Otokrasinin Kaynaklarıyla Yüzleşmek
Otokrasinin Kaynaklarıyla Yüzleşmek
11.09.202506:46
Haber Merkezi
136

Söz konusu tartışmalar Kürt meselesinin Türkiye’deki rejim formasyonundaki etkisini yeniden hatırlattı, hatırlatıyor. Yaşananlara ilişkin öne çıkan üç kavram ve tanımlama da ilk olarak Kürt alanında ortaya çıktı: “seçme ve seçilme hakkının ortadan kalkması”, “kayyımlar” ve “yasaların ve anayasanın askıya alınması”. Bugün olan bitenlerin altyapısı 2013-2015 Çözüm Süreci’nin çökmesinden sonra oluşturuldu. Ülkenin üçüncü büyük partisi DEM Parti’nin temsil ettiği siyasi geleneğe son 10 yılda yapılanlar bugün CHP’ye yapılanların altyapısını oluşturdu, bizi bugüne taşıyan yolun taşlarını döşedi.

Yaşananları değerlendirirken geldiğimiz yolları, oluşturduğumuz patikaları hatırlamakta fayda var. Aksi durumda Cumhuriyet tarihi boyunca yaşadığımız benzer döngüleri daha çok yaşayacağız ve aktörler değişse de patikalarımız aynı kalacak.

Tarihsel döngüleri kırmak ve yeni yollar inşa etmek her şeyden önce başka bir ülke ve toplum tahayyülünü gerektiriyor. Hak ve hukuka dayalı, eşitliği, adaleti, özgürlüğü herkes için temin edecek kapsayıcı, ortak bir gelecek otokrasiyi besleyen dinamiklerle yüzleşmeyi ve bu alanlarda radikal dönüşümleri zorunlu kılıyor.

Türkiye’de demokratikleşmeye doğru yol alabilmemiz için hemen hemen her siyasi mahallede her gün otokrasi ağacını besleyen birbiriyle ilişkili yapısal sorunlarla yüzleşmemiz gerekiyor.

Otokrasinin en önemli kaynağını eşitliği dışlayan zihinsel kodlarımız, değerlerimiz, normatif çerçevelerimiz oluşturuyor.  Bülent Bilmez hocamızın kaleme aldığı Türkiye’de Demokrasinin Hasta Kökleri (İstanbul: Lejand Yayınları, 2025) kitabı demokratikleşmeye doğru yol almamızı engelleyen ve otokrasiyi besleyen zihinsel köklerin en az iki yüzyıl geriye doğru gittiği gösteriyor. Türkiye siyasi tarihi ve demokratikleşme süreçlerine zihinsel ve kavramsal bir köken analizi getiren Bilmez, özellikle 19. yüzyıla, Osmanlı son dönemine odaklanıyor ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan modern Türkiye’ye uzanan süreklilikleri ve içinden çıkamadığımız döngüleri ortaya koyuyor. Çalışma, özetle, Tanzimat’tan bugüne Türkiye’de demokratikleşme konusunda iki temel zihniyet sorunun olduğunu gösteriyor: irrasyonel eşitlik korkusu yani “egalofobi” ve aynı anda hem üstün hem aşağı hissettiren, çatışmalar kadar tutarsızlıklar içeren “çoğunluk kompleksi”.

Otokrasiyi besleyen ikinci önemli dinamik Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkan ve Türkiye’ye miras kalan merkeziyetçilik ve homojenlik arayışı. Cumhuriyete geçişle birlikte hem merkeziyetçilik hem de homojenleştirme siyaseti güçlendi. Ulusun eşit yurttaşları söylemi gerçek hayatta hiçbir zaman karşılık bulmadı; etnik/ulusal, dini/mezhepsel, toplumsal cinsiyet temelli, sınıfsal, coğrafi/bölgesel ayrımları ve eşitsizlikleri görünmez kıldı.   

Milliyetçilik otokrasiyi besleyen üçüncü dinamik. Siyasal ve toplumsal alanın etnik/ulusal kimlikler üzerinden inşa edilmesi anlamında milliyetçilik bugün Türkiye siyasetinin hâkim partilerinin ortak noktası. Hem seçim sonuçları hem de kamuoyu araştırmalarının gösterdiği üzere son 10 yılda milliyetçi uzlaşı daha da genişledi. Türkiye siyaseti milliyetçilikle yüzleşemediği sürece otokrasiden demokrasiye geçiş öyle kolay olmayacak. Maddi ve sembolik kaynaklara sahip hâkim grubun ortak siyasi zeminini oluşturan Türk milliyetçiliği konusunda dikkate değer bir dönüşüm çabasının olmaması, alınması gereken yolun uzaklığını gösteriyor.

Otokrasiyi besleyen bir diğer sorun alanı kutsal devlet anlayışı ve bunun bir sonucu olarak şekillenen zayıf sivil toplum olgusu. Türkiye’de neredeyse tüm siyasi mahalleler devleti kutsuyor. Milliyetçiliğin, merkeziyetçiliğin beslediği bu kutsal devlet anlayışı toplum odaklı bir siyasal düzenin inşasını zorlaştırıyor. Türkiye genelinde seçimlerden öteye siyasete katılımın zayıflığı, “örgüt/örgütlenme” kavramının toplum nezdinde taşıdığı negatif anlamlar kutsal devlet anlayışının diğer yüzü. Siyaset sıradanlaştıkça, gündelik hayatın bir parçası oldukça, herkesin dahil olduğu bir alana dönüştükçe, dayanışmanın, toplumsallaşmanın yeniden üretildiği alanlar olarak çoğaldıkça ve en önemlisi tüm bu alanlarda eleştirel akıl hâkim hale geldikçe devlet kutsiyetini yitirir. Başka bir ifadeyle sivil toplum alanı yeni bir siyasallığın alanına dönüştüğü ölçüde otokrasi zayıflar.

Devletin çekirdeği olarak da tanımlayabileceğimiz militarizm otokrasinin bir diğer kaynağı. Militarizm Türkiye’de kutsal devlet anlayışının en görünür olduğu alan aynı zamanda. Son yıllarda savunma sanayii alanındaki büyümeden gurur duymayan siyasi mahalle yok neredeyse. Eğitim, sağlık, barınma, beslenme gibi temel alanlarda büyük krizlerin olduğu, ülke genelinde büyük bir yoksullaşmanın yaşandığı bir ortamda ana muhalefet partisinin bile silahlara yapılan yatırımlardan gurur duyması, bu alanı siyaset üstü bir alan olarak tanımlaması bir yandan militarizmin toplumsal köklerinin gücünü gösterirken öte yandan siyaset kurumunun bu alandaki muhafazakârlığına işaret ediyor.

Ekonomik eşitsizlik otokrasinin bir diğer kaynağı. Ekonomik eşitsizlik çoklu şiddet demek. Açlık, derin yoksulluk, temel gıdaya erişememe gibi ekonomik sömürünün en sert yüzü bir tür doğrudan şiddet. Milyonların eğitim, sağlık, barınma, beslenme gibi temel haklara erişimini sınırlandıran ekonomik sömürü yapısal şiddet demek. Ekonomik sömürüyü meşrulaştırmaya dönük duygu ve düşüncelerin, normların ve değerlerin yeniden üretimi ve toplumsal alanda yaygınlaştırılması ise sembolik şiddet. Özetle, son yıllarda daha derinleşen ekonomik eşitsizlik çoklu şiddet demek ve otokrasinin en önemli kaynağını oluşturuyor.

Erken egemen toplumsal düzen, yani ataerki yukarıdaki sorunların tamamını kesen ve otokrasiyi besleyen bir diğer dinamik. Toplumsal cinsiyet eşitliğine dayalı siyasi ve toplumsal mücadele Türkiye’de büyük bir miras yaratmış durumda. Ancak bu alanda alınması gereken yol hâlâ çok fazla. Sadece doğrudan şiddeti değil, aynı zamanda yapısal ve sembolik şiddeti toplumsal alanda yeniden ve yeniden üreten ana kaynaklardan biri olarak ataerki otokrasi ağacını besleyen bir diğer ana kaynak.

Hâkim otoriter dindarlık anlayışı da toplumsal hayattan öteye siyaseti şekillendiriyor ve otokrasiyi besliyor. Türkiye’deki hâkim dindarlık, toplumsal alandaki dini/mezhepsel, etnik/ulusal, toplumsal cinsiyet bazlı kimlik farklılaşmalarında eşitsizliği bir norm olarak kabul ediyor. Bu konuda pratik alandaki sorunlar bir yana benimsenen normatif çerçeve, toplumsal tahayyül, eşitsizliği en iyi durumda bile verili olarak kabul ediyor. Türkiye’de otoriter dindarlık dönüşmeden, bu alanda köklü ve kapsayıcı bir reform gerçekleşmeden otokrasi yolundan demokrasi yoluna geçiş kolay olmayacak.

Liste uzatılabilir ama son olarak, lider kültü ve kurumsal zayıflığın altını çizmek gerekir. Kabul edilmiş kurallar olarak kurumların zayıflığı kişisel/şahsi yönetimi besliyor. Kurallar, kaideler, politikalar, prosedürler, süreçler, yapılar ve mekanizmalarla toplumsal alanı yönetmek yerine, liderlere dayanan, liderlere güvenen siyasi ve toplumsal kültür bugün muhafazakâr mahalleden seküler mahalleye, Kürt sokağından Türk sokağına her yere hâkim. Her siyasi mahalle kurtarıcı bekliyor. Kutsal devlet kutsal siyaseti, kutsal siyaset kutsal lideri besliyor. Liderler, özellikle karizmatik liderler belirsizlikten ve krizden beslenir. Zira, belirsizlik ve kriz kişisel karizmanın performans alanını genişletir, kural ve normların aşılmasını kolaylaştıran bir ortam yaratarak otokrasiyi besler.

Türkiye’de son 10 yılda otokrasiye doğru hızlanan gidişat yüzeysel ve konjonktürel siyasal tercihlerden ziyade çok katmanlı bir tarihsel-siyasal mirasa dayanıyor. Tarihsel-siyasal mirasın yanı sıra, bugünkü küresel bağlam da ne yazık ki otokrasiyi besliyor. Netanyahu’nun dile getirdiği “önce güç, sonra barış gelir” bugün ne yazık ki sadece Gazze’de değil, tüm dünyada geçerli. Küresel ölçekte belirsizliğin genişlediği, silaha yatırımların arttığı, uluslararası normların ve kurumların zayıfladığı, gücü yetenin denetimsiz, müdahalesiz bir şekilde istediğini yaptığı bir dönemden geçiyoruz.

Bu tablo demokratikleşmeye yönelik toplumsal ve siyasal mücadelenin yükünü artırıyor. Bununla birlikte demokrasiye yönelmek bildik yolları terk etmeyi, yeni patikalar için yeni yollara girmeyi gerektiriyor. Asıl krizimiz yeni yollar önerecek yeni bir siyaset ve yeni bir siyasi öznellik.


Editör: N. Cingirt
Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.