Cemil KOÇAK
Tarihçiler açısından yıldönümleri kaçınılmaz gündem konusudur. Nitekim bu yıl 100. yıldönümü vesilesiyle Birinci Dünya Savaşı dünyanın pek çok yerinde tarihçilerin bütün yönleriyle yeniden masaya yatırdıkları bir konu oldu. Maalesef bizde ise bir literatür patlaması henüz yaşanmadı.
Zamanında harbi umumi olarak adlandırılan büyük dünya savaşının ilk olduğu, daha o sırada tabiî ki bilinemezdi. İkinciyle karşılaşıldığında bunun ilk olduğu belli olmuş oldu. Savaş, adeta geliyorum demişti. Son on yılları yakından izleyenler, adeta yanardağın içten içe kaynamakta olduğunu herhalde fark etmişlerdi. Yine de gönüllerinden geçen herhalde bu değildi. Savaşın nedenleri nelerdi acaba?
Bu soruyu sınav sorusu olarak sorarsak, sınav süresini birkaç güne kadar çıkarmak gerekir. Çünkü, nedenleri uzun bir liste tutacaktır. Yine de en temel meseleleri hatırlayabiliriz.
Sömürgecilik yarışı
19. yüz yılın ikinci yarısından itibaren on yıllar boyunca sürecek sömürgecilik yarışı çoktan başlamıştı bile. Avrupa’da sanayi devrimini gerçekleştirmiş olan ülkeler, başta İngiltere ve Fransa, dünyanın geri kalanında, Asya’da, Afrika’da, tarımsal toplumları kendi topraklarına katmışlardı bile. Sanayi devrimi, bunu gerçekleştirenlerle gerçekleştiremeyenler arasındaki güç dengesini bir daha geri dönüşü olmayacak şekilde temelinden bozmuştu. Sanayi devriminin yarattığı sonuçlar, sanayi ülkelerinin diğerleri üzerinde askerî hegemonyasını mutlaklaştırmıştı. Hiçbir şey onlarla rekabet edebilecek durumda değildi artık. Bu bakımdan çok kısa süre içinde dünyanın çok büyük bir kısmı, çok küçük bir bölümünün eline geçti. Onun egemenliğinde ona tâbi oldu.
İngiltere ile Fransa ise milyonlarca kilometre kare toprağı sömürge olarak ele geçirmişti. İki ülke arasındaki rekabet uzun yıllar sürdü; sonunda kurulan statükonun devamında anlaştılar. İngiliz-Fransız anlaşması bu düzenin sonsuza kadar süreceğini düşündürtebilirdi; ama öyle olmadı. Almanya, ulusal devletini çok geç kurabildi. Avrupa’da bunu en geç başarabilen ülkeydi. İtalya’dan hemen sonra. Almanya, 1871 yılında Avrupa’nın en güçlü kara ordusu olarak bilinen Fransa’yı dize getirerek bunu başarabilmişti. Zaten sanayi devrimini daha önceden büyük ölçüde tamamlamış bir ülke olarak, hızla sömürge yarışına katılma gereğini hissetti.
Sanayi ülkelerine sömürge lâzım
Almanya’nın da İngiltere ve Fransa kadar sömürgeye ihtiyacı vardı. Nihayetinde sanayi ülkelerinin büyük miktarda hammaddeye ihtiyacı vardı. Onu besleyecek sürekli ve düzenli bir hammadde akışı olmadan sanayi çalışamazdı. Üstelik bunun sömürgelerden sağlanması, hammaddenin ucuza gelmesine neden oluyordu. Mısır’ın pamuğu meselâ, İngiltere’nin tekstil sanayiini besliyordu. Sömürgelerin faydası bununla da sınırlı değildi. Sanayi ürünlerinin sadece sanayileşmiş ülkelerde pazara çıkması yeterli değildi. Bol ve ucuz sanayi üretiminin aynı zamanda ve daha geniş oranda bu sömürge topraklarındaki pazarlarda da satılması gerekiyordu. Böylece sistem tamamlanmış oluyordu.
Ama Almanya da sanayi ülkesi olarak aynı rekabet içindeydi; ama dezavantajı çoktu. Ata sözünün dediği gibi, sömürgecilik yarışında erken kalkan yol almış; İngiltere ile Fransa çoktan dünyayı paylaşmıştı. Geriye kalan kırık dökük yerler ise Almanya’yı tatmin etmekten çok uzaktı. Almanya, sona kalmış ve dona da kalmıştı. Bu bakımdan Almanya, bir süre sonra bu dünya düzenini kendisine karşı bir haksızlık olarak görmeye başladı. İki büyük devasa devlete, İngiltere ile Fransa’ya dönerek, dünyanın ‘daha âdil’ paylaşılmasını istedi. Kendisine de hakkı olanın verilmesi gerekiyordu. Aksi halde, bu düzenin değiştirilmesi için mücadele etmeye kararlıydı.
Almanya’nın atakları
Almanya, Avrupa’nın tam ortasında büyük bir kara devleti olarak doğmuştu. Eğer dünya çapında bir sömürge imparatorluğu kurmak istiyorsa, kısa sürede güçlü bir donanmaya sahip olması gerektiğini anladı. Tıpkı İngiltere ve Fransa’nın sahip olduğuna benzer modern bir donanma kurmak üzere hızla harekete geçti. Dünya denizlerine hâkim olmadan bu rekabette yer alamayacağını anlamıştı. Almanya, yalnız da kalmamalıydı. İki devasa güçle yanında müttefik olmadan tek başına kalmanın bu rekabette dezavantaj oluşturacağını biliyordu. Bunun için önce Avusturya-Macaristan’ı yanına aldı. Böylece Avrupa’nın ortasında Kuzey Buz denizinden İtalya’ya kadar olan devasa topraklarda iki büyük kara ordusunu birleştirmiş oldu. Aslında aklında Rusya’yı da yanına almak vardı. Denedi de. Ama olmadı. Çünkü Rusya da, Avrupa’nın sanayileşmekte geri kalmış ülkesi olarak, kendi gücü oranında ve belki de o oranı da aşan şekilde bu sömürge avında iddialıydı. Uzak doğuda, Çin’de, Mançurya’da, Osmanlı’nın doğu Anadolu toprakları üzerinde, boğazlarda; daha da ötesi Balkanlar’da ısrarlı talepleri vardı.
Almanya, Balkanlar konusunda Moskova ile Viyana’yı elinden geldiğince uzlaştırmaya çalıştıysa da, bunu başaramadı. Balkanlar, bu iki büyük ülkenin bir araya gelmesini engelleyen başlıca paylaşılamayan topraklardı. Almanya’nın nihayet bir tercihte bulunması gerekiyordu ve o da Rusya’yı dışarıda bırakmaya karar verdi. Rusya da, kendisine daha geniş ikramlarda bulunan ve bunu vaat eden diğer rakip gruba katılmaya karar verdi. Böylece İngiltere ile Fransa Rusya ile ittifak kurdu. Avrupa’da önemli bir üçgen kapanmıştı.
Bu üçgeni bir kapana da benzetebiliriz; şöyle ki: Şimdi üç büyük kara ve donanma gücü, Avrupa’nın ortasında kendilerine meydan okuyan iki büyük devleti batısından ve doğusundan çevrelemişti. Sınırlanmış ve adeta hapsedilmişti. Meydan okumaya devam ederse, bu üç büyük güç tarafından boğulabilirdi.
Askerî kamplaşmalar
İşte böyle, Avrupa’daki kutuplaşma, kamplaşma ve siyasî rekabetten askerî rekabete dönüş, 20. yüz yıla damgasını vuracak şekilde hazırlanmıştı. Artık Avrupa, bir boks ringini andıracak şekilde, kırmızı köşe ile mavi köşenin kavgasına hazırdı. Bundan böyle her anlaşmazlık ayrı bir kriz, her kriz, ayrı bir rekabetin parçası olarak kendisini gösterecektir. Endüstri toplumlarının askerî gücü de o zamana kadar görülmemiş ölçüde genişlemiş ve artmıştı. O kadar güç yoğunlaşması olmuştu ki, savaş başlamadan önce bunu ölçmek ve tahmin etmek imkânı bile yoktu.
Diğer ülkelere gelince; İtalya, bu iki kamp arasında epey tereddüt etti. Onun da kendine göre talepleri vardı. Bu taleplerini her iki kampın kendisine ne ölçüde sunacağını test etmek istedi önce. İtalya özellikle Kuzey Afrika’da ve küçük Asya’da toprak talebinde bulunuyordu. Ama Viyana ile anlaşmazlık içindeydi. Onun bu talebini karşılayacak gruba katılmaya karar verdi. Önceleri epey süre Almanya ile flört ettiyse de, savaş başlayıncaya kadar ağırdan aldı; savaş başlayınca da hangi tarafın kazanacağından emin olmadan adım atmaktan çekindi. Nihayet en sonunda doğru tercihte bulunacak ve Almanya karşıtı cepheye katılacaktır.
Milliyetçilikler volkan gibi patlarken…
Ulusal onur, ulusal gurur ve onun yarattığı patlamalar, genellikle ilk silâh sesinden hemen önce duyulan son sözlerdir. Avrupa askerî kamplaşmanın ikiz kardeşi milliyetçi öfke patlamalarına da sahne oluyordu. Alman milliyetçiliği, yanardağı şeklinde patlamış ve her yöne kül ve duman püskürtüyordu. Asıl büyük patlamanın çok yakında olduğunu adeta haber vererek… Yeni doğmuş pek çok Balkan ülkesi, çok uzun yıllardan beri milliyetçilik kıskacı altında kalmıştı. Osmanlı’dan daha dün denebilecek kadar yakın bir tarihte ayrılmayı başaran Balkan devletleri, çok kısa bir süre önce Balkan savaşlarında birbirleriyle de kıyasıya, adeta ölümcül bir rekabet içinde olduklarını zaten belli etmişlerdi. Nasıl olmasınlar ki, her birinin kendine göre bir millî davası vardı. Yunanistan, karşı kıyılarla birlikte Büyük Yunanistan; Bulgaristan Yunanistan üzerinden yeniden Ege’ye çıkan bir Büyük Bulgaristan; Sırbistan ise, Viyana’nın el koyduğu toprakların dışında büyük Sırbistan idealini millî hedef olarak ortaya koymuştu.
Elbette; bu küçük devletler ‘ateş olsa cürmü kadar yer yakar’dı diyecek olanlar çıkabilir. Belki. Fakat işin bir başka yönü daha vardı; bu patlamaya hazır volkanların son itici gücünü de, yine büyük devletler oluşturuyordu. Rusya, Sırbistan’ın arkasında, onu Avusturya-Macaristan’a karşı koruma sözüyle duruyordu; Viyana ise, Berlin’le ittifakı içinde güven içindeydi. Sırp milliyetçiliği Avusturya-Macaristan veliahtını suikastle öldürürken, herhalde bir dünya savaşına yol açmak amacında değildi; yanardağların topluca püskürmesine yalnızca küçük bir vesile kaldığını da bilmiyordu. Cehenneme açılan kapının kilidi kırılmıştı. Ama hiç kimse bunun cehenneme açılan kapı olduğunun farkında değildi yalnızca
Yazarlar
-
İsmet BerkanDevleti yönetenler milletlerine güven vermek istiyor olsaydı… 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AlbayrakKadife eldiven zamanı 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
Doğu ErgilYolsuzluk: Çürümenin Kurumsallaşmış Hali 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUÇevremiz çok bilinmeyenli bir denklem gibi, yoksa bilinebilir mi? 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin SönmezTeo-politik inşaya karşı dinsel bireycilik: İtaat mı? İtiraz mı? 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunÖzlemek ne uzun bir mesafe, Dersim… 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolYargı niye böyle? 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRBU KOMİSYON NE ÇÖZER? 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKYeni Süreç, korkular ve umutlar 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçayBir dönüm noktasında mıyız? 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNE“Norm Devlet” üzerinde 19 Mart gölgesi 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUSiyaset CHP’siz, CHP siyasetsiz olmaz 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasHükümet yalanladı konu kapandı 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluGeri dönülmez çözümde son düzlük... 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİHakan Fidan'ın diploması 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENSüreç Olmasaydı 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Zeki ALPTEKİNÜretici Güçlerin Gelişiminin Motorlarından Biri Olarak Toplumsal-Sınıfsal Mücadeleler 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞURMehmet Ali Sebük’ü neden kimse hatırlamıyor? 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuÇeteler çağı ve muhteşem çöküş… 8.08.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçKürt sorunu, komisyon ve Marx… 8.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanAK Parti kendini nasıl bu hallere düşürdü… 8.08.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraÇağdaş Türkiye 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANBasın Tarihi: “İmralı’da Bir Mahkûm” 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Gökçer TahincioğluKalorifer kazanından rektör danışmanlığına ve öğretim görevliliğine uzanan yol: Sahte diplomaya ne g 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Y. YılmazAYM kararı yargıyı bağlayacak mı? 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇİsa’nın takipçilerine sığınan Muhammed’in takipçileri 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞAdemimerkeziyet: Dikey güçler ayrılığı ya da paylaşımı 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Cemile BayraktarŞeffaf, açık ve çoğulcu 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTUtanmazlığın ve Çürümüşlüğün Belgesi: Sahte Diploma Skandalı 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEKaş yaparken göz çıkarmak 6.08.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜR‘Dijital devlet’ işgali: Girilmedik kurum yok! 6.08.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞMeslek liseleri tartışmaları (1) 6.08.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUDemokratlar, ümmetçiler, ırkçılar 6.08.2025 Tüm Yazıları
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
9.02.2016
3.02.2016
26.03.2016
19.03.2016
13.03.2016
5.02.2016
28.02.2016
20.02.2016
13.02.2016
7.02.2016