Tüm hakları saklıdır.

Osmanlı toplumu yapısal olarak bir üretim toplumu olarak ortaya çıkmadı. En nihayetinde üretici güçler ancak üretim şartlarında gelişme şansı bulabilirdi.
Bir önceki makalemizde toplumsal ilerlemede, üretici güçlerin gelişmesinde karşıt güçlerin mücadelesinin ve sınıf savaşlarının önemine değinmiş, bunun toplumsal-ekonomik gelişmenin motoru olduğu tespitini yapmış, konuyu kısaca tarihsel perspektiften ele almıştık. Şimdi bu noktayı ülkemiz açısından Osmanlı toplumu perspektifinden kısaca incelemek istiyoruz.
“Avrupa kapitalizminin başlangıcının, İtalyan kentlerinden itibaren başlayan uzak mesafe ticareti, Roma’dan türeme değildir. Bu ticaret köklerini 11.-12. yüzyılın İslami ticari başarılarından almaktadır” diyor Fernand Braudel, bununla o dönemde ilk defa İtalyan kentlerinde kozalanmaya başlayan kapitalist elementlerin oluşumunu, İslam ülkeleri ile yapılan ticari ilişkilere, etkileşimlere bağlıyor ve ekliyor: “Uzun mesafeli seyrüsefer, düzenli kervanlar faal ve etkin bir kapitalizm gerektirmektedir. İslam aleminin her yerinde esnaf kuruluşları yerli yerindedir ve maruz kaldıkları değişmeler (ustaların yükselmesi, eve iş verme, kent dışında tezgahlar) Avrupa’nın sonradan tanık olacaklarına fazlasıyla benzemektedir… Kentsel ekonomiler geleneksel otoriterelerin elinden kurtulmaktadırlar. Batı kapitalizminde ithal edilmiş bir şey varsa, bu her halükârda İslam aleminden gelmiştir.”¹
Özetle Braudel, kapitalizmin kozalarının, ön koşullarının Ortadoğu’da Avrupa’dan önce olgunlaştığını söylüyor. Haliyle buradaki soru, bu bölgede, o zaman ve hemen sonra Osmanlı toplumunda kapitalizmin bu olumlu koşullara rağmen neden nüvenelip gelişmediği, üretici güçlerin gelişmesinin neden buralarda, sonradan Avrupa’da olduğu gibi, boy atamadığı oluyor. Bu sorunun cevabı tarihin derinliklerinde yatıyor. Konuya ilişkin olarak öncelikle şu temel gerçeklikleri göz önünde bulundurmak gerekiyor:²
“İslam ortaya çıkışı ve işlevi itibarı ile, literatürde yukarı barbarlık dönemi -ki bu yerleşik toplumlara tekabül eder- olarak tanımlanan bir çağın ürünüdür. Yalnızca bir din değil, aynı zamanda bir devlet kuruluş ideolojisidir.”
“İslam’ın ortaya çıktığı dönemde dünya ticaret yollarının Roma ve Persler tarafından kontrol edilmesi, İslam’ın var olabilmek için fetihçi bir yol izlemesini zorunlu kılmıştı. Bu durum, İslam’ın cihat ideolojisini doğurdu.”
“İslamiyet’in bu fetihçi ideolojisi ile o dönemde orta barbarlık -ki bu göçebe toplumlara denk gelir- aşamasında bulunan Türklerin fetihçiliği arasında bir paralellik oluştu. Türklerin İslam’la etkileşimi bu şartlar altında gerçekleşti.”
Kıvılcımlı Ne Diyordu?
Hristiyanlık ise, köleci Roma Devleti’ne karşı bir muhalefet olarak ortaya çıkmış ve zamanla bir iktidar gücüne dönüşmüştür. İslamiyet toprağa yerleşmiş, ticaret yapan aşiretlerin devlet gücüyle birlikte tarih sahnesine girdiği bir dönemde var olmuştur. Bu, İslam’ın devletle birlikte var olma olgusunun tarihsel zeminini oluşturur. 10. yüzyıl civarında Anadolu’ya gelen ve İslam’la etkileşime giren Türkler için de bu durum geçerlidir. Osmanlı’nıun kuruluş dönemini Dr. Kıvılcımlı şöyle açıklıyor: “Atlanılmaması gereken sorunun karşılığı şudur: Osmanlılar, Orta Asya Kayı Han Oymağı’ndan yeni kopmuş oldukları için, Tarihöncesi İlkel Sosyalist Toplumun düzen ve düşüncelerini kendiliğinden yaşarlar. Alışmadıkları özel toprak mülkiyetini, toplumun orta malını göz göre göre çalmak sayarlar. Ne kendileri, ne başkaları için ‘kişi zengin etmeyi’, şerefsizliğin, dinsizliğin, alçaklığın en büyüğü bilirler. Bunu, Osman Gazi ölünce kalan bir avuç taşınır mirasından öğreniyoruz… Fakat taze göçebeliğin inanç ve yapışlarıyla dünyaları ele geçirdikten sonra, tarih öncesi sosyalizminin gelenek ve görenekleri, çökmüş düzenlerin miyazmasıyla (pis hava ile) zehirlenip aşınır. Özel mülkiyet hırsı, kişi zenginliği ile kabarır. Yıldırım Beyazıd paşası Timurtaş’ın hazineleri önünde Barbar Timur’a ünlü çığlığını kopartan şey budur. Bu hale gelen Osmanlılar, artık dirlik düzenini savunamazlar. Ellerinde sahipsiz duran, insaflarına kalmış toplum mülkiyetini, ‘mirî toprakları’, binbir ‘hile-i şer’iye’ ile malikâne sistemine doğru kaydırıp gitgide aşındırırlar.”³
Özetle, barbarlığın orta aşamasında yani göçebe toplum aşamasındaki Kayı Boyu Türkmenleri, Bizans’ı yıkarak yerleşmeye çalışıyorlar. Mülkiyet, ticaret, kâr vs. gibi sınıflı toplumlara özgü şeyler, yani üretici güçlerin gelişme düzeyi buna tamamen yabancıdır. 14. yüzyıl başlarında kurulan beylik, “bozulmadan”, yani sınıflaşmaya başlamadan önce yüzyılı böyle bir yapıda ve anlayışta geçiriyor. Oysa bu tarihlerde Batı çoktan sınıflaşmış, kapitalizmin nüveleri kentler çoktan oluşmuş, kurumsal şirketlerin, borsaların kurulduğu, çok ortaklı yapıların oluşmaya başladığı, modern muhasebenin uygulandığı bir aşamada bulunuyordu.
Demek, tarihöncesinden (ilkel sosyalizmden) gelen her barbar yığın, kendisi de farkına varmaksızın, niçin öyle olduğunu bilmeksizin, yaşadığı toplum mülkiyeti ve eşit insan eğginliği ve ülküsü ile az çok doludur. İlk karşılaştıkları medeniyetin kutsallaşmış özel mülkiyetini ve eşitsizliğini hemen benimseyemezler, bilseler bile aynen uygulayamazlar. Hele o insanlar göçebe iseler, geniş yerlerin “özel kişi”nin mülkü olacağını, insanların zıt sınıflar içinde eşitsizliğini büsbütün daha güç bir düzen sayabilir.
Osmanlı Miri Toprak Düzeni
O toplumun bu anlayışta insanları olan barbarlar, özel toprak mülkiyeti yüzünden çıkmaza girmiş ve bütün gücünü yitirmiş bulunan eski medeniyeti bir kılıçta, kendilerini bile şaşırtan bir kolaylıkla yere yıkarlar. Halkın bu yıkılış umurunda bile değildir. Tersine hoşlarına gitmiştir. Toprak beyleriyle ağaları, çok defa mal hırsı ile akına karşı koydukları için kılıçtan geçirilirler. Koskoca ülkelerin toprakları sahipsiz kalır. Gelen barbar eğer kentli ise kendisi için bir aile geçindirecek toprağı yeter bulur. Göçebe barbar ise onu da istemez. Eski medeniyetin ağalarınca malikâneleştirilmiş yerler, orada yerlerin esiri durumunda çalışan kişilere irat hesabına göre eşitçe dağıtılıverir. Yalnız mülk olarak değil, işletilmek üzere becerebilene verilir. İşte Osmanlı mirî toprak düzeni budur.”⁴
Avrupa’da Cermen barbarların köleci Roma İmparatorluğu ile etkileşimi feodalizmi ve bir dizi feodal prenslikleri doğururken, Bizans-Osmanlı etkileşimi oldukça merkeziyetçi bir yapıya sahip Osmanlı Beyliği’ni ortaya çıkardı. Osmanlı, daha kuruluşundan itibaren fütühat geleneğinde merkeziyetçi karaktere bürünmek zorundaydı. Giderek “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olarak kabul edilen, onun adına tüm mülkün sahibi olarak görülen sultan, devletin en üstündeki tek güçtü. Halk, “reaya” veya “kul” olarak nitelendiriliyor ve varlığı devlete bağlanıyordu. Bu durum, bireysel inisiyatifin ve üretkenliğin temelini oluşturan mülkiyet ve özerklik kavramlarının gelişimini engelledi. Böylesi bir sistemde, özel mülkiyetin tam olarak gelişememesi ve Batı’daki gibi “özgür birey”in ortaya çıkamaması doğaldı.
Ekonomik açıdan bakacak olursak, Osmanlı’nın kuruluşunda ve gelişiminde fetihçi bir ideoloji etkendi. Buna göre, yukarı barbarlık dönemi karakteristiği olarak toprağa yerleşerek üretim yapmak, küçültücü bir faaliyet olarak görülüyordu. Çünkü üretmek için çalışmak kölelere özgü bir faaliyetti. Bu zihniyet, sistemi üretime dayalı olmaktan ziyade fetihlerle elde edilen kaynaklarla beslenmeye yöneltti.⁵
Avrupa İle Fark Neydi?
Bu durum, dolayısıyla Avrupa’daki gibi üretimi temel alan ve bu üretimle organize olan bir ekonomik yapının oluşmasını engelledi. Bu fark, dönemin tarım ağırlıklı ekonomilerinde şöyle oluşmuştu: Ortaçağ başlangıcında Roma-Cermen etkileşimi sırasında feodal bir yapılanma olarak, Osmanlı’da “Dirlik” düzenine benzeyen Lehnwesen adlı feodal toprak düzeni oluşmuştu. Buradaki en büyük fark, Lehnwesen’de yapıyı sürdürülmesinden sorumlu olanların, mesela vasalların bir tüzel kişilik olarak kendi hukuk sistemine sahip olarak kendi kendini yöneten, kurallar koymada, vergi toplamada “bağımsız” olmasıydı. Osmanlı’da ise buna denk gelebilecek olan dirlikçilerin ve sipahlerin ise hiçbir bağımsız tüzel kişiliği yoktu. Avrupa’da başından beri var olan kral-kilise çelişkisini kendi çıkarları doğrultusunda kullanmayı bilen vasallar varlıklarını böylelikle kabul ettirebilmişlerdi.⁶
İşte Osmanlı’da gelişmeyi engelleyen faktörlerden biri, vasallar örneğinde olduğu gibi söz konusu ara yapılanmaların bağımsız olmamaları, kendi başlarına bir sınıf ya da tabaka olmalarına müsaade edilmemeleriydi.
İslam hukukunun ilk yüzyıllarda gelişmiş bir sözleşme hukuku sunmasına rağmen, miras, evlilik ve ortaklık yapısına dair bazı unsurlarının, özellikle ileriki dönemlerde, modern ticari kurumların ve büyük ölçekli işletmelerin, dolayısıyla üretici güçlerin gelişimini engelleyici bir rolü oldu. Ortaklıklarda pasif yatırımcıların varlıkları korunurken aktif ortakların tam sorumluluk taşıması gerekiyordu. Ancak ortaklığın herhangi bir üyenin isteğiyle tek taraflı olarak dağıtılabilmesi veya bir ortağın ölümüyle otomatik olarak son bulması, büyük ve kalıcı işletmelerin kurulmasını engelledi. Bu durum, ticaretin çoğunlukla şahsi düzeyde kalmasına ve devamlılığında sorun teşkil etmesine yol açtı. Bu şartlarda muhasebe standartlarının, hisse alım satımını kolaylaştıran gelişmelerin ortaya çıkmasında da bir zorunluluk oluşmadı. Sözlü anlaşmalar yazılı anlaşmalara göre daha fazla rağbet gördü. Bu nokta Osmanlı toplumunda toplumsal ilerleme ve üretici güçlerin gelişmesi açısından önem taşıyor. Çünkü o dönemdeki status quo şartlarında şirketleşme yoluyla ortaklaşma, böylelikle kurumsallaşma ve kalıcılaşma neredeyse olanaksız hale geliyordu. Oysa Batı’da bu süreç, tüzel kişilik, yani belli özerklik şartlarında şirketleşme yoluyla süregen olabildi. İtalya’da Medici Şirketler Grubu, Floransa kentinin sınırlarını uluslararası olacak şekilde aşan, bir dizi şubesi ve çalışanı ile o dönemin adeta bir holding gibi neredeyse 100 yıl (1397-1494) yaşadı. Almanya-Augsburg’daki Fugger aile şirketinin bünyesini yabancılara da açarak 15. ve 16. yüzyıllarda Kuzey Avrupa ticaretini neredeyse tekeli altında tutacak kadar büyüyerek yaşamını idame ettirdi. Bu örnekler ticaretin Ortadoğu’da olduğu gibi şahsi düzey yerine tüzel kişilik bazında örgütlenmesinin gelişmeye etkisinin önemine işaret ediyor.
Vakıflara Atıl Servet Aktarımı
Söz konusu geliş(eme)meyi, kolonyal ticaretin ilerlemesi ile küresel ticarette giderek önemsizleşmeyle durgunlaşan Ortadoğu ekonomisinde görülen ve Batı’ya nazaran oldukça az miktarda seyreden meslek sayılarında da tespit edebiliriz.⁷
Ayrıca İslami hukuk, tüzel kişilik kavramına da yabancıydı ve sadece gerçek kişileri tanıyordu. Bu durum, modern şirketler gibi uzun ömürlü, sermaye yoğun işletmelerin kurulmasını engelledi. Bankalar da bu hukuk yapısı içinde oluşamadı. Modern şirketlerin sağladığı hizmetler o dönemde daha çok özerk olmayan ve katı yönetmeliklere sahip vakıflar tarafından yerine getiriliyordu. Bunlar aynı zamanda aile servetini vergi ve müsaderelere karşı korumak için de bir araç olarak kullanılıyordu. Bu nedenle buralara -özellikle zengin tüccarlar tarafından- hatırı sayılır, atıl kalan bir servet aktarımı oluyordu.⁸
“Avrupa’nın ekonomik modernleşmesini inceleyen yapıtların ortaya koyduğu üzere, kapütilasyonların önem kazandığı dönemde Avrupa şahsi ticaretten gayrişahsi ticarete geçmekteydi. Bir başka deyişle, kişisel bağlantılara dayalı ekonomik ilişkiler yerini karmaşık örgütlenmeye bağlı ekonomik ilişkilere bırakmaktaydı… Yabancıların belgesiz finansal taleplere karşı korumalar elde ettiği dönemde, İslami mahkemeler genelde ticari davaları sadece sözlü ifade etme temelinde karara bağlamaktaydı. Bu durum şahsi ticaretin yaygınlığını kanıtlar… Batı ve Ortadoğu tüccarları arasındaki örgütsel farklılıklar, Ortadoğu’nun genel belirtileri göstermesinden en az yarım bin yıl önce ortaya çıktı.”⁹
İşte tam bu noktada W. Sombart’ın da belirttiği gibi şirketleşme yoluyla kurumsallaşma ve çift taraflı muhasebe ile modern şirket yönetimi gibi Ortadoğu ve Osmanlı toplumunda olmayan yapılar, toplumsal ilerleme ve üretici güçlerin gelişmesi açısından önem arzediyor. Oysa çift girişli muhasebenin ilkel biçimlerinin Ortadoğu’da icat edilmesine, Kuzey Afrika kökenli Yahudi tüccarlar tarafından da kullanıldığının bilinmesine rağmen buralarda yaygın olan tüzelleşmemiş, kısa ömürlü ortaklıkların şahsi ticaret bazındaki ilişkilerinde standartlaşmış muhasebeye önceleri gerek duyulmamıştı.¹⁰
18. yüzyıla kadar gayrimüslim azınlıklar da İslam hukukunun avantaj ve dezavantajlarına tabi oldular. Ancak 19. yüzyılda, genişleyen kapitülasyonlar ve yabancı konsoloslukların hizmet vermeye başlamasıyla gayrimüslimler yabancı mahkemelerde dava görme ve Batı’daki ticari kurumlardan (anonim şirketler, sigorta, bankacılık) yararlanma imkanı buldu. Hukukun bu çoğulcu durumu, Batılı tüccarların da somut belgeye değil sadece sözlü ifadeye değer veren İslami mahkemelerden kaçınmak için azınlıklarla iş yapmayı tercih etmesine neden oldu. Bu gelişmeler sonucunda, 19. yüzyılın sonunda gayrimüslim azınlıklar Müslümanlara oranla daha fazla servet biriktirerek kazançlı işletmeler kurdular. Bu durum, bölgenin ticaret altyapısındaki durağanlığa katkıda bulunan faktörlerin altını çizmektedir. Her ne kadar bazı yöneticiler sonradan hukuku modernleştirme çabasına girse de bu girişimler Batı ile aradaki farkın kapanmasına yetmedi.
Şerif Mardin‘in de vurguladığı gibi, Batı Avrupa’daki gibi özgür-imtiyazlı kentlerde mülkiyet haklarının ve ticareti canlı tutabilecek piyasaların oluşmaması, bunlara bağlı olarak ayrıcalığa sahip olan sosyal sınıfların Osmanlı Devleti’nde olmaması nedenleriyle, sivil toplum oluşmasını engellenmesi¹¹ ve devletten bağımsız “ikinci yapıların” oluşamaması, toplumun ve üretici güçlerin gelişememesinde önemli faktörlerdir.
Osmanlı’da loncalar, vakıflar gibi yapılar var olsa da, bunlar merkezi devlete sıkı sıkıya bağlıydı ve Batı’daki gibi kendi kendini yöneten, otonom bir karaktere sahip değildi. 13 Batı’da özgür kentlerde yerel meclisler gibi “ara yapılar” devletle toplum arasında bir köprü görevi görürken, Osmanlı’da bu tür bağımsız oluşumlara izin verilmedi. Bu durum, ekonomik çıkarlarını koruyabilecek güçlü bir burjuva sınıfının ortaya çıkışını da engelledi.
Bu bağlamda potansiyel kapitalist unsurlar olabilecek tüccarlar, ayanlar gibi güçleri devlet bir yandan serbestçe gelişmesini, büyümesini engellerken diğer yandan bunları üretken faaliyetler ve ticaret yerine, vergi toplama hakkının kiralanması anlamına gelen mültezimlik sistemine teşvik etti ve hatta tefeciliğe yöneltti. Bu sistem, tüccarlar için risksiz ve garantili bir gelir kaynağı sağladığından üretim ve ticaretin geliştirilmesi yönündeki motivasyonu azalttı. Böylece, burjuvaziye dönüşme potansiyeli taşıyan bir sınıfın önü kesilerek, devlete bağımlı bir zümre yaratılmış oldu.¹²
Sonuç olarak; tarih sahnesine fütühatçılıkla giren, ekonomisi fetihle beslenen, ülkedeki tüm mülkün sahibi “Allah adına onun yeryüzündeki gölgesi” sultan olan, onun etrafında oluşmuş olan bir “Devlet sınıfı”nın çıkarları için -yerine göre- sadece büyük tüccarları kollayan, bunun dışında herhangi bir sınıf ya da tabakanın büyümesine ya da sınıf değiştirmesine imkan vermeyen kontrollü bir sistemden, Avrupa’daki adem-i merkeziyetçi gelişmelerle kıyaslandığında, Osmanlı toplumundan herhangi bir proto-kapitalist elementlerin çıkıp gelişmemesi doğaldır.
Tüm bu noktalara ilişkin olarak eklenmesi gereken esas olarak, Osmanlı toplumunun yapısal olarak bir üretim toplum olarak ortaya çıkmadığı, bu çıkış nedenlerinden dolayı gelişemediği, en nihayetinde üretici güçlerin ancak üretim şartlarında gelişme şansı bulabileceği gerçeğidir.
Şartları ülkede oluşamayan sanayi devriminden sonra farkına varılan eksikliği giderme, çabaları ise, sorununun (üretim) temelini kavramaktan uzak olunca, bunlar öze ilişkin olmayan, sadece yüzeysel “kozmetik çabalar” olarak kalmaya mahkûmdu. Yönetimde ve toplumda hiç bir otonom gelişmeye izin vermeyen, sosyal farklılaşmalara müdahale eden katı bir merkeziyetçilik ve bu temelde oluşan toplumsal dizaynda insanlar yöneten ve yönetilenler olarak iki ana gruba ayrılıyor. Bu şartlarda serbest kentler oluşumu ve bunların birbirleri ile rekabeti engelleniyor. Var olan kentlerin Batı’daki gibi bir özerk varlığı, tüzel kişiliği, İtalya’da olduğu gibi kent devletçikleri, Orta Avrupa’da, Almanya’daki gibi yarı-kent devletleri olması söz konusu değil.
__
¹Fernad Braudel, Maddi Uygarlık, S. 500-501
²Münir R. Aktolga, Bilişsel Tarih ve Toplum Bilimleri Açısından Osmanlı’dan Bu Yana Türkiye’de Kapitalizmin Gelişme Diyalektiği
³Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi III. Cilt, S. 425
⁴Dr. Hikmet Kıvılcımlı, a. g. y., S. 428 vd.
⁵Münir R. Aktolga, a. g. y.
⁶a. g. y., S. 430
⁷Timur Kuran, Yollar Ayrılırken, Ortadoğu’nun Geri Kalma Sürecinde İslam Hukukunun Rolü
⁸a. g. y., S. 359
⁹a. g. y., S. 39
¹⁰a. g. y., S. 122
¹¹Şerif Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, Makaleler I
¹²Şerif Mardin, Din ve İdeoloji

ZEKİ ALPTEKİN
Editör: N. Cingirt
Yazılım: Kod8 | Haber8 Sistemi Versiyon 1.12.17
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.