değildi. Rusya’nın gelişkin hava savunma sistemlerine sahip Suriye topraklarında bir bölgeyi uçuşa yasak bölge ilan etmek hem riskli ve zordu hem de çok maliyetli. Reim değişikliğine proksi güçlerle ilerlemek daha uygun görünüyordu. Bunun için de önce IŞİD’in sahada ilerlemesine müsamaha gösterilecek, onlar ilerleyecek, kıyım yapacak, zulümleri görüldükten sonra sahaya “kurtarıcı” olarak Washington’un hava desteğindeki proksi güçlerin girmesi sağlanacak ve Suriye toprakları barajlarından petrol ve doğal gaz sahalarına kadar bu güçlerce “kurtarılacaktı.” 2013 henüz bunun tam olarak netleştiği bir yıl değildi. IŞİD 2014 yılında Irak'ın ikinci büyük kenti Musul'da ve Musul'un başkenti olduğu Ninova vilayetinde kontrolü tamamen ele geçirecek ve halifelik ilan edecekti. Ağustos 2014'te de ABD başkanı Barack Obama IŞİD'e karşı hava saldırısı emri verecekti.
Ankara’nın 2013 yılında Suriye’ye askeri müdahale konusunda fazla “proaktif” bir tutum içinde davranmasının bir nedeni de sahada öncülüğü Fransa ya da bir başka Batı ülkesine kaptırmak istememesiydi. İki yıl önce Libya aniden karıştığında, NATO’nun Kaddafi rejimini devirmek üzere Libya’ya müdahalesi söz konusu edilmiş, bölgede pek çok yatırımı da bulunan ve statükoya razı konumdaki Ankara gelişmeleri tam okuyamamış, hatta “NATO’nun Libya’da ne işi var?” şeklinde özetlenen bir pozisyonda olacakları seyir ile “yetinmişti.” İşte o arada Fransa, herhangi bir meşru BM kararına vs. dayanmadan Hava Kuvvetleri ile saha öncülüğünü üslenmiş ve Libya topraklarını, öncelikle Libya ordusunun envanterindeki Rus yapımı tankları – ilerde kendi imalatı olanlarla yenilemek üzere yeni rejimle anlaşmak umuduyla- hedef alarak hükümete bağlı güçleri vurmuştu.
Neticede, Libya’da sahada olmadığı için masada da yer alamadığını fark eden Ankara, Suriye’de benzer bir durumun yaşanmasını istemiyor, “Esed rejimi” diyerek küçümsediği Suriye’de Sünni cihatçılar lehine bir rejim değişikliğini Batı’nın desteğiyle kendisi gerçekleştirmek isteyen bir görüntü veriyordu.
Lafı uzatmayalım. Şam’da “rejim değişikliği” düşüncesinin en hararetli savunucularından olan Ankara, neticede Suriye’de “sahaya inmek” için 2013’ten 2016’ya kadar Washington yönetiminden bir yeşil ışık yakmasını bekledi. Ancak o sinyal bir türlü alınamadı.
2009 yılında “Çözüm Süreci” adıyla bir Kürt açılımına yönelen Ankara, bu şekilde içeriyi tanzimle meşgul edilirken Suriye’de zaman içinde aslında kendi başına bir çorap örülmekte olduğunu 2015’te fark edebildi. Ve o bunu fark ettiğinde, Kürtlerin neredeyse Akdeniz’e kadar -kimi kesintilerle- sınır hattında 900 km boyunca uzanan hatta üç kanton kurduklarını gördü. ABD, “IŞİD ile mücadele” adı altında toplumlarından rıza alarak yürüttüğü operasyonlarla sınırımızın ötesinde -PKK ile güçlü bağları olduğu düşünülen- YPG/YPJ güçleri aracılığıyla, bir zamanlar Irak’ta yaptığına benzer şekilde özerk bir yapı ya da devlet kurma planını tıkır tıkır işletiyordu.
2015’te “sürece” son veren Ankara, bahçesinde bir tırmığa basıp sopayı kafasına yedikten sonra duruma ayılmış bir izlenim veriyordu. Ankara sınırının ötesindeki bu oldubittiyi engellemek üzere “sahaya inmek için” ihtiyaç duyduğu “yeşil ışık” sinyalini, hele de “süreci” sonlandırdıktan sonra ABD’den hiç alamayacaktı. Bunun üzerine Ankara, bu kez yeşil ışığı Rusya’nın yakmasını arzulamak üzere Moskova yönetimi ile ilişkileri geliştirmeye çalışan bir dış politika izlemeye başlayacaktı.
Güney sınırın ötesinde, tetiklenmesine kendisinin de katkıda bulunduğu hükümet aleyhtarı gelişmeler konusunda tamamen ABD dış politikasına tabi şekilde, eli kolu bağlı olmanın faturasının çok ağır olacağını fark eden ve bir şeyler yapılması gerektiğine inanan Ankara, Moskova ile ilişkileri ilerletmeye çalıştığında ve yeşil ışık almaya yaklaştığında, bu sefer de devlet içindeki tamamen Washington ve NATO güdümlü paralel yapının oyun planları devreye girecek ve Türkiye bir süre sonra kendisini kendi bacağından vurmuş şekilde bulacaktı.
2015 Kasım’ında “Rus uçağının düşürülmesi” Moskova ile Ankara arasında bir anda beklenmeyen bir krize sebep olmuştu. Ankara başta sahiplenir göründüğü bu krizin de başına tesadüfen gelmediğini fark ettiğinde bu kez de Moskova yönetimi ile krizi aşmak yönünde epey çaba sarf etmek, hatta hükümet tazelemek ve dış politikada U dönüşü yapmak, hatta ordusu içindeki NATO güdümlü unsurları tasfiye etmek zorunda kalacaktı.
Velhasıl Ankara, Suriye’de sahaya inebildiğinde tarihler 2016 yılının Ağustosunu gösteriyordu. Ancak bu kez de 2016 yılı aralık ayında Rus Büyükelçisinin Ankara’da suikast ile öldürülmesi sonucu Türkiye Rusya ile yeni bir kriz yaşayacak, taraflar bu krizi de atlatmak için yeni bir çaba göstermek sorunda kalacaklardı. Ankara’nın sahadaki varlığını sonlandırma potansiyeli taşıyan bu kriz de Moskova’nın itidalli davranması sonucu aşılabilecekti.
2011 yılı Ağustos’unda Şam’da Devlet Başkanı Beşar Esad’ı ziyaret eden ve sanki ABD ve uluslararası toplum ile Şam yönetimi arasında “temas merkezi” imiş gibi davranan ve “zamanın artık Esad için daraldığı” mesajını ileten Türk Dışişleri Bakanı, Suriye liderinin “Siz ABD’nin mi yoksa Türkiye’nin mi temsilcisisiniz” şeklinde sorusuna muhatap kalmışsa da, Washington’dan bir yeşil ışık alabilme umudunu canlı tutabilmişti.
Ankara aradan ancak 5 yıl geçtikten sonra onda da Moskova’nın iradesiyle sahaya inebiliyordu. Lakin bu kez bambaşka bir saha söz konusu idi. Ve bambaşka bir hedef gerekiyordu. Beş yıl önce, Şam’da bir rejim değişikliyle belki kendisine yakın, Sünni bir iktidarın kurulacağını ümit ederek “proaktif” davranmış olan Ankara, bu kez, IŞİD’i gerileterek büyümüş Kürt milislerin ABD desteğiyle oluşturduğu ve neredeyse Akdeniz’e kadar -kimi kesintilerle 900 km’ye- ulaşan bir hat üzerinde kurdukları üç kantonun arasındaki bağlantıları koparmayı ve nihayetinde bu oluşumu sahadan silmeyi hedefleyecekti. 2020’ye kadar Suriye’de dört askeri operasyon gerçekleştiren ve bu amaçla bölgede çok sayıda üs kuran TSK, neticede kantonlar arasındaki bağlantıları koparmış, İdlib, Cerablus, El-Bab, Azez, Rasulayn, Tel Abyad gibi şehirleri kontrol altına almıştı, ama YPG varlığına ve onun belirli bölgeleri kontrol altında tutmasına son verememişti.
HTŞ militanları, Esad'ın devrilmesinin ardından Şam'daki Başkanlık Sarayı'na girdi, 8 Aralık 2024
O tarihten 2024’e kadar bölgede durum Ankara açısından çok büyük değişiklik arz etmeyen, adeta donmuş bir görüntü verdi. Çok daha iyi hatırlanacağı gibi, Suriye Savaşı 2024 yılı aralık ayında “sürpriz” şekil ve hızda, ama hemen hemen sakin denilecek bir tarzda, Beşşar Esad’ın ülkeyi terki ve Heyet Tahrir’üş Şam (HTŞ) isimli eski el Kaideci güçlerin Şam zaferi ile (ara)sonlandı. 13 yıllık çatışmalı dönemin nihayet bittiğini ve “mevzunun kapandığını” düşünenler çoğunluktaydı. Ancak daha o günlerde, bu köşede kaleme aldığım 9 Aralık tarihli ve “Orta Doğu’da Arap Sonbaharı” başlıklı T24 yazımda, Suriye’deki bu şiddetli sarsıntının asıl deprem değil, öncü olabileceğini dile getirmiş ve “muzafferlerin sevinç çığlıkları sizi yanıltmasın, kötü günler bitti ve şimdi sırada daha kötü günler var” demiş, “önümüzdeki dönemde yaşanabilecek zorunlu göç, etnik mübadeleler, katliamlar vd. artçı sarsıntılar vicdan sahibi her insanı üzmeyi sürdürecek,” demiş ve eklemiştim:
“Tel Aviv, Suriye topraklarında güvenli bölge/tampon bölge oluşturmak ve zamanla sınırlarını -belki Dera, Kuneytra ve hatta Suveyda’yı da içerecek şekilde- Golan’ın da ötesine geçmek üzere genişletmek için zaman kolluyor olabilir. Şu an sanki baş aktörmüş gibi (!) cihatçılardan rol çalıp sahaya inmesi ‘hoş olmaz,’ ‘iyi görüntü vermez,’ belki ama Dera ve Süveyda’yı Suriye ordu birliklerinin çekilmesiyle teslim almış olan cihatçı güçler kimi yerlerden buraları İsrail’e bırakırcasına çekilirse şaşırmamak lazım. Zaten çekilmezlerse de, İsrail arzuladığı tampon bölgeyi kurmak üzere bizzat sahaya inip, affedersiniz (!) zor kullanmak durumunda kalabilir.”
2025 yılı Eylül ayı itibarıyla geldiğimiz şu noktada, “öfkeli çocuklar” dediğimiz El-Kaide uzantısı Sünni İslamcılar Şam’da hükümetteler belki, ama Alevi ve Dürzi katliamlarına girişmeleri yetmezmiş gibi, İsrail ile Esad’ın müzakeresini bile yapmayacağı bir güvenlik anlaşmasını yapmak üzereler. Anlaşma imzalanırsa, Kürt grupların liderliğini yaptığı ve petrol kuyuları ile barajları elinde tutan Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) İsrail üzerinden Akdeniz’e açılması mümkün hale gelebilir. Bu durum, İsrail’in bir anlamda Irak ve Türkiye sınırlarına dayanması anlamına gelebilir.
Ankara’nın jeopolitik olarak kendi aleyhine birtakım gelişmeleri engelleme imkânı da İsrail ve Suriye hükümetleri arasında imzalanacak olan güvenlik anlaşması ile sıfırlanmak üzere.
Nasıl mı?
Hatırlanacağı gibi, Ankara Palmira’nın batısındaki Tiyas üssü ile Humus çölündeki Şayrat üssünde asker ve savaş uçakları konuşlandırmayı ve Suriye hava kuvvetlerine eğitim vermeyi planlıyordu. Şam yönetimi ile de bu konuda anlaşmış idi. Middle East Institute’de Terörle Mücadele ve Suriye Programları Direktörü Charles Lister’in altını çizdiği üzere, Suriye’deki egemenlik sahasını Aralık ayından itibaren giderek genişleten İsrail bu gelişmeyi kendisine bir anlamda “kafa tutma” olarak okumuştu. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın mart ayında ABD’ye yaptığı ve bu konudaki mutabakatı aktaracağı ve teklif yapacağı ziyaretten üç gün önce İsrail, söz konusu askeri havalimanlarını bombaladı.
Tel Aviv’in Ankara’ya mesajı açıktı. Tel Aviv, bu havalimanlarını geçmişte nasıl İran yanlısı güçlere yar etmemek için çalıştıysa, bugün de yeni hükümetin baş müttefiki sayılabilecek Ankara’ya kapalı tutmakta kararlıydı. Bunun için de İsrail güçleri bu havalimanlarını olduğu gibi, Suriye’nin değişik noktalarındaki hükümet güçlerine ait stratejik noktaları, mühimmat ve silah depolarını durmaksızın bombaladı.
Şimdi de silahla diz çöktürdüğü yeni Şam yönetimini masada attıracağı bir imza ile tamamen “ıslah” etmeyi ve Ankara’dan medet ummayı bıraktırmayı planlıyor.
Sky News Arabia’nın İsrail 12. Kanal’ına referans vererek aktardığına bakılırsa, ABD’nin arabuluculuğunda ve bölgesel güçlerin desteğiyle 25 Eylül’de Şam ve Tel Aviv yönetimleri tarafından imzalanması beklenen anlaşma,
- Suriye’de füze ve hava savunma sistemleri de dahil olmak üzere stratejik silah konuşlandırılmasını yasaklıyor.
- Şam’dan Süveyda'ya kadar uzanan bölgenin silahsızlandırılmasını gerektiriyor.
- Ayrıca, Süveyda Valiliği dahilinde bir “insani koridor” kurulmasını zorunlu kılıyor.
Sky News kaynaklarına göre, söz konusu güvenlik anlaşması Suriye Devlet Başkanı Ahmed el-Şara'nın 25 Eylül’de New York'ta yapacağı konuşmanın ardından imzalanacak.
Kaynaklar, Suriye ve İsrail'in yakın gelecekte kapsamlı bir barış anlaşması imzalamayacağını ve bu anlaşmanın yalnızca güvenlik boyutuyla sınırlı kalacağını da bildiriyor.
Denildiğine göre Suriye lideri Şara henüz tam olarak ikna edilmiş değil. Ama medeti ABD’den umarak hareket eden İslamcıların hele de bütün üsleri ve cephanelikleri vurulduktan sonra pek fazla şansı var gibi durmuyor.
Özetle, Türkiye’nin Suriye iye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi (YDSK) kurup ortak Bakanlar Kurulu toplantıları yaptığı komşusu Suriye, nasıl bir yapı ya da yapılar bütünü arz edecekse de ilerde, İsrail’in nüfuz bölgesine dönüşüyor. Bu arada 3 milyon Suriyeli de mülteci olarak Türkiye’ye itelenmiş oluyor. Ankara’ya “alın şu ihaleleri size verelim,” denerek ağzına belki bir parmak bal çalınıyor.
Süreç ile umulan YPG’nin tasfiyesi de “bir başka bahara” kalıyor. Hatta, ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi ve Ankara Büyükelçisi Tom Barrack , “YPG artık PKK ile ilişkili değil, Amerikan müttefikidir” diye konuşuyor. ABD’nin adeta bir bölge valisiymiş gibi davranan Barrack, bir anlamda; “Ee, PKK tasfiye olduysa, YPG’nin PKK bağlantısı da tasfiye olmuş demektir,” şeklinde bir mantık yürütmüş oluyor.
Bu durumda, Ankara’nın bir “ön alma” hamlesi olarak geçen Ekim ayında ABD ile koordinasyon halinde tasarladığı ve Bahçeli’nin ağzından ilk kez telaffuz ederek bir yol haritası çerçevesinde kurguladığı “süreç” de, farklı bir gelişme olmadıkça “fare doğurmuş oluyor.”
Hayat elbette, Kierkagaard’ın savunduğu gibi ileriye doğru yaşanan, ancak geriye doğru anlaşılan bir şey. Ankara’nın 2011 sonrasında sarıldığı dış politika tercihleri neticesinde ileriye doğru yaşayarak geldiği nokta işte bu. Bugün olan biteni bütünlüklü şekilde anlamak, tam idrak etmek için bu nedenle geriye doğru bakmamız ve sormamız gerekiyor:
Bugün vardığımız şu noktayı iyice idrak ettikten sonra, bir an için 2013 yılındaki “Esed kimyasal silah ile saldırdı” iddiasının ortaya atıldığı 21 Ağustos gününe dönme imkânı yakalamış olsa Ankara, farz-ı muḥal, daha sonra Şam yönetimine muhalif cihatçı güçlerin tezgahladığı bir “sahte bayrak” operasyonu olduğu da ortaya çıkan bu “saldırıya” ve Suriye meselesine yine aynı mezhepçi kaygıları güderek mi yaklaşır?
Yani 2011’de Şam’a gidip ülkenin meşru Devlet Başkanı Beşar Esad’a “bakın sabrımız tükeniyor” diyeceksiniz, 2013 ve sonrasında ABD’yi Suriye’de savaşa itelemek ve Esad’ı iktidardan uzaklaştırmak için planlanmış tüm oyunların önce kolaylaştırıcısı ve bir parçası, sonra da kurbanı olacaksınız!
Bugün olsa yine aynı şeyleri yapar mısınız?
Editör: N. Cingirt
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.