Sol Muhafazakârlık: Her şeyi Marx’tan mı bekleyeceğiz?
Sol Muhafazakârlık: Her şeyi Marx’tan mı bekleyeceğiz?
28.10.202506:26
Haber Merkezi
80

Ne kadar çok şey bilirsek bilelim, tek yönlü bir bakış açısına sahipsek onu kırmamız, böylece esnek ve sağlam bir düşünsel altyapıya sahip olmamız çok önemlidir. Her zaman eleştirel bir yaklaşımın sahibi olmamız, her durum ve bilgiyi eleştirel bir gözle yorumlamaya çalışmamız gerekir. Kendimizi görüşlerimize/ düşüncelerimize/ ideolojimize değil, eleştirel düşünceye ve bilime bağlamak, her zaman çok daha doğru ve gerçekçi bir yoldur.

İnsanlık tarihinde genellikle felsefe, sanat, edebiyat, bilim gibi entelektüel faaliyetlerin çoğunun sol görüşlerin; buna karşın ekonomi, din, gelenek, aile gibi kavramların da daha çok sağ anlayışların ilgi alanına girdiğini belirtebiliriz. Bu anlamda solun daha çok yenilik yapma ve yeniliklere açık olma durumuyla, sağın ise daha çok mevcut olanı koruma ve düzeni devam ettirme yaklaşımı ile özdeşleştiğini düşünebiliriz. Peki bu çok genel sınıflandırmadaki geçişleri ne şekilde adlandırmak gerekir? Örneğin muhafazakâr birisininzamanla sol değerleri benimsemesi durumunda ondan nasıl bir dönüşüm bekleriz? Ya da sol anlayışa sahip birisi zamanla belli konularda muhafazakarlaşabilir mi? Böyle bi muhafazakarlaşma olursa ona hala solcu denebilir mi? Muhafazakâr solcu olur mu? Bugün biraz bu konuları tartışmak istiyorum.

Her zaman olduğu gibi yine tartışmaya başlamadan önce hangi kavramdan ne anlıyoruz, biraz onlardan bahsetmekte yarar var. Başlıkta adı geçen “sol/solcu”, “sağ/sağcı” ve “muhafazakâr” gibi kavramlar ne anlama geliyor? Biraz onları tanımlamaya çalışalım.

Felsefi anlamda her kavramın içeriğinin tartışılmaya ihtiyaç duyduğunu biliyoruz. Bu açıdan baktığımızda klasik anlamda sol; emeği (ve işçi sınıfının haklarını), eşitliği, özgürlüğü, adaleti daha çok önemseyen bir yaklaşım olarak tanımlanabilir. Buna karşın sağı da geleneksel değerler (din, aile vb.), ekonomik refah, toplumsal düzen, istikrar gibi kavramlara öncelik veren bir anlayış olarak görebiliriz.

Ancak bugün bu kavramlar da kendi içlerinde büyük anlam değişikliklerine uğruyorlar. Artık sol deyince sadece emek eksenli bir yaklaşımı değil, onun yanında çevre, kadın, çocuk, hayvan, azınlık, LGBTİ+ hakları gibi ek birçok konuyu da anlıyoruz. Aynı şekilde sağ derken klasik anlamına ek olarak ulus devleti daha çok önemseyen, göçmenlere karşı, bireysel özgürlüğe daha yakın öte yandan otoriterliğe de uzak durmayan bir yaklaşımın da geliştiğini görüyoruz.

Gördüğümüz gibi zaten tarihsel olarak tartışmalı olan kavramların bir de zaman içinde anlamları değişebiliyor. Bu anlamda ben bu yazı genelinde “sol” kavramını emek, özgürlük, eşitlik mücadelesi veren klasik anlayışlarla (sol, sosyal demokrat, sosyalist, komünist, Marksist, vb.) birlikte çevre, kadın, çocuk, hayvan, LGBTİ+ vb. gibi yeni hakları da içine alacak şekilde, geniş bir kavram olarak kullanacağım. Aynı şekilde “muhafazakâr” kavramını da klasik anlamına ek olarak mevcut görüş, anlayış, duruş ya da ideolojisini her durumda korumaya çalışan, bu anlamda yeniliğe direnç gösteren bir yaklaşım olarak ele alacağım. Dediğim gibi, her kavram gibi bu kavramlar da felsefi anlamda tartışmaya açıktır ve ben de her bir tartışmanın bu konularda ufuk açıcı olduğuna inananlardanım.

Temel kavramlarda bir noktaya kadar uzlaştıysak asıl sorumuza gelebiliriz: Muhafazakâr solcu olur mu? Sol bir anlayışla muhafazakâr düşünce bağdaşır mı? Solcu bir insan tutucuya da gerici olabilir mi?

Muhafazakarlık ve Sol Muhafazakarlık

Felsefi açıdan muhafazakâr kesimlere getirilebilecek en büyük eleştiri, yaşamın son derece dinamik ve değişken bir işleyişi olmasına karşın bu anlayışların tüm yaşamın dinamizmini bir anlamda göz ardı edip olan biten her şeyi daha önceden yazılmış/söylenmiş/belirlenmiş bir çerçeveden açıklamaya çalışmalarıdır. Örneğin muhafazakâr dünyanın en temel alanlarından birisi olan dinlerde geçmiş, bugün ve gelecek, ilgili din tarafından kutsal kabul edilen bir kitapta yazılmış olan ifadelerin yorumları üzerinden anlaşılmaya çalışılır. Buna karşın yaşamın sınırsızlığı ve sonsuzluğu içerisinde var olan ve olacak olan her bir olayın, sabit/değişmeyen bir metin içerisinden yorumlanmaya çalışılmasının hayatın gerçekliğiyle ne ölçüde bağdaştığı konusu hala çözüm bekleyen bir sorundur. Aynı şekilde söz konusu kutsal kitapların içeriklerinden bağımsız olarak yaşamın renkliliğini, çeşitliliğini, değişkenliğini, dinamizmini tek bir durağan/sabit metne indirgemenin zorluğundan söz edebiliriz. Y. N. Harari’nin kitaplarında (özellikle son kitabı Neksus’da) ifade ettiği kutsal kitapların güncellenememesi sorunu da, bir anlamda bu muhafazakâr öğretilerin en temel açmazlarından birisidir.

Benzer şekilde özellikle ulusalcı/milliyetçi dünyada önder kabul edilen kişilerin yazmış olduğu çeşitli kitapların da tüm ulusun geleceğine ışık tuttuğu, hayatı anlamlandırmada yol gösterici olduğu düşünülür. İçeriklerinden bağımsız olarak bu düşüncelerin aslında belki de en temel sorunsalı, yaşamın (ve tabii bireysel/toplumsal/siyasal yapıların) değişkenliği karşısında bu durağan/sabit metinlerin zamanla -son derece doğal olarak- yetersiz kalmalarıdır. Dolayısıyla tarihin herhangi bir zamanında ortaya çıkmış bir söylemin, geleceğe yönelik olarak tüm olacak olanları bilmesi veya açıklaması, yaşamın sınırsızlığı ve sonsuz olasılıklara açık çeşitliliği açısından mümkün değildir diyebiliriz.

Yeniliklerden çok muhafazakarlığa değer veren ve geleceğin de geçmişe bakarak inşa edilebileceğine inanan sağ anlayışlar için bu durumun bir problem oluşturmadığı iddia edilebilir. Peki sol anlayışlarda böyle bir durum olabilir mi? Olursa ne şekilde yorumlamak gerekir?

Solun yenilikle ilişkisi, aslında onun tarihsel ve entelektüel kimliğini belirleyen en önemli yönlerden birisidir. Bu anlamda sol her zaman daha iyiyi, daha güzeli, daha adaletliyi, daha özgür olanı geliştirmek için eskiyi değiştirip/yıkıp yerine yeniyi getirmeyi amaçlayan bir yaklaşımda olmuştur. Bu açıdan insanlık tarihinde yapılmış olan toplumsal devrimlerin ve yaşanan evrimsel gelişmelerin çok büyük kısmında solun baş rolde olduğunu görebiliriz. Bu anlamda sol, “yeni”den beslenen, onu bekleyen, onu gözeten ve “eski”yi değiştirmeye çalışan bir akımın adıdır diyebiliriz.

Bunu yaparken sol, genellikle insanlığın mevcut birikimini kullanmayı ve onun üzerine yeni bir katkı yapmayı temel yöntem olarak benimsemiştir. Dolayısıyla solcu olmanın neredeyse birinci kuralı, insanlığın yarattığı kültürel mirası özümsemek ve daha sonra kendi çalışmalarıyla onu geliştirme çabası içinde olmaktır diyebiliriz. Bu anlamda herhangi bir insan sol anlayışı benimsemişse, öncelikle kendisinden önce gelen insanların yazmış olduklarını okuma ve öğrenme daha sonra da onları aşarak insanlığa bir katkı yapma çabası içinde olur.

Ancak sorun tam da burada başlar. İnsanlık tarihinde çok büyük yazarlar, sanatçılar, felsefeciler, tarihçiler çıkmıştır ve onların yazdıkları eserler, zaman zaman o alanda belirleyici olmuştur. Bu tarz büyük yapıtlardan/düşüncelerden/ideolojilerden sonra ortayaçıkan insanların her birisinden beklenen, bunları öğrenip daha sonra da geliştirecek/aşacak şekilde bir tutum içerisinde olmaktır. Ancak özellikle siyasal, tarihsel ve felsefi alanın kendine özgü sorunları nedeniyle bu çoğu zaman pek mümkün olmamaktadır. Böyle olunca da insanlığa hizmet etmiş bir kişi, düşünce, anlayış, ideoloji, zamanla o alanın tek belirleyicisi haline gelebilir. İnsanlar, onun büyüklüğü karşısında onu eleştirmek ve aşmak cesaretini gösteremeyip tüm çalışmalarını onun sınırları içerisinde kalarak gerçekleştirmeyi seçebilirler. O zaman da yapılan her türlü faaliyet, o sınırları aşamadığı için insanlığın bilgi birikimine ve kültürel mirasına bir katkı olmaktan çıkar. Tam aksine o anlayışın/düşüncenin/ideolojinin kemikleşmesine ve giderek çürümesine neden olur. İşte buna sol muhafazakarlık diyoruz.

Bir örnekle açıklamaya çalışayım. İnsanlık tarihine felsefe, ekonomi ve siyaset alanlarında en büyük katkıyı yapan insanlardan birisi Karl Marx’tır (1818-1883). Diyalektik ve tarihsel materyalizm, sınıf mücadeleleri, emeğin sömürüsü, artı değer teorisi, dünyayı yorumlamak/değiştirmek vd. birçok alanda insanlık tarihi açısından çok önemli çalışmalaryapmıştır. Hatta onun tezleri, Marksizm adında bir öğretiye dönüşmüş, sosyalist ve komünisthareketlerin teorik temeli haline gelmiş, kendinden sonraki çok sayıda felsefeci, tarihçi, ekonomist, siyasetçi vb. insanı etkilemiştir. Bu anlamda insanlık tarihi açısından en önemli kişiliklerden birisidir. Bugün çok sayıda insan kendisini doğrudan Marksist olarak tanımlar. Aynı şekilde solcu, sosyalist, komünist, devrimci vb. şekilde adlandırılan insanların çok büyük bir kısmının da bir şekilde Marx’tan etkilendiğini söylemek abartı değildir.

Ancak Marx 1883 yılında ölmüştür. Onun ölümünün üzerinden 142 yıl geçmiştir. Bu süre zarfında dünyanın her tarafında inanılmaz değişiklikler olmuştur. (Marx’ın hayatında bilgisayar, internet, akıllı telefon, televizyon, uçak vd. görmediğini not edelim.) Bugün Marx’ın kitaplarına bakarak o zamandan bu zamana kadar olan ve bundan sonra da olacak olan bütün değişikliklerin Marx tarafından bilinmesini, öngörülmesini beklemek adil midir? Marx dünyanın gelmiş geçmiş en büyük felsefe, siyaset, ekonomi, tarih insanı olabilir. Öyleyse bile bir insanın kendi ölümünden yüzlerce yıl sonrasını görmesini, tahmin etmesini, açıklamasını beklemek mantıklı mıdır? Doğru mudur? Gerçekçi midir? Dolayısıyla belki bugün kendisine Marksist diyen bir kişinin dönüp şu soruları sorması gerekir: Ben Marx’ın hangi dediklerine katılıyorum ve referans alıyorum? Hangi dediklerine katılmıyorum ve eleştiriyorum? Hangi noktalarda O’nu aşmam gerek? Bundan sonra Marx olmayacağına göre hayatta olan ve olacak olan olayları neye göre, nasıl yorumlamam gerekir? Bu yorumlama ve öngörme işleri için her zaman Marx’tan mı yardım beklemem gerek yoksa artık tarihin bir noktasında bu görevi Marx’tan devralıp ona göre benim/bizim mi yüklenmemiz gerekir

(Ben burada örnek olarak Marx’ı verdim. Ancak tabii bu ismin yerine bizim açımızdan önemli olan ve değerli bulduğumuz her bir tarihi kişiliğin ismini de yazabiliriz.)

Sonuç

Dünyaya gelmiş her bir insan, hayatın içerisinde olumlu ve olumsuz yönleriyle var olur. Bazıları yaşama büyük katkıda bulunurlar ve o ölçüde sevgi, saygı ve değer görürler. Bazılarının hayattaki olumsuz etkileri olumlu yanlarından daha fazladır. Onlar da bugün ve gelecekte insanların sevgisizliğiyle cezalandırılır. Bazı insanlar ise hayata gelirler ve giderler; çok yakın çevresindekiler dışında hayatın geneline olumlu ya da olumsuz bir etkileri olmaz. Ancak şu bir gerçek ki hayat, sürekliliği olan ve sonsuz sayıda ihtimali barındıran bir zenginliktir, çeşitliliktir. Bu anlamda her zaman yakından bakılması, görülmesi ve yorumlanması gereken bir olgudur. Görmek, anlamak, yorumlamak için yakından bakmak hatta bazen olup bittikten sonra geriye dönüp üzerinde ayrıca düşünmek, çalışmak, incelemek gereken bir şeydir. Bu nedenle yaşayan ve yaşayacak olan insanların ilgisine, çabasına ihtiyaç duyar

Geçmişte yaşamış bütün değerli şahsiyetler, yaşadıkları dönemde ve hatta sonrası için çok değerli işler yapmış olabilirler. Ancak yaşamın bu sonsuzluğunun, sınırsızlığının, renkliliğinin ve çeşitliliğinin içerisinde her şeyi görmeleri, düşünmeleri, anlamaları, tahmin etmeleri mümkün değildir. Nihayetinde onlar da bizim gibi yalnızca birer insandır. Bu görev, şu anda biz yaşayanlara ve daha sonra da yaşayacak olanlara düşer. Geçmiş yıllarda yaşayan kişiliklerin insanlık tarihine kattıklarını öğrenmek ve onları geliştirmek, bugünün ve geleceğin insanlarına, aydınlarına, felsefecilerine ve bu konuda kendini sorumlu hisseden kişilere düşer. Eğer onlar bizim için önemliyse, anılarına sahip çıkmak da zaten ancak bu şekilde mümkün olur. Yoksa hayatın her türlü problemini o insanların çözmesini beklemek, her türlü çözüm için mutlaka onların yazdıklarına bakmak, her türlü olayı onların sözleri ışığında değerlendirmeye çalışmak, hem onlara büyük bir haksızlıktır hem de gerçekçi olmayan, beyhude bir çabadır. Onun için hayata o insanların gözlükleriyle bakmak yerine onlardan faydalanan bir akılla ve ancak kendi gözlerimizle bakmayı öğrenmemiz gerekir.

(Örneğin bugün her cümleye “Kapitalizm…”, “Emperyalizm…”, “Amerika...” vb. diye başlıyorsak muhtemelen bir şeyleri yanlış yorumluyor, bildiklerimizin esiri olmuş ya daonların dışına çıkamıyor olabiliriz.

“İdeolojik tutarlılık” ve “sahip olunan değerleri koruma” adına kendimizi yeniye kapatırsak, hep eskiye tutunmaya çalışırsak, bir zaman sonra muhafazakarlaşmamız ve hatta gericileşmemiz kaçınılmaz olur. İdeolojilerimiz üzerinden bir kimlik oluşturup hayatı yalnızca o katı çerçeveden anlamaya çalışmak, değişen dünyayı ve toplumu anlamamıza engel olur. Sanıldığının aksine inandığımız, bildiğimiz şeyleri sorgulamak bizi ihanetçi yapmaz. Aksine değişime kapalı olmak ve “doğru yol zaten bellidir” yaklaşımını benimsemek, bizi gerçeklik karşısında ihanete götürür. Bunun yerine gerçeği, hakikati, doğruyu bulmak için çaba harcamak, bildiklerimize değil sadece gerçeği arama ve bulma iştahımıza güvenmek, çok daha akılcı bir yol olacaktır.

Bu nedenle ne kadar çok şey bilirsek bilelim, tek yönlü bir bakış açısına sahipsek onukırmamız, böylece esnek ve sağlam bir düşünsel altyapıya sahip olmamız çok önemlidir. Her zaman eleştirel bir yaklaşımın sahibi olmamız, her durum ve bilgiyi eleştirel bir gözle yorumlamaya çalışmamız gerekir. Kendimizi görüşlerimize/düşüncelerimize/ideolojimize değil, eleştirel düşünceye ve bilime bağlamak, her zaman çok daha doğru ve gerçekçi bir yoldur.

Özetle; düşünsel anlamda yenilenmek, ideolojik bir ihanet değil, aksine bu hayatı anlamak ve içerisinde var olmak isteyen herkes için temel bir sorumluluktur.

Sol Muhafazakârlık: Her şeyi Marx’tan mı bekleyeceğiz?

M. Cem Özmen

Editör: N. Cingirt
Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Türkiye 44 Eurofighter alacak
Dünyadan
28.10.2025
Türkiye 44 Eurofighter alacak