Cemil KOÇAK

Cemil KOÇAK
Cemil KOÇAK
Tüm Yazıları
Ne zamandır şapkamızın altındayız?
8.05.2011
2593

Çocukluğumda rahmetli Öztürk Serengil’in meşhur ettiği bir motto vardı: “Şepkemin altindayim.” Bir film sahnesinden kalan bu motto uzun bir dönem dillere pelesenk olmuştu. Bir anlamı yoktu; fakat hayli revaçtaydı. Şapka meselesinin uzun bir geçmişi vardı aslında.

ANAYASA tartışmalarının gündemin en önünde yer alacağını umduğumuz yeni bir döneme girerken, gerek 1961 ve gerekse 1982 anayasalarında “İnkılâp Kanunlarının Korunması” başlığı altında düzenlenen hükme yakından bir göz atmanın zamanıdır. Bu hükme göre, “Anayasanın hiçbir hükmü Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyeti’nin niteliğini koruma amacını güden aşağıda gösterilen inkılâp kanunlarının anayasanın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz.”

Sayılan yasalar arasında şapka iktisası hakkında yasa da bulunmaktadır.

3 Kasım 1925 tarihli yasaya göre; TBMM üyeleri, yani milletvekilleri, genel ve özel idare ile yerel idareye ve her türlü kuruluşlara bağlı memur ve çalışanlar bu tarihten itibaren şapka giymek zorundaydılar. Yasaya göre; Türk halkının da ‘umumi serpuşu’ şapka idi ve buna karşıt bir alışkanlığın devamını hükûmet engellerdi. Buna göre; bugün öncelikle bütün milletvekillerinin şapka takması zorunludur; dahası devlet memuru ya da çalışanı olan kişilerin de şapka giymesi zorunluluğu vardır.

‘Bilumum müessesata mensup memurin ve müstahdem’ deyiminden değişik sonuçlar çıkarılabilir:

(a) sadece devlet (kamu) kuruluşlarındaki memur ve çalışanlar için zorunluluk getirilmiştir; devlet (kamu) dışında çalışanlar açısından bir zorunluluk yoktur;

(b) tüm kuruluşlar denilmekle, aslında herhangi bir yerde çalışan herkes kast edilmiştir; dolayısıyla kamuda olsun olmasın çalışan herkesin şapka giymesi zorunludur. Bu hüküm nasıl yorumlanırsa yorumlansın, en azından maaşlı ya da ücretli çalışanlar dışında kalanlara şapka giyme zorunluluğu getirilmediği anlaşılmaktadır. Yani esnaf, tüccar, çiftçi, emekli, öğrenci gibi.

Ya kadınlar?

Eğer meseleye kadın-erkek eşitliği açısından yaklaşırsak, metinde sadece erkeklerden söz edilmediğine ve halk denildiğine göre,

şapka zorunluluğu kadınlar için de geçerlidir demektir! Nitekim, Çetin Altan’ın anlattığı

gibi; dedesi Tatar Hasan Paşa’nın Erzurum’da şapka kanununa muhalefetten astırdığı Şalcı bacı bu yorumu desteklemektedir. Yasa, önce belirli gruplar için şapka zorunluluğu getirmekte, ardından daha geniş bir kitle için

sadece eski başlıkların takılmasını yasaklamaktadır. İsteyenler şapka giymeyebilirdi;

fakat bu takdirde başı açık gezmek zorundaydı.

Ya cezalar?

Aksine bir davranış hükûmetçe engellenecekti; fakat nasıl? Yasada buna dair bir hükme yer verilmemişti. Dolayısıyla Türk Ceza Kanunu bu aşamada devreye girmeliydi; çünkü yasada yer almayan bir suç olamazdı. Pek çok kişi şapka giymeyi reddettiği ya da yasayı protesto ettiği için idam edildi. Elbette suçları şapka giymemek değildi; çünkü bu suçun cezası bu kadar ağır değildi. İdam nedeni, irtica ve ayaklanmaydı. Bunun için hıyaneti vataniye kanunu yürürlükteydi ve İstiklâl Mahkemeleri ile sıkıyönetim mahkemeleri bu konuda görevliydiler.

Kaldırılmalı mı?

Şapka kanunu da anayasaya aykırılığı ileri sürülemeyecek yasalar arasında sayıldığından, ancak toptan bir anayasa değişikliği ile kaldırılabilir. Peki kaldırmaya kalkanların başına neler gelebilir? Elbette kimin kaldıracağına bağlı olarak değişir bu sorunun yanıtı. Eğer günümüz iktidarı bunu yapmaya kalkarsa, Atatürkçü cenah, bunu kesinlikle Atatürk ilke ve inkılâplarına karşı girişilen topyekûn bir saldırı sayacaktır.

Garip olan, kimsenin uymadığı bir inkılâbın korunmaya çalışılmasıdır. İlginç olan ise, inkılâbı korumaya çalışanların da yasanın gereğini yerine getirmek gibi bir tutum içinde olmadığıdır. Herhalde bu gariplikler dünyasının bir yansıması olmalı. Yaşanan, gerçekte çoktan terk edilmiş bir inkılâbın sadece ideolojide sürdürülmesinin istenmesinin sonucudur. Böylece ideolojik dünyada var olmaya çalışan, fakat gerçek dünyada bir karşılığı bulunmayan inkılâpçı ruhun canlı kalması sağlanmak istenmektedir. Peki ama bu mümkün olabilir mi? Elbette hayır.

Fakat ideolojiler böyledir; gerçek dünyada karşılığı kalmasa bile, bazı kesimler üzerinde gerçeklik duygusu yaratır ve ideolojik yeniden yaratılış süreci, duygunun asıl gerçeğin yerini almasını sağlar. Böylece gerçekten kopmuş bir ideoloji, gerçeğin yerini almaya çalışır. Bundan sonraki süreçte ise, ideolojinin kendisi ve onun yarattığı ideolojik gerçeklik ayakta kalmalıdır. Bu nedenle var olmayan bir gerçekliğin kutlanması ve kutsanması öne çıkar. Kutlamalar ve törenler, ideolojik gerçekliğin yegane yansıması haline gelir. Gariplikler burada da bitmez. İdeoloji, çoktan tükenmiş bir geçmişin yeniden ihyasının aracı haline getirilir. Unutulmuş ve geride kalmış olan, semboller, kutlamalar ve törenler aracılığıyla hafızalarda yaşatılmaya çalışılırken, diğer yandan buradan bir ileri adım atılarak, bu ideolojik kamuflajın yeniden hayat bulabileceği bir siyasal ortamın yaratılmasına geçişkenlik sağlanması öngörülür. Çember böylece tamamlanır. Çemberin kendisi yeni gerçekliği oluşturmuştur. Böylece belirli bir kesim için hayat bu ideolojik çemberin içine hapsedilir. Oradan dışarısı güvenli ve güvenilir olmadığından, hiçkimsenin gerçekle temas etmemesi sağlanmaya çalışılır. Törenlerin, kutlamaların ve nihayet ideolojik tekrarın gerçek bir karşılığının olmamaması, sadece kendi kesimine yönelik bir seslendirmeden ibaret kalması, bu dünya açısından önemli değildir; çünkü zaten bütün dünya bundan ibarettir. Geri kalanlar ise, zaten bu dünyayla temas etmesi zararlı görülenlerdir.

Ya Günümüzde?

Günümüzde bu suçun cezası iki aydan altı aya kadar hapis cezasıdır. Ayrıca yüksek düzeyde para cezası da söz konusudur. Yaklaşık beş yıl önce şapka kanununa muhalefetten gözaltına alınan yaşlı bir kişinin haberi basına intikal ettiğinde bunun pek de şaşırtıcı bir tarafı bulunmuyordu. Savcıların sarık taşıyan bir kişiyi adliyeye sevk etmesi tabiidir; şaşırtıcı olan bu tutumun haber niteliği taşımasıdır. Bunu nasıl yorumlamak gerekir? Toplumun geniş bir kesimi için yasa ile sosyolojik gerçeklik arasındaki fark ve çelişki burada başlamaktadır.

Şapka giymeyen kamu görevlilerinin de benzer şekilde suç işlediklerinin farkında olup olmadıkları belirsizdir. Yani şapka kanununa muhalefetten soruşturma açan savcıların da başkaca savcılar tarafından soruşturulabilir olduğu gerçeği yanıbaşımızda durmaya devam etmektedir. Başta milletvekilleri olmak üzere bütün devlet memurlarının ve çalışanlarının daha sabah kapıdan çıkar çıkmaz suç işliyor oldukları gerçeği karşısındayız. Dahası, günümüzde Amerikan beyzbol şapkası takanlarla sıradan bere takanlar da aynı yasadan dolayı kovuşturmaya uğrarlarsa kimse şaşırmamalıdır! Mevzuat böyle kardeşim. Daha ne diyeyim? Sanıldığının aksine, zamanında ne erkekler ne de kadınlar için, ama özellikle de kadınlar için yasalarla kılık kıyafet düzenlemesi yapılmamıştır.

Kutlamalar

Yine günümüzde şapka inkılâbı kutlamalarının ekseriyetle kadınlar tarafından gerçekleştirildiği basında yer bulan haberlerden görülmektedir. Tuhaf olan nokta, daha ziyade erkekler için düşünülmüş gibi görünen inkılâbın günümüzde neredeyse sadece kadınlar tarafından kutlanmasıdır. Aslında yasaya göre kadınların da şapka takması gerekmektedir, fakat şimdiye kadar şapka giymediği için hakkında soruşturma açılan bir kadın duymadım. Şapka meselesi de sanırım laiklikle ilgili bir konu olarak algılanmakta ve bu nedenle laiklik hassasiyeti yüksek kadınların gündeminde yer almaktadır. Kutlamalarda genellikle şapka takan kadınların gündelik hayatta bunu neden yapmadıkları sorusu ise güme gitmektedir.

Ah Mahmut ah!

BUGÜN de günlük hayatta sık sık karşımıza çıkan kılık kıyafet meselesi II. Mahmut ile başladı aslında. Modernleşmenin sadece ordu ile sınırlı kalmaması, aksine devleti ve toplumu da kapsamına alması gerektiği yönündeki ilk görüşler ve çabalar tam bu dönemde filizlendi. Ve Mahmut, kılık kıyafete el attı. O günden sonra kimin ne giyeceği, bir zevk ya da moda ya da gelenek olmaktan çıktı ve devletin belirlediği bir nitelik taşımaya başladı. 19. yüzyılın başında böyle oldu işte. Nizam-ı Cedit sonrasında yeni kurulan modern orduya fes giydirilmesi ile başladı her şey. Cezayir ve Tunus’ta Müslümanların giydiği, fakat İstanbul’da Hıristiyanların da taktığı fes, İslâma aykırı olduğu gerekçesiyle epey direnişle karşılandı. Setre pantolon da yine bu sırada giyildi. İstanbulin denildi. Ardından da mevzuat hazretleri çıkıp geldi: kıyafet nizamnamesi. Önce ordu mensuplarına, ardından da memurlara zorunlu kılık kıyafet böyle başladı.
 

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar