Zeki Alptekin: Güçler Ayrılığının ve Kamusal Özerkliğin Tarihsel Kökenleri
Zeki Alptekin: Güçler Ayrılığının ve Kamusal Özerkliğin Tarihsel Kökenleri
21.10.202511:05
Haber Merkezi
158

Montesquie’nin teorisini yaptığı güçler ayrılığının tarihsel zemini Ortaçağ kentlerinde aranmalı. Kimileri kentlere ‘evrimci’ bir rol biçse de Weber ve Marx’a göre bu rol ‘devrimci’ydi.

Dünya bir süredir “geçiş dönemi” yaşıyor. Küreselleşme süreci 20. yüzyılın sonlarından itibaren ivmelenmiş, sürecin ilk evresi ise 2008-2009 finans kriziyle sona ermişti. Bundan sonra bir “dinginlenme” dönemi başladı ve bununla birlikte sürece tümden karşı olan, özünde anti-demokratik, içe kapanmacı ve kör milliyetçi eğilimleri öne çıkanların tepkileri ile eski konforunu kaybetme korkusuyla sürece destek verenlerin tepkileri yükseldi. Bu dönem, dünyanın çeşitli yerlerinde “otoriter” yönelimli rejimleri ortaya çıkardığı gibi aynı zamanda ona karşı olan ve genel olarak güçler ayrılığını temel alan “demokratik hukuk düzeni”  yanlılarının da daha keskin bir biçimde görünmesini sağladı. 

Birinci yönelim bu şekli ile “yeni” ya da en fazla “21. yüzyılın merkantalizmi” olurken, ikinci, yani güçler ayrılığını ve toplumsal özerkliği temel alan eğilim tarihsel olarak çok daha köklü ve uzun bir geçmişe dayanıyor. Onu, her şeye rağmen sağlam ve direngen yapan da bu. 

Peki bunun kökenleri nereye dayanıyor?

Bu, son makalelerimizde incelediğimiz toplumsal ilerleme ve üretici güçlerin gelişmesi süreci ile alakalı ve tam da bu nedenle oldukça gerilere doğru bir projeksiyonu gerekli kılıyor. Süreç, nüvelendiği yer olması itibarı ile Avrupa tarihi ve uzunca bir geçmişi olan “kentleşme süreci”yle alakalı. Kentlerin içinden çıkıp geldiği toplumsal düzen, feodalizmle ilgilidir. Batı’da oluştuğu biçimiyle “Feodalizm, toplumdaki artı emeğin toprak üzerindeki beylik gücüyle elde edildiği hiyerarşik bir sosyal düzendir. Bu artı emekten elde edilen gelir, rant niteliği taşır. Dolayısıyla feodalizm, toprak aracılığıyla kurulan bir egemenlik ilişkisidir. Tarih boyunca feodalizm, büyük ölçüde doğal (natürel) ekono-minin ve yerel kendi kendine yeterliliğin hakim olduğu koşullarda, üretici (çoğunlukla köylü) nüfusun emek gücünün kullanılmasına olanak sağlamıştır. Bu durum, yetersiz ulaşım olanakları ve geniş alanları merkezi olarak yönetme imkanının kısıtlı olmasıyla ilişkilidir.”¹

Ortaçağ’da, feodalizmin yüksek dönemi olan 10. yüzyılda, kentler, esas olarak tarım toplumunda değişimin parçası olarak bir “yaşam alanına” dönüşmeye başladı. Bu, Avrupa’da üretici güçlerin gelişmesinin geldiği seviye itibarıyle yeni (ekonomik) yaşam alanları açma zorunluluğunun sonucu olarak ortaya çıktı. Üretimdeki uzmanlaşmayla ortaya çıkan işbölümü, üretkenliği artırdı. Bu süreç, feodal düzenin baskılarından kurtulma, yasal haklar elde etme, korunma ve güvenlik güdüsü gibi çeşitli faktörlerle de desteklendi. Bunlar sadece feodalizmin baskılarından kurtulma alanları değil, bazen bölgesel krallar (vasallar, aristokratlar gibi güç sahibi insanlar) tarafından güçlerini sağlamlaştırmak ve özellikle ekonomik kazanç elde etmek, kimi zaman da papaz ya da piskoposlar tarafından inançlarını yayma gibi nedenlerle de kuruldular. 

Kentleşme sürecine rakiplerine göre daha geç başlamasına rağmen, bağımsız kent-devlet özelliğini yaklaşık bin yıl, 1797’ye kadar sürdürme başarısı açısından Venedik kentini ele alalım: 9. yüzyıl itibarıyla Bizans‘ın ticari ve lojistik desteği ile hem “dışarda” çevredeki rakip kentlerle çatışması, hem de “içerde” feodal ilişkilerin devamından yana olan kent varsılları (patrisyenler) ile çelişki içindeki tüccar sınıfın yol almaya çalışması, kentin gelişmesinde rol oynayan başlıca faktörlerdi. Ağırlıklı olarak konusu tuz, odun ve slav köleler olan ve “mala karşı mal”a dayanan ticaret, söz konusu zaman aralığında Po Nehri üzerinden Alpler’e kadar uzanırken aynı zamanda Bizans’tan gelen denizaşırı ticaretin de aracısı oluyordu. Bu süreç, 10. yüzyıl sonunda Venedik kentinin nehirüstü ticaretini -askeri açıdan da gelişen donanmasıyla- Adriyatik’e taşımasını sağladı. Bu bağlamda kente Bizans’tan sağlanan ticari imtiyazlar kentin Piza ve Cenova karşısında konumunu güçlendirdi. 12. yüzyıl başında bu konum Venedik’in, Kıbrıs ve Girit’te Bizans’tan aldığı ticari imtiyazlar ile daha da kuvvetlendi. Kent, diğerleri ile rekabette ticaret, anlaşmalar, korsanlık ve savaş (mesela Haçlı Seferlerine) gibi araçları kullandı.² Bu arada gelişen ekonomi ve ilişkiler ile birlikte kent devletinin fonksiyonu ve yapısı da değişmeye başladı. Kentin başkanı olan Doge’nin “tek adam” yetkileri ve otoritesi, Genel Kurul yanında yüzlerce varlıklı kişiden oluşan Büyük Konsey  ve  bunun alt komisyonları, Kırklar Konseyi ve Senato ile bir dizi danışmanı da ihtiva eden Doge KonseyiSignorie denen Yüce İcra Kurulu gibi kurum ve kuruluşlar ile oldukça sınırlanıyordu.³ 

Feodalitenin erken dönemlerinden itibaren tarımda üretimin artmasının esas nedeni, birinci olarak sektörde usulca vuku bulan yeni işbölümüydü. Artık kimi köylüler sadece kendilerinin ve feodal beylerin ihtiyaçları için tarımsal ürünler değil aynı zamanda tarım dışı emtialar da üretmeye başlamışlardı. Bunları üretmek için ya kendileri tarım işlerinden kısmen feragat ediyorlar ya da bu işler için zanaatkârları angaje ediyorlardı. Bu durum özellikle nalbantların, marangozların, deri ve taş işleme ustalarının sayılarının gözle görülür artışına neden oldu. Bu noktada özellikle Kuzey Batı Avrupa’da gelişen teksil sektörünün bez üretimi öncü rol oynadı, Almanya’da dokumacılık ve tekstil ustalığı gelişmeye başladı.⁴

11. yüzyılda “tarım devrimi” olarak nitelendirilen, öküz yerine at ile çekilen  “tekerlekli-taraklı pulluk”un yapılması, tarla sürmeyi ve tarlayı taşlardan temizlemeyi kolaylaştırmıştı. Bu aletin daha sonra demirden imal edilmesiyle verimliliğin %50 artırılması sağlandı.⁵ Böylelikle üretimin, 11. ve 12. yüzyılda yakın yerel pazarları aşarak uzak bölgelere ulaşması, Rhonetal’dan Ren bölgesine, Kuzey İtalya’dan Flandra’ya, Mainz’dan Barcelona’ya, Venedik’ten Bizans’a kadar geniş etki alanını kapsayan ticaretin genel olarak canlanmasını sağlandı.⁶ Artan üretim, ekonomi açısından işbölümü ve uzmanlaşma vs. gibi gelişmeleri beraberinde getirirken, üretim ilişkileri içinde de, bununla ilgili olarak kurallar ve kurumlar, yapılanmaları ortaya koydu. 13. yüzyıldan itibaren Paris’te iş arayanların uğrak noktası olan “iş meydanları” oluştu. Bu dönemin ortalarında Portekiz’de, sonlarında ise İtalya’da atölyelerde “iş sözleşmeleri” yapılmaya başlandı. Hatta 14. yüzyıl sonunda Burgonya’da bağ işçilerinin grev yaptığı bilinmektedir.⁷ Tüm bunlar bize, o dönemde bir emek piyasasının oluşmakta olduğunu göstermektedir. 

Bu gelişmeleri, Batı’daki kentlerin oluşma sürecindeki “kilise-feodal beyler-kral” kavşağında, “güçlerin karşıtlığının birliği” temelinde görmek gerekiyor. Bu güçlerin kendi aralarındaki çelişkileri ve bunların sonucunda ikisinin üçüncüye karşı geçici uzlaşmaları, kentlerin kuruluş ve gelişme sürecinin önü açılmıştır. 

Bu bağlamda; doğuşu status quo’ya muhalefet ile başlayıp, kabul gördükten sonra Avrupa’da güçlenen Hristiyanlığın, 1054’de ilk bölünmesini yaşadıktan sonra 11.-12. yüzyıllarda krallara ve feodal beylere karşı kurtulma savaşı vererek özerk bir iktidar gücü haline geldiğini belirtmek gerekiyor. Kendi hukukunu (jus novum) oluşturan katolik kiliseler, 6. yüzyıldan 11. yüzyıla kadar Batı Avrupa’nın her yanında kolektif bilinçli ruhban sınıfı yetiştiren bir otorite olmuştu. Kiliseler, tüzel kişilikleri ile öne çıkıp kendilerini kabul ettirdiler. Bu şekilde güçlenen kiliseler kendi çıkarları doğrultusunda, kendi dinlerini yaymak ve hatta kiliseye gelir elde etmek için kentlerin kurulmasında rol oynadılar.  Almanya’da Köln kentinin kuruluşu buna bir örnektir.

Bu gibi gelişmeler, Avrupa’da sonradan ortaya çıkan demokrasi olgusunun dayandığı tarihsel zemini gösteriyor. Bunlar aynı zamanda, 13. yüzyıldan itibaren feodalizmin tam göbeğinde, kültürel ve esas olarak ekonomik ilerlemenin, üretici güçlerin gelişmesinin  itici gücü haline gelen burjuvazinin de habercisi oluyordu. Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta da, gelişmelerin düz bir çizgide pürüzsüz ve çelişkisiz devam etmediği, toplumsal yolun hep “karşıtların birliği” ve “çatışmasıyla”, bazen de “geri adımlarla” katedildiği gerçeğidir. Örneğin, sürece ayak uyduramayan feodallerin, serflerin kentlere kaçıp özgürleşmesi sonucunda işgücünden mahrum kalmasıyla kentlerle çelişki içine düşmüş ve onlarla çatışmıştır. Aşağıda örneğini vereceğimiz böylesi bir çatışma bize, aslında Avrupa’daki yerel kamunun görece özerkliğini, toplumsal düzende güçler ayrılığının geldiği tarihsel kökenlerini gösteriyor: 

Kentlerin daha da yükselişe geçmesiyle, özellikle tüccarların zenginleşmesiyle, kent sakinleri ile kent sahipleri arasındaki ekonomik güç ilişkilerinde ve dolayısıyla aralarındaki siyasal güç ilişkilerinde de zorunlu olarak bir değişim yaşandı. Bu temelde pek çok kent, az ya da çok bağımsızlığına kavuştu. Özünde devrimci olan bu hareketin kökeni Avrupa’da Kuzey Fransa’daki komünlerin özgürlük mücadelesine dayanır. Bu hareket sonradan Flamanlar üzerinden Ren bölgesine yayıldı. Burada, 1074 yılında Köln kentinin tüccarları halkın başına geçerek kentin sahibi olan piskopos yöneticilere karşı mücadeleye girişmişlerdi… Worms ve Mainz’daki halkın özgürlük mücadelesi de benzer bir seyir izledi. Kentlerin bu mücadelesi, Almanya’nın her tarafında zaferle sonuçlanmadı. Ancak her yerdeki kent sahipleri, şehir sakinlerinin, özellikle de tüccarların artan ekonomik ve sosyal güçlerini şu ya da bu şekilde kabul etmek zorunda kaldılar… Kentlerdeki köklü siyasal değişimler, kralın büyük feodal beylerle savaş halinde olması ve dolayısıyla kent halkına müttefik olarak ihtiyaç duyması nedeniyle kolaylaşıyordu. Bu da tabii kentler için, onların kent sahibi feodallere karşı özgürlük mücadelesinde bir desteği ifade ediyordu.”

Dördüncü ve Beşinci Güç

Kentlerin şekillenip gelişmesi ile birlikte ortaya çıkan “kent sakinleri” -ki buna tüc-carlar, çoğu zaman zanaatkârlar ve feodal baskıdan kaçıp buralara yerleşen halk dahil- kendi çıkarlarını temsilen Ortaçağ’da oluşan dördüncü güç olarak eklendi.  Zamanla, kurulu düzene ya da “köylü özgürlüğünün varolma koşulu olan köy cemaatlerini tehdit eden ya da en azından rahatsız edenlere”⁹  karşı isyan eden binlerce köylüyü de bu çelişkiler yumağında beşinci güç olarak görmek gerekiyor. Köylü isyanlarının en bilinenlerinden biri 1525’de Almanya’da cereyan eden Bauernkrieg’tı (köylü savaşları). Köylüler en azından Elbe ve Ren nehirleri arasındaki geniş bölgede “ikinci serfliği” önlemekte tam bir zafer kazanamamış olsalar bile, en azından klasik statükoyu koruyarak konumlarının kötüleşmesini önlemişlerdi.¹⁰ Belirtmiş olalım ki, daha sonra yükselecek olan işçi hareketleri ile birlikte köylü direnişleri de herhangi bir şeyi “yıkmayı” ya da “devirmeyi” hedeflemeyen “hak arama” mücadelesinden başka bir şey değildi.

Kiliselerin etkinliğinde kurulan kentler, kapitalizmin yeşerdiği yerler olarak bu statüye nispeten gecikmeli olarak kavuşurken (yani buralarda kentleşme süreci biraz daha geç başlarken) özgür ve bağımsız yerlerde kentleşme daha erken başladı. Buralar ticaretin boy, sermayenin ilk(el) birikiminin temellerinin atıldığı, eskinin (feodalizmin) içinden yeninin (kapitalizmin) doğuşunun simgesiydi. Özetle; o dönemdeki feodal beyler arasında birlik ve güçlü bir merkezi iktidar yoktu. İktidar kilise-kral-feodal prensler arasında ”bölüşülmüştü”. Karl Marx’ın  “Ortaçağ’ın muhteşem yanı”¹¹ olarak nitelediği bir zemin vardı ve özgür kentlerin doğuşu kapitalizmin nüvelenmesini mümkün kıldı. Bütün bunlar sonraki demokratik süreçlerin tarihsel dayanaklarını teşkil etti.

Almanya’da Ortaçağ kentlerinin kurumsal ve toplumsal gelişiminde özellikle iki hareketin politik ve sosyal yeniden örgütlenme güçleri olarak etkisi oldu: Birincisi özerk kent belediyelerinin yani komünal (kamusal) idarenin oluşumu, ikincisi ise 19. yüzyıl tarihçilerinin “lonca devrimi” olarak nitelendirdiği lonca muhalefet hareketi.  Komünal hareket, 11. ve 12. yüzyıllarda, kilise ve kral ya da prenslerden özyönetim hakkını koparan, kendi kendine yeterli hale gelen kentlilerin yeminli birlikler halinde özyönetim yapılanmaları sürecini ifade eder. 14. ve 15. yüzyıllarda “Lonca Devrimleri”yle zenginleşmiş ve itibar kazanmış kentsel zanaatkâr sınıfın üst tabakası kent yönetimine katılmayı başardı.¹² Bu bağlamda Magna Charta sözleşmesi sadece İngiltere’ye özgü bir süreç değildi. Avrupa’nın diğer bölgelerinde oluşturulmuş yerel meclisler ve bunların ardından gelen parlamentolar, kral ile yapılan sözleşmeler ve onun mutlak iktidarının sınırlandırılmasıyla (mesela vergiler ve savaş vs. durumlarda meclisin onayının alınması konularında) kendilerini kabul ettirmişlerdi. Aragon Kralı I. Peter, Katalonya ile 1205’te sözleşme yapmış, Macaristan’da II.  Andrew 1222’de meclis ile yapılan sözleşmeyi kabul etmiş, Almanya’da 1220’de II. Friedrich “Altın Boğa” sözleşmesini onaylamış, 1356’da Brabant’da parlamento yeni dükten sözleşme tavizini almıştı. Dük, bu sözlemeye uymak ve bunu hayata geçirmek konusunda yemin etmek zorundaydı.¹³

Benelüks olarak tanıdığımız ülkelerin bulunduğu bölgelerde (mesela Hollanda’da) feodalitenin oldukça zayıf kalması ve İngiltere’de Magna Charta ile feodalitenin kolayca çözülmesi sayesinde söz konusu süreç buralarda daha sancısız yaşandı. Dönemin yazarlarının yorumları da oldukça çeşitliydi. Bu çeşitlilik, 19. Yüzyılın en muhafazakarından en eleştireline kadar hepsi için geçerliydi.

Kentlerin gelişmesi sürecinde ortaya çıkan toplumsal farklılaşma kent iktidarına da yansıdı. Bu farklılaşmalar yerine ve zamana göre, mesela Almanya’da deniz kıyısına yakın Lübeck ve Bremen’de daha az olurken, Nürnberg gibi karasal ve “muhafazakar” kentlerde daha keskindi. 

Kimileri kentlere, toplumsal gelişmedeki rolüne göre “evrimci” bir rol biçse de Weber ve Marx’a göre bu rol “devrimci”ydi. Friedrich Engels, “kentli soylulara karşı muhalefetin, modern liberalizmin öncülü“ olduğunu öne sürerek liberal tarihçilerle birleşti. L. Koffler ya da K. A. Wittvogel gibi tarihsel materyalizmin temsilcileri ise lonca hareketinin öznesi olan küçük burjuva zanaatkâr sınıfların ne özel mülkiyetin reformu konusunda ne de vatandaş egemenliği fikrinin tavizsiz temsili hususunda devrimci bir program geliştirmemiş olmalarını eleştirdi.¹⁴

Kentlinin bilinci, insanlar arasında yaşamı yaşanası kılan bütün özgürlüklerin tarihsel yeşerme zeminini kökenini Ortaçağ kentinde” aranması gerekiyor. “Ortaçağ kentinin liberal temel yapısı otoriter eğilimler tarfından arada bir gölgede bırakılmış olması” bu tespiti değiştirmiyor.Sonuçta Montesquie’nin teorisini yaptığı güçler ayrılığının, kurumsal özerkliğin, kentlerden çıkan demokratik hukuk devletinin dayandığı tarihsel zemin budur. Bunun bizde, tarihsel olarak ikinci yapıların oluşamaması nedeniyle gelişmediğini geçen makalemizde belirtmiştik.

__

¹Werner Hoffman, Grundelemente der Wirtschaftsgesellschaft, 1972 Hamburg,  S. 46

²Jannis Milios, eine zufällige Begegnung in Venedik, 2021 Berlin, S. 173-187

³a. g. y., S. 194

⁴H. Mottek, Wirtschaftsgeschichte Deutschlands Band I, 1974 Berlin, S. 145

⁵J. Le Goff, Fischer Weltgeschichte, Das Hochmittelalter, 1984 Frankfurt a. M., S. 39-40

⁶a. g. y., S. 46

⁷Fernand Braudel, Maddi UygarlıkMübadele Oyunları,  2017 Ankara, S. 39

⁸W. Jonas, V. Linsbauer, H. Marx, Die Produktivkräfte in der Geschichte, 1969 Berlin, S. 166

⁹Fernand Braudel, Maddi Uygarlık,  S. 443

¹⁰a. g. y., S. 445

¹¹K. Marx, Das Kapital I, MEW Bd. 23, 1984 Berlin, S. 743

¹²Klaus Schreiner, Kommunebewegung und ZunftrevolutionZur Gegenwart der mittelalterlichen Stadt im historisch-politischem Denken des 19. Jahrhundert, in: Hrsg. F. Quarthal, W. Setzler, Stadtverfassung-Verfassungsstatt-Pressepolitik, 1980 Sigmaringen, S. 139

¹³D. Acemoğlu, J. A. Robinson, Dar Koridor,  Devletler, Toplumlar ve Özgürlüğün Geleceği, 2023 İstanbul,  S. 213

¹⁴Klaus Schreiner, a. g. y., S. 164


Editör: N. Cingirt
Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Operasyonların dalga boyu!
Her Taraf
23.10.2025
Operasyonların dalga boyu!