
İsrail’le SDG arasında konjonktürel bir ortaklık oluşması ve Şara’yla çatışmaları, Türkiye’deki barış sürecini olumsuz etkiler. Barış için önemli adımlardan biri de halkların sürece katılımıdır. Sadece siyasetçi elitizmiyle sonuç alınamaz
Suriye’de ortalık karışık, sular bir türlü durulmuyor.
Görünürde yerel güçler çatışıyor lakin hepsinin ardında küresel bir güç bulunmakta. Mevzu, üçüncü dünya ülkelerinden pay kapma, enerji, su ve petrol elde etme, bölgelerde nüfuz alanı sağlama kavgası olunca, artık Türkiye dahil hiçbir güç, karada kendi askerini öne sürmüyor ve bölgesel güçlere destek vermeyi tercih ediyor. Tabii bu politikanın mimarı, Irak ve Afganistan işgallerinde ağzı fena yanan ABD.
Suriye’de İsrail yanlısı Dürzi grubun diğer Dürzi grupları da etkilemesiyle birlikte çatışmalar tekrar başladı. Dürziler özerklik istiyor ve arkalarında İsrail var. Hedefleri artık Arap aşiretleri vs. değil direkt Suriye hükümet güçleri.
Aynı şekilde SDG de 10 Mart mutabakatını tanımıyor ve federasyon istiyor. 10 Mart mutabakatından sonra Kürtler arasında ciddi bir tartışma çıkmış, büyük bir kesim “Kobani’yi kurtarmış, düzenli ordumuzu oluşturmuşken neden masada geri adım atarak entegrasyonu kabul ettik” şeklindeki itirazlarını çeşitli mecralarda dile getirmişti. O dönem,Kürt halkının Suriye’de federasyon talebi olduğunu ve bu konuda tartışmaların sürdüğünü belirttiğimizde, “Hayır, her şey yolunda” diyerek itiraz edenler olmuştu. Bakın şimdi tablo ortada. Gelinen noktada, SDG de federasyon konusunda net bir talep öne sürüyor.
Kısaca güneyde Dürziler, kuzeyde ise Kürtler federasyon talebinde ısrarlı.
ABD, Şara iktidara geldiğinden bu yana Suriye’deki üslerini boşaltacağını söylemesine rağmen, şu sıralar kuzeydeki üslerine askerî yığınak yapıyor. Rusya zaten Esad düşse de üslerini boşaltmadı. İsrail ise Dürzileri koruyorum adı altında direkt Suriye hükümetini hedef alan saldırılar düzenlemeye devam ediyor. Merkezî bir ulus devletin, Golan Tepelerini kaybetme riskini doğurduğunun farkında ve güneyde kendi denetimindeki Dürzilerin yaşadığı özerk bir tampon bölge de ulaşmak istediği hedefler arasında.
Yine 10 Mart mutabakatına göre Tişrin Barajı ile su ve petrol kaynaklarının denetimi, Suriye merkezî hükümetinde olacaktı lakin bu hayata geçmedi. Şu anda SDG tekrar Tişrin Barajı çevresine yerleşti. Su ve petrol kaynakları da Suriye hükümetine devredilmedi.
Alevi ayaklanmaları ise şimdilik sönümlenmiş olsa da her an tekrar patlak verebilir.
İngiltere, Fransa ve elbette İsrail, bölgede nüfuz sağlama çabalarından asla vazgeçmeyecek. Öte yandan bölgesel güçler de konjonktürel ortaklık veya ‘düşmanımın düşmanı dostumdur’ bakışına sahip.
ABD açısından durum daha farklı. Güç Şara hükümetinde de olsa ABD kazanıyor, Dürziler, Aleviler, Kürtler ve merkezî hükümetten oluşan federatif bir devlet modelinde de. Çünkü bölgedeki hiçbir güç, mevzubahis ABD olunca karşı çıkamıyor.
Misal, Şara ABD ile son görüşmesinde “Ne derseniz yaparım” sözü vermedi mi? Ya da İran-İsrail savaşında Suriye hava sahasını İsrail’e açmadı mı? Şimdi aynı Şara, aynı ABD’nin desteklediği SDG ile savaşabilir mi?
Peki Türkiye, bölgedeki tüm günahların ebesi olarak İsrail’i öne çıkarıp, ABD’ye tek bir eleştiri yöneltmezken ABD’nin desteklediği güçlere nasıl kafa tutacak?
Sanırım burada ABD taktiklerini bilmek ve boşluklardan faydalanmak devreye giriyor. ‘İki atımı da koştururum, hangisi yenerse yensin ben kazanırım’ diye özetlenebilecek taktikleri artık herkes tarafından bilinen ABD’nin, kontrol ettiği veya desteklediği güçler arası bir savaşta, sessiz kalarak izleyip kazananla yol yürüdüğü, diğerini de yedekte tuttuğu bir gerçek.
Görünen o ki Türkiye, İsrail’e esip gürler veya SDG’ye hamle yaparken bunu hesap ediyor. Elbette ki ABD, bu çatışmalara açıkça karışmayacak, taraf tutmayacak ve izleyecektir.
Burada mevzu, bir nevi konjonktürel ortaklık sağlayan İsrail, Dürziler ve SDG düşünüldüğünde Türkiye’nin, İsrail’le sonu savaşa varabilecek bir çatışmaya girme isteği olup olmadığıdır. Ya da kara gücü haricinde, İran gibi İsrail’e ağzının payını verecek donanıma sahip olup olmadığı.
Neden Şara ile olmaz?
Türkiye diyorum çünkü Şara hükümetinin ardındaki önemli güçlerden biri Türkiye. Her ne kadar Şara, ABD’ye ve hatta İsrail’e bağlılık sözü vermişse de ardında Türkiye’nin bulunduğu gerçeği, İsrail’e ve Kütlere güven vermesini engelliyor. Haliyle kendi planlarını devreye sokmak istiyorlar.
Şara’nın, Suriye’yi kapsayacak, yönetecek bir vizyonda olmadığını, özellikle anayasa belirleme aşamasında güç sarhoşluğu yaşayarak Suriye’nin hassas dengelerini göz ardı ettiğini (veya o anayasayı hazırlayanların emrini yerine getirdiğini) daha önce yazmıştım.
Şara’nın ve kurumsallaşamamış devlet yapısıyla kurulamayan düzenli ordusunun, Suriye’deki dengeleri sağlayıp çatışmalarda politika üretecek veya Suriye’yi yönetebilecek kapasitesi yok. Ve her gelişme bu dediklerimi doğruluyor. Belli ki aklı da taktiği de başkalarından alıyor. Bunu yazdığımda, hükümet yetkilileri kızıyorlar farkındayım ama gerçekler acıtır: Şara çapsız, eğitimsiz, apolitik ve kapasitesiz. Ülke yönetmek, arazide çatışmaya ve şark kurnazlığıyla pusu kurmaya benzemez. Hatta Şara, alternatif yokluğundan tüm gücüyle onu destekleyen Türkiye’yi de yakında bu çapsızlığının bir parçası yapabilir. Zira onun her başarısızlığı, Türkiye’nin de hanesine yazılıyor küresel güçler tarafından.
Peki, şimdi ne olacak? Ya Türkiye artık Şara’ya arka kapıdan değil de açık destek vererek ayaklanmaları bastıracak ve küresel güçlerle adı konmayan bir çatışmaya girecek ya da Şara ve Türkiye, Suriye’de beş bölgeli bir çözümü kabul edecek.
Bu da İsrail tehdidinin Türkiye açısından daha da büyümesini beraberinde getirecek. Suriye’de en az petrol kadar önemli olan su yatakları ve suyun kontrolü için de çatışmalar yaşanacak ki küresel ısınma çağında Suriye’deki suyun kontrolü, bölge için hayati önemde.
“Dış güçler” neden başarılı oluyor?
Suriye’nin sorunları kısa vadede çözülecek gibi görünmüyor zira görünürde ve masada imzalanan anlaşmaları, bir güç çıkarına uygun bulmadığında, yönetebildiği kesimlerle bölgede ayaklanma başlatabiliyor ki İsrail’in Dürziler üzerinden yaptığı tam da bu.
Lakin şunu da görmek gerekir ki eğer Şara yönetimi, Dürzilere güven verip onları kapsayabilseydi, bu tablo yaşanmazdı. Dolayısıyla dış güçlerin oyunlarını herkes değerlendirebiliyor artık, lakin kendi hataları söz konusu olunca, kimse burnundan kıl aldırmıyor.
Yine soralım, Türkiye’nin Suriye politikası nedir? Şara’yı destekleyerek merkezî ulus devlette ısrarcı mı olacak yoksa yeni çözümlere açık mı? Bu sorunun cevabı önemli zira ülkenin kaderi de buna göre şekillenecek.
Suriye, Türkiye’yi etkiler
Çünkü barış sürecinin bir ayağı, başından beri Suriye’ydi. Hatta 10 Mart mutabakatı üzerine tartışılırken SDG, federasyon talebini dillendirdiğinde Öcalan’ın; “Suriye farklı, Türkiye farklı. Türkiye’nin koşullarına ters bir talebimiz olmayacak” minvalinde söylemleri oldu.
Fakat durum pek de öyle olmayabilir. Yani Suriye’de Şara ve SDG arasında gerçekleşecek olası çatışmalar, Türkiye’deki barış sürecini de etkileyecektir zira bugün Şara demek, Türkiye demek gibi bir durum hasıl oldu. Gelişmelerin yansımaması mümkün değil.
Komisyon yeterli değil
Öte yandan zor da olsa mecliste bir komisyon kuruldu ve ilk toplantısını yaptı, ikincisi ise yarın. Komisyonun adı da güncellendi: Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu.

Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu
Komisyonun varlığı, olumlu bir gelişme fakat yeterli değil ve birtakım soruları da beraberinde getirdi.
- Bu komisyonun tam olarak işlevi ve yetkisi ne olacak?
- Herhangi bir partiye, ayda yılda bir oy verme dışında, aidiyeti bulunmayan halkın çoğunluğu, gelişmelere nasıl ortak olacak?
- Daha somut bir örnek vereyim: Ben bana sorulmayan, fikrim alınmayan, bilgi verilmeyen konularda, süreci nasıl destekleyebilirim?
- Ya da sen bana bilgi vermezsen, fikrimi sormazsan, beni sürece dahil etmezsen bu süreç nasıl “bizim” olabilir? Olmaz.
Türkiye’de zaten yarım yamalak olan temsili demokrasi, böylesi bir süreci halklarla yürütmeye yetmeyecektir. Halkların dahil edilmediği hiçbir elit yapı, adı komisyon da olsa, tek başına yeterli olamaz.
Komisyonun kurulması ve tüm partilerin komisyona katılması gerektiğini daha önce yazmıştım lakin asıl olması gereken, halkların sözü ve katılımıdır.
Geçen hafta Tuncer Bakırhan, benzer bir konuya dikkat çekti. Barış sürecine ilişkin halk toplantılarını ve sivil toplumla buluşmaları, bir tek DEM Parti’nin yaptığını, iktidar kanadından ise bu kapsamda hiçbir adım atılmadığını vurguladı.
Oysa sürece karşı olan, çoğunlukla Türk halkı. Sokakta karşınıza çıkanlardan çoğu, barış sürecine kuşkuyla bakıyor ve Öcalan üzerinden okuma yapıyor. Hal böyleyken nasıl olacak bu işler?
Barış karşıtları boş durmuyor
Süreci halka anlatmak için ne Ak Parti ne de MHP çaba harcarken, barış karşıtları boş durmuyor.
Tüm dünyada aşırı sağ olarak kategorize edilen, bizim ülkede ise nedense “ilerici muhalifler” olarak adlandırılan ırkçı partiler, ortak miting yaparak daha doğmamış barışı halka kötülediler. (Bu gruptan Ümit Özdağ için ayrı bir parantez açmak gerek. Cezaevinde bir aracı vasıtasıyla külliyeyle görüşme yaptığına dair iddialar, isimler, tarihler, bana ulaştı. Henüz araştırıyorum, bakalım ne çıkacak…)
Bu güruha karşı tek tepki, MHP lideri Devlet Bahçeli’den geldi ki o da sadece yazılı bir açıklamaydı.
Öte yandan bazı gazeteciler, cezaevlerinden tahliye edilen hasta ve yaşlı mahpuslar için vay efendim teröristler serbest bırakılıyor, şeklinde naralar atarak, halkın kafasını bulandırmaya devam ettiler.
Tanrı katında siyasetçi mi olur?
Geçen yazımda Kemalizmin gelişiminden kısaca bahsetmiş, yukarıdan aşağıya, tepeden inme, elitist baskıyla yapılan reformlara değinmiştim. Şimdi karşımızda yine bir siyasetçi elitizmi oluşabilir.
Oysa biz komisyon kurulsun derken, komisyonu kutsamadık, onlar her şeye vakıftır, kudretlidir, halk adına her kararı alabilirler, demedik. Şeffaflık ve katılım istedik. Görünen o ki bunlar da hayal olacak.
Mesela kendimden örnek vereyim; Öcalan’la görüşme talebimi aylar önce ilettim, halen cevap gelecek. Erdoğan’la görüşmek ise ne mümkün, kendisi sanki tanrılar katında, Olimpos’ta yaşıyor. Devlet Bahçeli’ye gelirsek, yüzünü gören cennetlik. Eee tekrarlıyorum, nasıl olacak bu işler?
Ben bir gazeteci olarak Öcalan’a, Bahçeli’ye ve Erdoğan’a ulaşamıyorsam, ilk ağızdan sorularımı iletemiyor, cevap alamıyorsam, sokaktaki insanlar ne yapacak?
Artık bu elitizmden vazgeçilmeli çünkü var olan ve doğum sürecine giren barışla ilişkili aktörlerle görüşmek, konuşmak, soru sormak, fikir almak, fikrimizi de söylemek zorundayız halk olarak. Başka türlü zor.
Zira halkı kapsamayan hiçbir reform süreci, tarihte de olduğu gibi, başarıya ulaşmaz, sündükçe süner ve dış etkilere açık hale gelir. Ancak halklarla bütünleşmiş, katılımlarının sağlandığı süreçler, sonuca ulaşır ve sağlıklı olur.
Gerek barış sürecinde gerekse yeni anayasa yapımında bu kriterlere uyulmadıkça desteğimiz sadece; evet barış ve demokrasi yanlısıyız, ırkçılığa karşıyız, cunta anayasasını da doğru bulmuyoruz, demekten öteye geçmeyecektir, baştan belirteyim.
Elbette hiç kimse, fikrinin sorulmadığı, bunun için gerekli kanalların oluşturulmadığı, yapımına ortak edilmediği ve en önemlisi uygulanacağına dair taahhüt almadığı bir anayasayı da aynı barış süreci gibi ne anlar ne de savunur.
Suriye’de Çatışma, Türkiye’de Barış - Platform 24
Editör: N. Cingirt
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.