İçinde yaşadığımız çağ bir dönemsel kriz değil, köklü bir çağ değişimi. Sanayi toplumuna ait tüm düzenler-üretim, para, finans, siyaset, kültür-eşzamanlı bir çözülme içinde. Artık tek öngörülebilir olan şey öngörülemezlik ve Türkiye bu küresel ara buzul dönemin hem sahnesi hem öznesi konumunda. Küresel sistemin çözülüşü, Türkiye gibi orta ölçekli güçler için hem tehdit hem fırsat üretiyor. Başarının anahtarı, kimlik temelli dış politikadan çıkar temelli çoklu stratejiye geçebilmekte yatıyor..
Sonbahar gelince kurumlarda, şirketlerde gelecek yılın planlamaları başlıyor. Kurumlar, şirketler yakın gelecek planları, bütçeleri ve stratejilerini oluştururken ekonomik gidişatın yanı sıra siyaset, dış politika ve genel olarak küresel gidişata dair de varsayımlar ve senaryoları kurgulamaya çalışıyor.
Bugünün kurumlarının ve şirketlerinin en önemli meselesi “belirsizliğe karşı dayanıklılıklarını” inşa etmek. Bugün bir gecede, tek bir siyasal, finansal hareketle tüm geleceği etkileyecek boyuttaki gelişmelerin ve çılgınlıkların mümkün olabildiği bir dünyada yaşıyoruz. O nedenle finansal güç kadar önemli olan yönetim kabiliyetiniz, iş yapma marifetiniz. Daha da önemlisi kurumsal şahsiyetiniz, değerleriniz, ilkeleriniz, itibarınız, saygınlığınız, güvenilirliğiniz dayanıklılığınızı belirliyor. Çünkü hayatın ritmi ve zihin haritası değişti.
Yapay zekâ, veri ekonomisi, genetik mühendislik ve dijital ağlar, yalnızca üretim biçimlerini değil, insan doğasını da dönüştürüyor. Sanayileşen, kentleşen toplumların değer dünyaları değişiyor. Yerçekimsiz, sürtünmesiz, karşılıklılığa dayalı gündelik hayatın hızı insanın anlam üretme kapasitesini aşıyor.
Bu nedenle içinde yaşadığımız bir dönemsel kriz değil, köklü bir çağ değişimi. Ancak elimizde hâlâ geleceğin hikâyesi yok. O nedenle insanlığın bunca yıldır geliştirdiği, sanayi toplumuna ait tüm düzenlerbugün eşzamanlı olarak krizde. Bu, tarihte belki de ilk kez görülen bir durum.
İnsanlık yeniyi kuramadıkça var olanı korumanın, var olanın içindeki payını çoğaltmanın peşinde. Ekonomik egemenlikte ABD–Çin çekişmesi, siyasi düzende Doğu’nun yükselişi, kültürel düzlemde Batı–Müslüman coğrafya gerilimi, tümü iç içe geçmiş durumda. Bu kutuplaşma, korku siyasetini ve otoriterliği besliyor. İnsanlık, hızla değişen ritme uyum sağlayamadığı için bir çıkmaza, ara döneme sıkışıyor. Muasır medeniyetin mimarı Batı, bugün tüm küresel adaletsizliklerin ve ekonomik, siyasal krizlerin kaynağı haline geldi.
Kuralsız ve sınırları, aktörleri muğlak çok kutuplu dünya
Sanayi toplumunun ilk büyük kopuşu galiba 11 Eylül 2001 terör saldırıları ve ABD başta Batı’nın buna cevabı sürecinde oldu. Sonra, 2008 küresel ekonomik krizi Soğuk Savaş sonrası Batı merkezli sistemin çözülüşünü görünür kıldı. ABD’nin küresel liderlik kapasitesinin olmadığı görüldüğü gibi siyaseten ahlaken de dünyaya liderlik marifeti zayıfladı. Avrupa Birliği (AB) bürokratik mekanizmalara, açıkça söylenemeyen kültürel kaygılara ve ABD takipçiliğine hapsolurken askeri, siyasi ve ekonomik anlamda bölündü.
Çin, Hindistan, bölgesel güç merkezleri yükselirken, ekonomik düzlemde de siyasi düzlemde de artık “tek kutupluluk” kavramı yerini “kuralsız çok kutupluluğa” bıraktı. Aynı zamanda Rusya ve İran’ın kendilerine atfedilen askeri ve siyasi güçte olmadıkları anlaşıldı.
Ve şimdi Trump’la beraber tüm bu bölüşüm kavgasının hızı artmış, kapsama alanı genişlemiş görünüyor. Üstelik kavganın coğrafi alanları değişken, siyasi müttefikleri ve tarafları muğlak, konuları oynak.
Türkiye ortak ufku kaybetmiş bir toplumsal dokuyla, siyasal ve kültürel kimlik kutuplaşmasının aktörü bir iktidarla bu süreci yaşıyor. İktidar muasır medeniyetin tüm zihniyeti ve standartlarıyla kavgalı. Sözde AB üyelik sürecinin içinde ama ne kurumları ve kuralları ne de zihniyetiyle böyle bir meselesi veya önceliği var. Öte yandan Türkiye NATO üyesi olarak Batı güvenlik mimarisinin parçası, ancak aynı zamanda bağımsız karar alma kapasitesini genişletmiş durumda. Bir başka bakış açısından enerji, savunma, tedarik zincirleri ve diplomaside kendine özgü bir “denge devleti” profili inşa ediyor.
Tek öngörülebilir şey öngörülemezlik
Yaşanan ara dönemin kısa gelecekte insanlık için olumlu yönde bir sıçrama üreteceğine dair emare yok. Bugün bildiğimiz tek şey, belirsizlik ve karmaşıklık içinde olduğumuz. Tek öngörülebilir olan şey de öngörülemezlik.
O nedenle belki de ilk kez Türkiye’nin beka meselesi bu kez şoven paranoyadan öte gerçeğe değen bir anlam içeriyor. Bu durumda Türkiye’nin dış politikada esnek, dinamik ve çoklu hedefleri olan bir strateji geliştirmekten başka çaresi yok.
Küresel sistemin çözülüşü, Türkiye gibi orta ölçekli güçler için hem tehdit hem de fırsat üretiyor. Jeopolitik konumu, üretim kapasitesi ve diplomatik esnekliği sayesinde Türkiye, kırılgan denge çağında manevra kabiliyeti en yüksek ülkelerden biri olabilir. Ancak iktidarın böyle bir strateji için muhalefetle diyalog arayışı, sivil toplum ve akademik dünyayla çalışma arzusu yok.
Türkiye’nin yeni dönemdeki olası başarısı, “çoklu stratejide” yatıyor. Bir yandan Batı kurumlarıyla tarihsel bağlarını koruyarak güven tabanı oluşturmak kaçınılmaz. Diğer yandan başta Çin’le ve dünyanın geri kalanıyla ekonomik ve politik çeşitlilik inşa etmek gerekiyor. Bu çift yönlü strateji, Türkiye’ye jeopolitik merkez olma potansiyeli kazandırabilir. Ama bu strateji aynı zamanda dikkatle yürütülmesi gereken bir denge oyunudur da.
Batı’nın krizi ve Türkiye için çoklu strateji ihtiyacı
Hala dış politikada en öncelikli aktör Avrupa Birliği. AB uzun süredir kendi özgün siyaseti peşindeydi ama “jeopolitik cesaret” eksikliğiyle, iç gerilimleri nedeniyle ya Beyaz Saray’da Trump’ın karşısında ya da Mısır’da Gazze antlaşmasında arkasında sıralanır oldular. Ukrayna Savaşı ve enerji dönüşümü, şimdi de Trump’ın agresif öncelik ve baskıları Avrupa’yı yeniden pozisyonlanmaya zorlarken, Türkiye’nin önemi artıyor.
ABD, Trump’la beraber dış politikasında köklü bir paradigma değişikliğine gitti. “Demokrasi ihracı” dönemi sona erdi. Washington artık maliyet odaklı istikrar politikası izliyor. Aslı Aydıntaşbaş, geçen hafta Oksijen’de yayınlanan “O fotoğrafı doğru okumak lazım” başlıklı yazısında, Beyaz Saray’da çekilen Trump–Erdoğan fotoğrafının yeni dönemin simgesi olduğunu belirtiyordu. Aydıntaşbaş’a göre Washington artık Türkiye’yi “bölgesel istikrarın büyük abisi” olarak görmekte; demokrasi değil, istikrar üretme kabiliyeti aramaktadır.
Bu yaklaşım, Türkiye için kısa vadede alan açar görünüyor. Suriye’de ve Orta Doğu’da artan kriz ortamında, ABD askeri varlığını azaltırken, Türkiye bölgede arabuluculuk ve kriz yönetimi rolü üstleniyor. Ancak bu aynı zamanda yeni bir risk getiriyor. Orta Doğu ve özellikle Suriye’de ortaya çıkabilecek çatışmalar doğrudan Türkiye’yi de etkileme potansiyeline sahip. Diğer yandan ABD’nin demokrasiyi önemsemeyen tavrına ayak uydurmak AB başta dünyanın diğer aktörleriyle zihni mesafenin açılması sonucunu da doğurabilir.
Türkiye’nin geleceği, küresel bölüşüm kavgasının tarafları arasında denge kurabilme kapasitesine bağlı. Başarının anahtarı, kimlik temelli dış politikadan çok, çıkar temelli stratejik denge siyasetine geçiştir. Türkiye, bu dengeyi sürdürebilirse, kırılgan denge çağında yalnızca “uyum sağlayan” değil, ritmi belirleyen ülkelerden birisi olabilir. Ve belki, krizdeki muasır medeniyete can üfleyen, ruh üfleyen bir ülke de olabilir.
Dünyanın gidişatı üzerine senaryolar: 2025–2035
En güçlü senaryo, önümüzdeki birkaç yıl, belki de on yıl daha dünyanın bu kırılgan denge halinin ve küresel bölüşüm kavgasının sürmesi. Küresel ekonomi çalışıyor gibi görünse de güvensizlik, belirsizlik ve kriz yönetimi norm haline gelecek. Uluslararası kuruluşlar daha da etkisizleşecek, ülkeler kısa vadeli çıkarlarla yön bulmaya çalışacaklar.
ABD–Çin rekabeti çeşitlenerek ve ağırlaşarak sürecek. İki tarafın da müttefikleri biraz daha netleşecek, belki de dünya ekonomik bakımdan iki ekosisteme ayrılma sürecine girecek. Ancak yine de bu hattaki gerilim yaygın beklentinin aksine sıcak çatışmaya dönmeyecek.
Dünya için kötümser senaryo ABD-Çin geriliminin sıcak çatışmaya dönmesi olur. Yapay zeka ve dijital teknolojiler etrafındaki ABD-Çin rekabetinin hararetinin yükselmesi, aynı zamanda bu teknolojileri geliştiren, yönlendiren şirketlerin devletlerden güçlü hale gelmeleri de bu kötümser senaryonun farklı sahneleri olur. Dünya için iyimser senaryo ise, yeni çağın kurum ve kurallarının inşası konusunda küresel bir mutabakat ve çaba olurdu.
Türkiye dengeleyici güç olabilecek mi?
İyimser senaryo, Türkiye’nin dengeleyici güç olmasıdır. Türkiye, çoklu strateji ve iş birliğine dayalı bağımsız bir dış politika yürütür. Küresel bölüşüm kavgasının üç katmanında da arabulucu rolü güçlenir. Ekonomik iş birlikleri artar, dış politika güven kazanır. İçeride de dışarıya karşı da etkin ve güvenilir devlet karakteri güçlenir.
En güçlü muhtemel senaryo ise bugünün devamı olan çok yönlü gibi görünse de sürtünmeli ve muğlak dönemin devam etmesidir. Türkiye hem Batı hem Doğu bloklarıyla ilişkilerini sürdürür, ancak dönemsel gerginlikler yaşanır. Dış politikadaki gerilimler seçimlere giderken iç politikada “milli duruş” söylemine gerekçe yapılır.
Türkiye için kötümser senaryo ise yalnızlaşma ve gerilim döngüsü olur. Batı ile kopukluk derinleşir, bölgesel gerilimler tırmanır. Ekonomik izolasyon, yatırım kaybı ve güvenlik risklerinde artış yaşanır.
Türkiye’nin dış politikadaki en riskli alanı Kürt meselesi ve Kıbrıs olacaktır. Bugün Suriye diye konuştuğumuz her şey Suriye’deki Kürtler ve dolayısıyla kendi Kürt meselemiz üzerinden şekilleniyor. Böyle olmaya da devam edecektir.
Kıbrıs’ta ise ABD’nin, AB’nin ve hatta İsrail’in, Rusya’nın tahayyülleri doğrudan Türkiye’nin geleceğini olumlu ya da olumsuz yönde etkileyecek dinamikleri harekete geçirecektir.
Yaşananlar yalnızca devletler için değil, kurumlar ve bireyler için de zihinsel bir stres testi gibi. Elbette her bir kurum, şirket, birey yukarıdaki küresel ve Türkiye’ye dair olasılıklara eklemeler, çıkarmalar üretebilir. Ama hepimizin geleceğini belirleyecek olan ülke ve devlet olarak izleyeceğimiz stratejinin ne olacağıdır. Türkiye’nin önündeki en büyük soru, iktidarıyla muhalefetiyle siyasi aktörlerin küresel ritmi tanımlayıp tanımlayamayacağıdır. Daha da önemli soru ise, bu tanımlamayı bir siyasal ve toplumsal uzlaşma ile mi yoksa bir kimliğin ve iktidarın keyfi önceliklerine göre mi yapacağıdır.
Bekir Ağırdır'ın yazısı Oksijen'den alınmıştır.
Editör: N. Cingirt






























Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.