
"Unutmayalım ki, hukukta yapılan her yanlışlık, patlamaya hazır birer kraterdir"
İlkin tarihe bakmak ve herkesi bir kez daha yaşananlarla baş başa bırakıp düşündürmek isterim.
Sanırım, tarih alanına girdiğimiz zaman, bağışlanamaz nitelikte üç şiddet olayı sürekli dile getirilmiştir.
Bunlardan birincisi, tarihin hiç bağışlamadığı en tiksindirici kaba şiddetin en iğrenç, en çok lanetlenmiş örneklerinden biridir. Çünkü içinde iktidara göz dikme ve kin vardır: Hz. Hüseyin’in öldürülmesi.
Bu yüzden muharrem ayı, Müslümanlar için hicrî takvimi ve orucu başlatarak açların çektikleri yoksunlukları simgeleyen ve de Emevi diktasına direnen Hz. Muhammet’in torunu Hz. Hüseyin’in Kerbelâ'da şehit edildiği aydır.
On dört yüzyıldan bu yana her yıl, anımsanan ve yası tutulan bu olayı İslam dünyası hiç unutmamıştır.
Unutamaz da.
Çünkü bu olay, sıradan bir şiddet olayı değildir. Haşim ve Umeyye (Emevi) aileleri arasındaki iktidar yarışının, Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye, Hz. Ali, Muaviye’nin oğlu Yezid’in savaşlarının sonucudur. Hileli Sıffin Savaşı'nda Yezid, önce Hz. Hasan’ı zehirlemiş; daha sonra da egemenliğini reddeden ve susuz kalan Hz. Hüseyin’i, aralarında bebeklerin de bulunduğu 72 kişiyle birlikte 10 Muharrem 61 (10.10.680) tarihinde öldürtmüştür. Katil Yezid’in komutanlarından Şimr de, Hz. Hüseyin’in kesik başını bir tepsi içinde Şam’daki sarayında Yezid’e sunmuş ve bu kesik baş, Şam sokaklarında gün boyu dolaştırılmıştır.
İslam tarihi, elbette bu olayı ne unutmuş ne de bağışlamıştır. Bu yüzden Hz. Hüseyin’in kuşatıldığı ve öldürüldüğü tarihler arasında yas tutulur, sevabı ve günahı olmayan, sadece ağıt sayılan Muharrem orucu tutulur, asla kurban kesilmez, et yenmez, canlılara hiç eziyet edilmez, hiç kimse incitilmez, dedikodu bile yapılmaz, yapılamaz.
O günlerde şiddetin her türlüsünün reddi anlamında hiçbir hayvansal ürün içermeyen bir tatlı yapılır ve dağıtılır, o kadar: Aşure.
Tarihin hiç bağışlamadığı ikinci olay ise, kanımca 26.4.1937 tarihinde İspanya’nın Bask bölgesinde on bin kadar insanın yaşadığı Guernica kentinin Franco yanlısı Alman uçaklarıyla ve bombalarıyla üç saat içinde yok edilmesidir. Bilindiği üzere bu olayın anlamını Picasso (1881-1972), Cumhuriyetçi İspanya hükümetinin isteği üzerine, bir hafta geçmeden ünlü Guernica resmiyle bütün dünyaya duyurmuş ve bu resim, önce Paris’te dünya fuarında sergilenmiş; daha sonra da bütün savaş suçlularını canlandıran bir simge olmuştur. Pablo Picasso’nun sözleriyle “Gerçeği anlamamıza yarayan büyük yalan” diye adlandırılan sanat, dolayısıyla bu tablo, Paris’in işgali sırasında bir Alman Gestapo subayının “Bu resmi sen mi yaptın?” diye sorması üzerine Picasso’nun anlamlı ve düşündürücü yanıtı, iletisi ile de tarihe kazınmıştır: “Hayır, sizler yaptınız.”
Bu noktada da kalmamıştır Guernica. Aynı yıl David Alfaro Siqueiros’ça (1896-1974) yapılan “Bir Çığlığın Yankısı” resmiyle bir bakıma iletisini ve işlevini sürdürmüştür (Berger, John, [Salman, Yurdanur / Sökmen, Müge Gürsoy], Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı, İstanbul, 2022, s. 178-185).
Ben bir hukukçuyum.
Benim açımdan ise üçüncü olay, ülkemizde yaşanan ve hepimizin alınyazısını kökten değiştiren 2017 tarihli halk oylamasıdır.
Çünkü Türk demokrasi tarihi, bu en yanlış, en üzücü ve de en utandırıcı, üstelik de görünüşte hukuka uygun, ancak gerçekte kesinlikle hukuk dışı bir kararla toplumumuzun ve demokratik anlayışımızın yaşadığı şiddettir. Bu olayla birlikte Türk demokrasisi olağan evriminden, hukuksal yörüngesinden çıkmış; sonu belirsiz bir karanlık döneme girmiştir.
Evet. Siyaset ve savaş tarihinde Hz. Hüseyin’in, çocuklarının, yandaşlarının öldürülmesi, Guernica’nın bombalanması ne ise, 2017 oylaması da, hukuk kılıfı içinde o denli ağır, hukuku yıkıp yok eden, bağışlanamaz nitelikte hukuka saldırı, bir hukuk yanılgısı, yenilgisidir. Çünkü bu oylamanın Yüksek Seçim Kurulunca meşru ilan edildiği gün, İtalyan Tarihçisi ve düşünürü Giuseppe Ferrari’nin (1811-1876), “Sitenin / devletin görünmeyen barış meleği” dediği ve iktidarları ayakta tutan “MEŞRULUK” değiri ne yazık ki o gün yerle bir edilmiştir (Selçuk, Sami, Hukuk Dünyasında Doğmayan Halk Oylaması, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2018).
Hem de üstelik ülkenin bağımsız ve yansız olduklarına inanılan yargıçları eliyle!?
Gelelim bugünlere ve hukuka.
Yirmi dört yıl önce yayımlanan bir kitabıma yazdığım 15 Ocak 2001 tarihli “önsöz”de bütün okurların, hukukçuların, yargıçların, savcıların, avukatların dikkatlerini bazı noktaların üzerine çekmek istemiş ve aşağıdaki noktaları dile getirmiştim: “Hukuk, hukukçunun hem Mevlâ’sı, hem de başının belâsıdır. Hele bir de karar veren biri, sözgelimi yargıçsanız, o sizi durmadan izler, yatağınıza kadar sokulur ve uykunuzdan eder.”
“Karşılaştırmalı hukuk çalışması yapanların derdi ise, daha da büyüktür. Zira “hukuk ile ilgili her araştırma insanı çoğaltır, çoğalttıkça da coşturur. Önce mutlusunuzdur. Ancak uygulamaya eğilince o coşkulu mutluluk, yerini çoğu kez karamsarlığa, hatta umutsuzluğa bırakır.”
“Bu yüzden en az kırk yıl ‘hukuk öğretisi ve uygulaması’yla iç içe yaşamış birinin elbette diyeceği çok şey vardır. Topluma ve gelecek kuşaklara karşı duyduğu sorumluluğun gereğidir, bu.”
“Bu konuda ben kendimi asla hiç gizlemedim.”
“Daha önce de yazdım ve söyledim. Yanlışlıklar, kıdem kazanınca doğruya dönüşmez. Olsa olsa katılaşıp müzminleşir.”
“Sözgelimi, Türk hukuk uygulaması açısından dilimizin ucuna geliveren şu sorulara yanıt vermek hiç de kolay değildir: Neden bizim ülkemizde duruşma, Batı anlamında “tartışma” (débat, discussion, dibattito, discussione) olmaktan çıkıp, karşılıklı durmaya ve bir tutanak fetişizmine dönüşmüştür!?
“Suç hukukunda suç, failin eylemiyle başlar, işlenir ve biter. Kural budur. Oysa Türk yargılamasına göre; sözgelimi, karşılıksız çek keşidesi suçu, hamilin (mağdurun) davranışıyla bitmektedir. Bu yüzden, suçun bittiği an ile işlendiği yeri, dolayısıyla bunlara bağlı olarak birçok sorunu, bu arada yetkili mahkeme konusunu da yanlış belirlemişizdir. Bununla da kalmamışız. Aynı konularda dünya ile inatlaşmayı bugün de sürdürmekteyiz. Peki, öyleyse neden hangi kavram(lar)ı yanlış algıladık? ‘Kasıt’ (yönelim) gibi teknik bir hukuk kavramını, niçin çoğu kez amaç, güdü, niyet ile karıştırıyoruz, bunları yazarken bile yanlış yapıyor, Türk Ceza Yasası’nda, dilbilgisinin ağız ağzı, burun burnu vb. gibi ayrıklı “hecede ses düşmesi” kuralını (Gencan, Tahir Nejat, Dilbilgisi, Ankara, 1971, s. 38) bile çiğneyerek ‘kasıt’ yerine ‘kast’ (m. 21) diyoruz?” (Selçuk, Sami, Doğru Dil İle Türk Ceza Yasası, Genel Hükümler, Ankara, 2023, s.125-129).
“Varlığı saçma, ancak o dönemde suç olarak düzenlenen ‘kızlık bozma’ suçunun (1926 tarih ve 765 sayılı T. Ceza Yasası, m. 423) maddi konusunu niçin insan yerine ‘zar’a indirgeyerek, evlenmeden önce cinsel ilişkide bulunmamış, kısaca dokunulmamış olmayı koruyacak yerde, bir zar parçası üzerinde yoğunlaşarak, ilişki sonucu bu zar bozulmamışsa, güldürü yapıtlarına konu olacak biçimde, suçun işlenmesi için çocuğun doğal yoldan doğumunu ve doğan çocuğun zarı yırtmasını beklemişiz? Böylece sezaryen yoluyla doğum yapılmak zorunda kalındığında mağdureleri korumasız bırakmış, asıl suçluyu da kurtarmışız?”
“Peki neden?”
“Sokrates davasının yargıçları bile, önlerine gelen sorunları 2400 yıl önce bugünün batılı yargıçları gibi oyladıkları halde, neden bizler hâlâ başka türlü, daha doğrusu yanlış yapıyoruz bu oylamaları?” (Selçuk, Sami, Suç Yargılama Sürecinde Duruşma ve Görüşme / Oylama, 2024).
“Neyi iyi algılamadık da, temyiz yolu, dünyada örneği görülmemiş bir biçimde başkalaşıma uğradı? Üstelik Avrupa İnsan Hakları Komisyonunun 1997 Şubatındaki kararına karşın bu durumu sürdürmekte niçin direniyoruz?” (Selçuk, Sami, Suç Hukuku Dogmatiği ve / ya Grameri, V. Kitap, Suç Yargılama Süreci Hukuku, Ankara, 2022, s. 641-695)
“Batı hukukuyla karşılaştırıldığında, neden Türk hukuku katılaşmaya / ankiloza uğramış, niçin patinaj yapıyor, aldığımız batılı yasalara karşın, neden hukuk uygulamamız, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına kolaylıkla uyarlanamıyor?”
“Çoğu maddi olayların sübutuyla ilgili ve yanlış örnek olan komprime / hazır içtihatların gevşetici rahatlığıyla, zamanı yiyip tüketen tekdüzeliğin onarılamaz savurganlığıyla, yer yer birbirlerini çürüten asimetrik olay içtihatlarıyla yaşanan kısa devreler, hukukumuzun sık sık sürçtüğünü çarpıcı biçimde bizlere göstermiyor mu?”
“Sokaktaki insan ve biz hukukçular, her gün yargılamadan ve hukukun eylemli bir yansıması olup üzerinde bir sinek lekesi bile bulunmaması gereken mahkemelerimizden, adaletten niçin sürekli yakınıp durmaktayız?”
“Çoğunluk kuralı, uyuşmazlığı sona erdiren bir çare, daha doğrusu çaresizliğin çaresi iken, çoğunluğun kararını neden gerçeğin dokunulamaz dili sanmışız?”
“Neden uygitsinci olmayı olağanlaştırmışız? Neden eski görüşleri gözden geçirmeyi âdeta bir namus sorunu yapmaktayız?”
“‘Öğreti başka ve uygulama başka’ saplantısı ve yelpazesiyle, bilimden ve kendimizden kaçıp avunurken, hukukun yanlış yöne ve kimileyin boşa dönen dişlileri, yaklaşık yüz yıldır yapılan onca incelemeye karşın, Karamanlı Kâmi’nin deyişiyle ‘Gülü gûş ettiremez, boş yere bülbül inler / Varak-ı mihr ü vefayı kim okur, kim dinler’ havasıyla neden hiç fark edilmemiştir?”
“Aynı ‘önsöz’de bir çırpıda akla gelen bu türden sorulara da aşağıdaki yanıtlar verilmiş:
“Demek, parçalar yerinde değil. Öyleyse geliniz, bütün bunların nedenlerini hep birlikte düşünelim ve araştıralım: Her şeyden önce itiraf edelim ki, hukuk devriminin başlangıcında önemli bir yöntem yanılgısına düşülmüştür. Batıdan dönemin en iyi yasaları alınmasına karşın, uygulamacılar, Batı hukukuyla -evet yasalarıyla değil- ilgileri bulunmayan, daha doğrusu ilgi kuramayan yargıçlardır. Onların ellerinde aslında çoğu yanlışlarla dolu çeviri yasalar dışında yeterli gereçler yoktur. Bu yüzden, Cumhuriyetin başlarında kotarılmış, ancak birçok kavram yanılgılarıyla dolu bulunan içtihatlar, bugünlerde bile etkilerini sürdürmektedir.”
“Buna karşılık 1990 yılından sonra özgürlükçü demokrasiyi benimsemiş ülkelerde, sözgelimi Bulgaristan’da yargıçlar, sınavdan geçmişler, kazananlar görevlerini sürdürmüşlerdir. Doğu Almanya, Batı Almanya ile birleşince, Doğu Almanya’daki yargıçlar emekli edilmişler, isteyenlerin demokratik hukuk öğrenimi gördükten sonra yargıçlığa dönebilecekleri belirtilmiştir.”
“Bunların yanı sıra, bir suç (ceza) hukukçusu olarak vurgulamak gerekir ki, kanımızca Türk suç hukuku uygulaması, olumsuz üçlü bir çapraz ateşi altındadır. Birincisi, yukarıda değinilen eski içtihatlardır. İkincisi, ‘Majno Şerhi’dir. Çünkü bu şerh, çeviri yanlışlarıyla doludur. Unutulmamalıdır ki, her çeviri aslında yara almış bir kitaptır. Bundan başka, söz konusu kitabı çevirenler, aslında hukukçu değildirler. Dahası hukuka uymayan, üstelik özet bir çeviridir, bu kitap. İşte günümüz İtalya’sında artık adı sanı duyulmayan bu hukukçunun söz konusu kitabı, kaynak yoksunluğu nedeniyle Türk suç hukuku uygulamasının yıllarca odağında yer almıştır. Öyle ki, kitabın yanlış çevrilen bazı paragrafları bile, ülkemizde içtihat haline dönüşmüştür. Üzülerek belirteyim ki, bugün de bu işlevini bir ölçüde sürdürmektedir. Hem de onca uyarılara karşın ve aslı ile karşılaştırılmaksızın.”
“Üçüncüsü, Kanonik hukuka tepki olarak doğan Fransız suç hukuku, Türk hukuk uygulamasını olumsuz biçimde etkilemiştir. Oysa Fransız suç hukuku ile İtalyan suç hukukunun anlayışları elbette birbirinden önemli ölçüde başkadır. İtalyan hukukuna dayanan suç hukukumuz, Fransız kapısından girilerek yorumlanmış ve uygulanmış; dolayısıyla anlayışların çatışması ve bazı iğretiliklerin yaşanması kaçınılmaz olmuştur. Nitekim hukukumuzda yaşanan yoğunluk düşüklüğünün nedenlerinden biri de, aslında budur.”
“Böylelikle uygulama, ister istemez bu üçlü ateşin etkisi altında kalmış, yığınakta yapılan yanlışlıklar, bir izdüşüme dönüşmüş, sorunlar yoğunlaşıp yumaklaşmış; kısaca hukuk, çözüm aracı olmaktan çıkmış, sorunsallaşmıştır.”
“Bunun sonucunda da Atatürk’ün, ‘Cumhuriyetin yaptırımı olacak bu büyük kurumun açılışında duyduğum mutluluğu, hiçbir girişimde duymadım’ diyerek Ankara Adliye Hukuk Mektebini açarken, ‘ESKİ HUKUKUN KÖKLERİNİ KAZIYARAK YEPYENİ BİR HUKUK YARATMA’ ve ‘İHTİLALİN DE ÖTESİNE GEÇEN ‘DEVRİM (İNKILAB)’ ülküsünü yaşama geçirmek şöyle dursun, karşılaştırmalı hukuk turnusolünün ortaya koyduğu üzere, uygulama ne doğulu, ne batılı olmuş, kanımca deyim yerindeyse, ülkemizde kimliği belirsiz bir hukuk boy vermiştir.
Evet. Unutmayalım ki, hukukta yapılan her yanlışlık, patlamaya hazır birer kraterdir.”
Karşılaştırmalı hukukta ve başka bilim dallarında vb. özgün ve akılcı arayış yöntemiyle (metot) araştırma yapma, yolunda yürüme biçimiyle (cheminement) (Bergel, Jean-Louis, Méthodologie juridique, Paris, 2001, s. 17) de küresel bir ün kazanan büyük Fransız hukukçusu ve düşünürü Marc Ancel’in sık sık anımsatılması gereken şu yargısı, hepimizi çok, ama çok düşündürmelidir, kaygılandırmalıdır: ‘Zanardelli (kaynak) Yasası, Türk uygulamasında, önemli yozlaşmalara uğramıştır’ (L’intéret et nécessité nouvelle de la recherche pénaliste comparative, Melanges en l’honneur du Doyen Pierre Bouzat, Paris, 1980, s. 10).”
“Evet, geliniz, bütün bu görüşlere ilkin kızmaktan vazgeçelim. Sonra da tam tersine, bu çarpıklıkların ve de uyarıların üzerlerinde uzun uzun düşünelim. Aslında kızmaya elbette hakkımız yok. Eleştiriye kızmak, içgüdüseldir, beyinsel ve akılcı değildir, insana yakışmaz. Eleştiri karşısında takınılacak tek tutum, ‘eleştiri doğru mu, değil mi’ diye sormaktır.”
“Üstelik bütün bunlar doğruysa, o zaman yapacağımız çok şey var demektir.”
“Önce bizim kuşağın bu hukuk uygulamasını gelecek kuşaklara aktarma hakkına sahip olmadığını düşünerek, Atatürkçü görüş ve ‘tabula rasa’ yöntemiyle, karşılaştırmalı hukuka başvurarak, başarılı kazanımlar ayıklanıp korunmalı, yanlışlıklar tez elden düzeltilmelidir.”
“İkincisi, ‘bilim dili, sağlam dildir’ (Condillac). Hukuk dili ise, bir ortak üst dildir. Eğer bir ortak üst dil yok ise, kuşkusuz herkes kendine göre bir hukuk yaratacak demektir. Bu ise, elbette hukuk çokluğu, dahası kargaşa demektir”.
“Öte yandan unutmayalım ki, küresel kavramlar üzerinde sadece yararlanma hakkımız vardır, asla mülkiyet hakkımız yoktur. Olamaz da. Çünkü onları özlerinden koparamayız. Bu nedenle küresellikle bütünleşen ortak hukuk sözlüğümüzü bir an önce kotarmalıyız.”
Şunu da asla unutmayalım. Ana dilinizde ne denli çok sözcük varsa, dil dünyanız da o denli zengindir. Bu açıdan liseyi bitiren bir ABD’li öğrenci 72.000 sözcükle karşılaşmaktadır. Buna karşılık aynı düzeydeki Türk öğrencinin karşılaştığı sözcük sayısı sadece 5.700’dür.
Yani ABD’li öğrencinin on ikide biri.
Özetle yarış, başlamadan bitmiştir.
Bu açığı kapatmak zorundayız. Kapatamazsak özellikle hukuk gibi kültür bilimlerinde çağcıl bilim dünyasına asla giremeyiz.
“İnsanlık, bir küreselleşme (globalisation, globalization, globalizzazione, globalización) olgusu yaşamaktadır. Küreselleşme yeni bir kavramdır. Sözgelimi, Fransızcaya 1965’te girmiş ve girer girmez de bilgi akışı hızlanmıştır. Türkiye, Avrupa Birliği’ne girme iddiasında olan bir ülkedir. Birliğin uyarılarını beklememeli, önceden davranmalı, Türk hukukuna ‘tasarlayarak’ (taammüden) saldıran bütün engeller aşılmalıdır.”
“‘Bilgi üretme ve tüketme çağında yaşıyoruz’ (Garaudy). Bu üretime kesinlikle katkıda bulunmalıyız. Bulunmalıyız ki, tüketme doğru olsun, sesimiz de bütün dünyada duyulsun.”
“Hukuk devriminin bildirisinin söylemde kalmasını değil, eyleme dönüşmesini; Batı hukukunun kıyısında değil, soluklu odağında, yüreğinde yer almasını ve çağla aynı dalga boyunu yakalamasını; tarihe maruz kalmasını değil, tarih yapmasını ve yazmasını; derin hukukun yürek vuruşlarını karar ve içtihatlarımızın her sözcüğünde duyurmayı; toplumun sağlıksız dokusunu iyileştirmeyi; umudunu mafyaya bağlamış adaletin tersine dönmüş alınyazısını yenmeyi; zamanın değerleriyle ve ruhuyla denk düşmeyi istiyorsak, her şeyi yeni baştan gözden geçirmek zorundayız.”
“Elbette uzun soluklu ve soylu bir kavgadır, bu.”
Ancak onca yıl sonra geriye dönüp baktığımda, bu soylu kavganın ortasında yaşamanın zaman zaman üzücü ve kahredici, ancak az da olsa umutlandırıcı odağında yer aldığımı sanmakta, hatta bu yaşta bile yaşamaktayım.
Elbette umudumu hiç yitirmedim. Zira biliyorum ki, “Gerçek, kolay kolay üstün gelmez. Ama zamanla gerçeğe saldıranların soyları tükenir.” (Max Flanck).
Evet, o dönemde de şu soruyu sık sık sormuşumdur, kendime: “Acaba yaşanan olgular, Batıdan kopmanın, yönünü yitirmenin, aile içi hastalıklarının yaşandığını mı kanıtlamaktadır?”
Bu sorunun yanıtı, elbette dün de bugün de “evet” tir.
Bunun temel nedenini de şöyle açıklamıştım o dönemlerde: “Metodik kuşku sürdükçe tartışma ve eleştiri de sürecektir. Oyçokluğuyla tartışma bitseydi, çoğunluk, haklılığın ölçütü olurdu. Oysa her türden ve de özellikle bilimsel etkinlikte ‘çoğunluk haklıdır’ diye bir kural hiçbir zaman olmamıştır. Olamaz da. Nitekim Montaigne’in denemelerinde adı sıkça geçen Romalı taşlama ozanı Decimo Giunio Giovenale’nin (Decimus Junius Juvenalis, MS 55-140) dediği gibi, “Eleştiri, kavgayı bağışlayınca barış güvercini konuk olur. Zira eleştiri, bir görevdir, hak değil.” Üstelik şu ya da bu nedenle görevden kaçmak ise, elbette “yetkiyi saptırma”(abus d’autorité) ya da “yetkiyi kötüyle kullanma”dır.” (TCY, m. 257/1).
“Umudumuz gerçekleşti mi?” sorusunun yanıtı ise, elbette dün gibi yine bugün de “ne yazık ki, hayır” dır.
Kısaca bunları görmenin, insan olarak ben, belirlemenin, yaşamanın acısını günümüzde de çekmekteyim.
İşte o anda da, tıpkı Sabahattin Ali gibi: “Beni en güzel günümde / Sebepsiz bir keder alır. Bütün ömrümün beynimde / Acı bir tortusu kalır.”
Nitekim de kalmaktadır
Öyleyse, lütfen kendimize gelelim. Böyle bir düzende, devlet, bırakınız “hukukun üstünlüğüne dayanan devlet” olmayı, aslında artık sıradan bir “hukuk devleti” bile değildir.
Unutmayınız ki, Anayasa’nn değiştirilmesi yasak maddelerinden biri şudur: “Türkiye Cumhuriyeti (…), demokratik, laik, (ve) sosyal bir hukuk devletidir.” (m. 2).
Ancak araştırınız. Göreceksiniz ki, bu dört nitelikten hiçbiri yaşama geçirilmiş değildir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ise, sürekli bu uyarıyı bizlere yapmaktadır. Hakları çiğnemede birinciyiz. Rusya’nın iki katını geçmişiz. Ancak en sorumlu kişiler bile, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, ne derse desin, tazminatı öder geçeriz” diyerek hukuka meydan okumakta, efelenmektedirler.
Hem de bilinçsizce.
Üstelik sorumlu yandaşlarının ve milletin vekillerinin alkışlarıyla.
Çok acı ve de çok düşündürücüdür, bu durum!?
Staj döneminden başlayan gözlemlerime dayanarak ve Yaşar Kemal’in haber gazeteciliğinin başına gelenlerle, Pablo Neruda’nın “Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar, her gün aynı yoldan yürüyenler, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler, giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler” dizelerinde belirtildiği üzere hukuk uygulamasında bilimden uzaklaşan ve “Her gün aynı yolda ağır ağır yürüyenlerin, öykünmenin kölesi olanların, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenlerin” ellerinde bir oyuna dönüşmüştür.
Bu vesileyle aşağıdaki anımı paylaşmak isterim.
1960 hükümet darbesini, yedek subay öğrencisi ve yedek subay olarak yaşamıştım.
Bu darbe, benim için büyük bir ders ve deneyim olmuştur.
Çünkü o gün Harp Okulu’nun kapısında nöbetçiydim.
Düşürülen iktidarın bütün bakanları ve milletvekilleri bu okula getiriliyorlar ve bilinçsizce dövülüyorlardı.
Gerçekten toplumumuzda yaygın ve kınanası bir alışkanlığa bu darbeyle birlikte tanık olmuştum: Darbeden bir gün önce dışarı çıkmamıza bizlere hakaretler ederek ve de iktidarı savunarak bir dakika dahi izin vermeyenlerin hemen hepsi, darbe olduğu gün ülkeyi kurtaran birer kahraman kesilmiş, düşürülen iktidara sövüyorlardı.
İlk ders işte buydu: İkiyüzlülüğün sıradanlaşması ve yaygınlaşması.
İkinci ders, darbe öncesi, tir tir titreyenler, darbe sonrası, birer kurtarıcı kesilmişlerdi: Ucuz kahramanlığın sıradanlaşması ve yaygınlaşması.
Üçüncü derse gelince, o dönemde her gün radyolar, “Sanıklar geldiler. Bağlı olmayarak yerlerini aldılar. Açık duruşmaya başlandı” diyerek oturumu açan Başkan Salim Başol’un Yassıada Mahkemesi duruşmalarını veriyordu.
Biz teğmenler, asteğmenler olarak o günlerin birinde Merzifon’dan Amasya’ya gitmiştik. İlkokul çağı öncesini yaşayan çocuklar, sokakta mahkemecilik oynuyor ve Başol’un sözlerini olduğu gibi yineliyorlardı.
Ancak bir terimi yanlış anladıklarından “sanıklar” yerine “sandıklar” diyorlardı.
Görevdeki yargıçlar ile çocuk yargıçlar arasındaki tek başkalık, dikkatinizi çekmek isterim, işte bu “sanıklar” yerine “sandıklar” terimiydi.
Zira öbür sözcükler tıpa tıp aynıydı ve bu durum, sanırım hepimiz, özellikle hukukçular için çok düşündürücüydü.
Öyleyse üçüncü ders şu idi: Yargılamada öykünmenin sonucu olarak duruşmanın sıradanlaşması ve yaygınlaşması.
Türk uygulamasında günümüzde bile aynı alışkanlık, öncekilere öykünme, ne yazık ve acıdır ki, bütün boyutlarıyla günümüzde de sürmektedir.
Bu yüzden yanlış terimle duruşma, doğru terimle “TARTIŞMA” aşaması, temel ilkelerinden bütünüyle kopmuş, yerlerde sürünen, bir türlü dik durup ayağa kalkamayan içi, içeriği boş bir çuvala, gerçeğin gölgesine dönüşmüştür.
Böyle duruşmalar sonucu kurulan hükümler, elbette adli yanılgılara açıktır.
Unutmayalım ki, her şey karşıtıyla varlık kazanır. İddia varsa, elbette savunma da vardır.
Özetle; bırakın entelektüel atmosfer içinde entelektüel katkıyı, zaman zaman ahlaka bile aykırı duruşma anlayışıyla, bu anlayışın ürünü ahlak dışı girişimlerle örselenmiş, bizzat hukukçuların çarpık girişimleriyle kaynakları ve varlığı kirletilmiş, bu nedenlerle de kanımca meşruluğu tartışılır duruma gelmiş bir duruşma karşısındayız.
Bunu en çarpıcı ve sık sık yaşanan örneklerinden biri, sözgelimi, gerçek olaylara dayanmayan duruşma yargıcını ret istekleridir.
Bunlar, ülkemizde her zaman umur-ı âdiyeden sayılmış, hukuksal ve ahlaksal açılardan üzerlerinde hiç durulmamıştır.
Eğer böyle bir istek, sırf davayı uzatmak için yapılıyor, yalanlara dayanıyorsa, her şeyden önce mesleğini hukuk içinde ve Yasa’nın deyişiyle “HUKUKA UYGUN” olarak yürüteceğine ilişkin şerefi üzerine ant içmiş bir avukata bu tutum, elbette hiçbir zaman yakışmaz, yakışmayacaktır da. Çünkü ahlaka aykırı, yalana dayanan bir iftiradır bu; dolayısıyla kesinlikle kovuşturulmak gerekir.
Ancak ilgili kuruluşlardan, özellikle de barolardan, Barolar Birliği’nden bu konuda hiç ses çıkmamaktadır.
İşte yaşanan bu gerçekler, beni sürekli düşündürmüş ve çok sarsıp çok da üzmüştür.
Kendime hep şu soruyu sormuşumdur: Acaba bunun nedeni, Arapça “şeref” sözcüğünün, ahlak teriminin şiir dili güzel Türkçemizde olmaması mıdır?
Doğrusu bilmiyorum. Ancak sizleri de bu konuda, özellikle 10 Temmuz'da kutladığımız Dünya Hukuk Günü'nde düşünmeye çağırıyorum
Hatta bütün bunları ayrıca bir kez daha herkese, özellikle de hukukçulara anımsatmayı; hem bir görev hem de bir ödev bilmekteyim.
İzninizle bu yazıyı, bir yanlış Türkçeleştirmeye değinerek bitirmek istiyorum: “YARGITAY” terimi.
Bilindiği üzere “Danıştay” terimi, Osmanlı Türkçesinde Devlet Şurası (Almanca Staatsrat, Fransızca Conseil d’Etat, İngilizce Council of State, İspanyolca Consejo de Estado, Portekizce Conselho de Estado, İtalyanca Consiglio di Stato) olarak adlandırılmaktadır.
Dikkat edilirse, Anglo-Sakson hukuk terimi dâhil, burada ortak terim, “danışma”dır (conseil, council, consejo, conselho, consiglio). Dolayısıyla Devlet bir hukuksal işlemi yaparken danışma kurulu olan Danıştay’ın görüşünü almakta; bireyler ise, devletin yaptığı işlemleri yeniden gözden geçirmesi için gerektiğinde bu Kurul’a başvurmaktadır. Bu açıdan böyle bir organa Danışma Kurulu denmesi, kuşkusuz daha doğru olurdu. Ancak “Danıştay” denilmesini de, bütünüyle yetersiz görmek elbette olanaksızdır.
“Yargıtay” terimine gelince, bu terim, kuşkusuz Türkçe'dir. Ancak anlam açısından yetersiz, hatta yanlıştır. Çünkü Yargıtay, her şeyden önce kendine özgü nitelikleri olan bir mahkemedir (Cour, F. ve İn, cour). Tartışılamaz özelliği ise, bütün Kara Avrupası ülkelerinde ve bu ülkelerin hukukundan esinlenen ülkelerde, denetimini salt hukuk açısından yapan, ilk ya da istinaf mahkemesi kararları doğru ise, temyiz edilen kararı onaylayan değil, temyiz isteğini sadece reddetmekle yetinen bir mahkemedir. Özetle; kararı asla onaylayan bir mahkeme, bir merci değildir. Olamaz da. Zira özü açısından Yargıtay, bir yargılama, özellikle de asla ilk mahkemelerin yaptığı anlamda bir duruşma (tartışma) yapmamaktadır. Dolayısıyla bizim de içinde bulunduğumuz Kara Avrupası hukuk dizgesinde yanlış Türkçe ile bu mahkeme, Yargıtay değil, temyiz isteğini ya reddeden ya da sadece kararı bozan, dolayısıyla sadece bozma kararı verebilen bir mahkemedir. Bu nedenle özellikle Latince ana dilini, hatta İngilizce konuşan Batı ülkelerinde bile adı, “Bozma Mahkemesi”dir (A. Kassationsgerichtshof, F. Cour de Cassation, İ. Corte di Cassazione, İs. Tribunal de Casación, Pr. Tribunal de Cassação).
Bütün bunlar birlikte ele alındığında kanımca “danışma kurulu” olması gereken “danıştay” teriminin doğru, buna karşılık “yargıtay” teriminin kesinlikle yanlış olduğu, doğru terimin Latince diline dayanan Kara Avrupası ülkelerinde görüldüğü üzere “Bozma Mahkemesi” olması gerektiği açıktır.
Lütfen efendiler, kavramsal el çabukluğuyla değil, demokratik ve ayrıcalıklı bir yaklaşımla AHLAKA, HUKUKA ve GERÇEKLERE DÖNELİM!?
Prof. Dr. Sami Selçuk - Eski Yargıtay Birinci Başkanı - Eski İ. D. Bilkent Ü. Öğretim Üyesi |
Editör: N. Cingirt
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.