Halil BERKTAY

Üçünün de altına imzamı atarım
31.08.2014
2121

 [28 Ağustos 2014] İki haftadır yazamıyordum. Bir yandan, yorgun ve isteksizdim. Diğer yandan, hazırlanıyordum ama doğrusu hafiften hazırlanıyordum. Artık “planlı devrim”lerin de (bkz 14 Ağustos), sosyalizmin de kalmadığı; varlığı bu makro-paradigmalarla özdeşleşmiş bir intelligentsia’nın sosyal bir olgu olarak öldüğü — ve yaşlanmasını da fırsat bilerek, belki biraz susmasının daha iyi olabileceği; zira gene devrim ve sosyalizm inancından  türeyen muhalefet anlayışlarının da işlevselliğini tümüyle yitirdiği ve geriye “negatif aydın”ın her yöne ve her şeye karşı topyekûn öfkesinden başka bir şey kalmadığı koşullarda, yeni ve anlamlı bir demokratik siyaset anlayışının ne olabileceğini kurcalayacaktım.

Fakat galiba kızmam lâzımmış, işe girişmek için. Ben böyle böyle oyalanır, ağırdan alır, “şimdi iki sayfa daha yazsam mı yoksa bir kilometre daha yüzsem mi” diye ikilemler icat edip, nema problema, kendimi ânında “sağlıklı yaşlanmak için elbette yüzmeliyim”e ikna ederken, el atmak istediğim temel konu beklemediğim bir yönden gelip gene beni buldu, elime ayağıma dolandı, başka şey düşünemez kıldı. Bir yandan İsrail’in Gazze saldırısı, diğer yandan Erdoğan’ın “affedersiniz” gafı (ben bunun hem bir gaf olduğunda, hem de hangi dil sürçmesinden kaynaklanırsa kaynaklansın kabul edilemezliğinde ısrarlıyım), gerek Yahudi ve gerekse Ermeni cemaatleri açısından (veya onlara yönelik) bazı ilginç tutum ve yaklaşımları öne çıkardı. Açıkçası, bazı kesimler (benim de eleştirdiğim) anti-Semitizmi bir heyulaya dönüştürüp neredeyse sırf onunla uğraşmaktan, İsrail saldırganlığına karşı tavır alamaz oldu. Gene bazı kesimler, Erdoğan’ın alt tarafı bir kültürel kalıntı niteliğindeki (benim de bu çerçevede eleştirdiğim) “affedersiniz” cümlesini, neredeyse 2014 Türkiye’sinin Ermeni sorunundaki temel realitesi haline getirdi; sırasıyla 2000’den, 2005’ten ve 2007’den bu yana, nereden nereye gelindiğini tamamen yok sayarak, AKP hükümetini bütün azınlık sorunlarının ve bu arada soykırım inkârcılığının da baş sorumlusu vasfıyla sanık iskemlesine oturttu.

Ama asıl kıyamet, bir gayrimüslim, bir Ermeni aydını ve yazarı olarak Etyen Mahçupyan, aşağıya aldığım 3 Ağustos yazısında, bu kesimlerin tutarsızlık ve çelişkilerine parmak bastığında koptu. Ben ilk okuduğumda, ne kadar güzel ve doğru deyip geçtim; çok üzerinde durmadım. Ama yok, zülfüyâre çok dokunmuş meğer. Mahçupyan’ın (ve bir diğer Ermeni aydın ve gazeteci olarak Markar Esayan’ın) siyasi tercihlerinden hareketle, her ikisine karşı galiz bir saldırı başlatıldı. Herhalde bir yerde, bizim bilmediğimiz transandantal, tarih dışı, yüzde yüz saf ve yüzde yüz mağdur (ve tabii, AKP düşmanlığıyla belirlenmesi gereken) bir “Ermeni özü” duruyormuş. Böyle bir örtük varsayımdan hareketle, ciddî tarihçi ve sosyal bilimcilere hayli ilginç gelebilecek bir “sahte Ermeniler” ve “sahici Ermeniler” ayırımı yaratıldı (birisi bu çocuklara solun “öz-hakiki, Marksist ve Marksist Leninist ve Marksist Leninist Maoist” fraksiyonlaşma geçmişini anlatsın). Çok ama çok ultra-radikal ve aynı zamanda geç dönem Osmanlı tarihi konusunda tümüyle cahil olduğu anlaşılan bir Ermeni genci (gerçek adı mı, müstear ismi mi bilmiyorum), hem 19. yüzyıl sonları veya 20. yüzyıl başlarında gayrimüslimlerin Müslümanlara yukarıdan baktığı tesbitini gerçek dışı ilân etti, hem de Etyen Mahçupyan’ı “Hidayet’likle, yani Ermeniler içine sokulmuş devlet ve polis ajanlığıyla suçladı. Bu seviyesiz yazı, bir kısım sert AKP düşmanı Türk aydınınca sosyal medyada dolaştırıldı (isimlerini görünce hem bilgisizlikleri — veya eski komprador burjuvazi hakkında bütün bildiklerini her nasılsa tam zamanında unutmuşlukları –  ve hem de ucuz oportünistlikleri karşısında onlar adına utandığımı belirtmeliyim). Bir başka genç Ermeni köşe yazarı, Etyen’e “dilini eşek arısı soksun” dedi. Ama en kahredicisi, bir diğer genç (bu sefer Türk) yazarın, Etyen’i ve Markar’ı “ırklarına ihanet”le suçlaması oldu. Okuduğumda, bu delikanlı ne dediğinin, ne yazdığının farkında mı acaba diye sordum kendi kendime. Yani ne demektir, genç bir sol-liberalin “ırkına sadakat” talep etmesi? Bunu genel bir ilke olarak uygulamak ister miydiniz? “Irk”ları bağlaması gereken yekpare bazı siyasî tavırlar mı var yani? Meselâ bir Türk aydını olarak ben “ırkıma ihanet etmeyecek” olsam, ne konuşur, ne söylerdim şimdiye kadar, soykırım gerçeği konusunda? Biliyor musunuz ki 23 Nisan taziye mesajının yayınlandığı hafta, benim MHP sempatizanı bir öğrencim sınıfta, ders başlamadan “Erdoğan’ın hainliği” dedi? Eğer siz de “her ırkın kendi bağlayıcı tavrı olmalı” diye düşünüyorsanız, neden sizin de doğru yeriniz, yıllardır Türklerden Türk ırkına sadakat talep eden MHP’nin safları olmasın?

Bu patırtı, bu minval üzere bir fasıl sürdü; bu arada Etyen Mahçupyan durdu durdu, derken iki gün önce (26 Ağustos’ta) bütün bunlara (hiç isim vermeksizin) genel ve çok kapsamlı bir cevap yayınladı. Bunun üzerine o küfür ve hakaret korosu tekrar harekete geçti; halen de faaliyette — ve yeni bir espri veya metafor dahi icat edemeksizin gene Etyen’in sözcüklerine başvurup “asıl palyaço sensin” demekten öteye geçemeyecek kadar kötü bir zeka yoksunluğu içinden kaleme aldıkları her satırlarında, farkına varsınlar varmasınlar, gene Etyen’in kendileri hakkındaki gözlem ve tanımlarını doğruluyorlar. Ama bu arada, benim de canıma tak dedi artık. Sadece nerede durduğumu teyid etmek bakımından değil; Etyen’i yalnız bırakmamak adına da değil (çünkü buna ihtiyacı yok); hem bunun kişisel bir mesele olmadığının altını çizmek ve benim anlatmak istediğim siyaset anlayışı sorunuyla bağlantısını kurmak için, hem de (itiraf edeyim ki kıskandığım) olağanüstü içerik ve derinliklerini birer arşiv belgesiymişçesine topluca muhafaza etmek kaygısıyla, Etyen Mahçupyan’ın söz konusu iki yazısını, gene Serbestiyet’ten Ceren Kenar’ın Türkiye gazetesindeki tamamlayıcı bir yazısıyla birlikte buraya alıyor ve (bazı küçük farklarımızı göz ardı etmek pahasına) aynen başlıktaki gibi, “üçünün de altına imzamı atarım” diyorum.

(1) Azınlıkların en hakiki sorusu

Etyen Mahçupyan

Akşam, 3 Ağustos 2014

 

Azınlık mensuplarıyla konuştuğunuzda, geçmişten bugüne Türkiye’deki devlet ve topluma ilişkin olarak genellikle ikircikli bir tavırla karşılaşırsınız. Osmanlı dönemini büyük ölçüde veya kategorik şekilde “olumlu” olarak hatırlayıp, son dönemlerinde yaşananları hızlı geçmeye çalışırlar. Mustafa Kemal’i göklere çıkartırken Tek Parti döneminde yaşamak zorunda kaldıklarından söz etmemeyi tercih ederler. Çok partili hayatta esas olarak Demokrat-Adalet-Anavatan partilerinin temsil ettiği siyasi çizgiye destek vermişlerdir, ama bu partilerin doğal tabanı ile ilişki kurmaktan tedirgin olurlar. Esas amaçları devletten ve onun ideolojik devletçiliğinden uzak durup kendilerini korumak olsa da, toplumun parçası olmaktan, ona karışmaktan da pek hoşlanmazlar. Bu ikircikli halin nedeni belirgin bir ırkçı “duyarlılığın” hem devletten hem de toplumdan kendilerine doğru estiğini hissetmeleridir. Türkiye’de azınlık olmak, kendi dışında kimseye güvenmemek ve hayatını kendini gizleme esasına göre yaşamaktır.

Ama hiçbir tarihsel olgu madalyonun tek bir yüzünden oluşmuyor… Devletle azınlıklar arasında net bir zalim/mağdur ilişkisi olmakla birlikte, zihniyete dönüp baktığımızda aynı azınlıkların Müslüman kitleye bakışında devletinkine benzer bir aşağılamanın izlerine rastlıyorsunuz. Azınlıklar kendilerini hep daha modern, gelişmiş, medeni buldular ve gerçekte bunun doğruluk payı hiç de az değildi. Azınlıklar genelde kentliydiler, daha iyi eğitim almışlardı ve servet birikimi yapabilmişlerdi. Bu avantajlar onları Batı dünyası ile çok daha erkenden ilişkiye soktu, imtiyazlar elde etmelerine neden oldu ve entelektüel uğraşı siyasetin parçası kıldı. Kısacası azınlıklar kendilerini Müslümanlara kıyasla çok daha Batılı bir konumda buldular ve Batılılığın medeniyet hiyerarşisinin kriteri olduğu bir dünyada, kendilerini Müslümanlardan daha “üstün” gördüler.

Bu noktada azınlıkların önünde söz konusu “üstünlüğü” açıklayacak iki önerme vardı: Kabaca söylersek biri kendilerinin fıtraten daha üstün oldukları, diğeri ise Müslümanların kültürel olarak daha aşağıda yer almaları. Belki de yüzyıllardır tabi oldukları Osmanlı çoğulluğunun etkisiyle, azınlıklar ilk önermeyi seçmedi. Müslümanların kendilerinden daha aşağı olması ise din farkına bağlandı. Muhtemelen devletin İslamı altında bunca zaman yaşamış olmanın da karşılığını da böylece almış hissettiler. Devir değişmiş, artık gayrımüslimlerin Müslümanlara üstün olduğu “evrensel” bir döneme girilmişti.

İkircikliliğin nedeni de aslında buydu… Azınlıklar devletin altında ezildiler ama kendilerini de bir türlü Müslümanlarla eşit görmediler. Dolayısıyla AKP’nın taşımakta olduğu ihtilalci değişim sürecinde halen çözemedikleri bir ikilemle karşı karşıya kaldılar. Bunu somut olarak Sözcü gazetesi örneği üzerinden anlatmak mümkün… Bugün azınlıkların büyük çoğunluğu, ama Yahudi cemaatinin neredeyse tümü Sözcü okuyor. Erdoğan’a hakaretleri ezberleyerek ve aralarında paylaşarak biriktirdikleri öfke ve nefret duygusunu günlük olarak tazeliyorlar. Oysa sorsanız AKP hükümetlerinin bugüne dek en azınlık yanlısı iktidar olduğunu da söylerler! Ama ortada birkaç yüzyıl geriye giden bir Müslüman alerjisi ve gizli aşağılaması var. Bu nedenle Sözcü tarihsel bir psikolojik ihtiyaca cevap veriyor.

Derken Gazze olayı patlıyor ve gülünç olsa da Sözcü İsrail ile Erdoğan’ın “yandaş” olduğu tezini işlemeye başlıyor. Tabii Erdoğan’a olan hakaretlere İsrail’e ve zımnen Yahudilere yönelik olan daha beterlerini ekleyerek… Bir yanda Erdoğan karşıtlığı, diğer yanda sizlere Trakya pogromunu, Varlık Vergisi’ni, 6-7 Eylül’ü yaşatmış, vakıf mallarınıza hayasızca el koymuş bir devlet anlayışı… Bir yanda Müslüman alerjiniz, diğer yanda kılcal damarlarındaki antisemitizmi hissettiğiniz bir kaba milliyetçilik. Hangisini tercih edeceksiniz? Yoksa bir tercihte bulunmayıp, hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam ederek kendinizi her geçen gün daha damardan Tayyip Erdoğan “çirkinlemesine” mi maruz bırakacaksınız?

Azınlıkların ve özelde Yahudi cemaatinin ikilemi bu topluma yabancı durmalarıyla, yerliliğe direnmeleriyle ilgili… İçten içe kendimizi büyük görmenin bizleri nasıl küçültebileceğinin işareti. Kendi anlam dünyanda bir başkasını horlamanın vazgeçilmez bir kimliksel niteliğe dönüşmesi, kendini zalimin elinde oyuncak kılmayla sonuçlanabiliyor. Böylece şu veya bu gazetenin ya da söylemin “tüketicisi”, belki de müptelası oluyoruz. Birilerini çirkinleştirme arzusu, dönüp dolaşıp insanı tarihsel bir çirkinliğin parçası yapabiliyor…

(2) Palyaçonun cehennemi

Etyen Mahçupyan

Akşam, 26 Ağustos 2014

 

Aydın hayatımızın en belirgin özelliği, birey olamamakla bireyselliğe tahammül edememek arasındaki bağa tutunarak yaşayan parazitlerin çokluğu. Azınlıklarla ilgili yazım sonrasında Erdoğan’ın “affedersiniz” ile başlayan cümlesi geldiğinde, bu kendine has sol/liberal ama özünde sadece laik olabilecek kadar derinleşebilmiş cemaat mensupları ille de benim bir karşı söz söylememi talep ettiler. Oysa Erdoğan’ın ne için “affedersiniz” dediğini görmek için zekaya ihtiyaç yoktu. Amaç benim nasıl da Erdoğan’ın yanında saf tuttuğumun, “satılmış” olduğumun kanıtlanması ve yürek yağlarının erimesiydi. Ne var ki benden cevap istenmesinin Türkiye’deki Yahudilere İsrail devletinin yaptıklarının sorulmasından bir farkı yok. Nasıl onlar ille de Yahudi gibi davranmaya zorlandılarsa, benim de ille Ermeni olmam, öyle davranmam istendi. Bunun apaçık ırkçılık olduğunu göremeyecek kadar zavallı insanlar benim “ırkımı” bile sattığımı söyleyecek kadar kendilerini gülünçleştirdiler.

Öte yandan Azınlıkların en hakiki sorusu başlıklı yazıyla ilgili olarak da kimse “bu ne saçmalık” diyemedi. Azınlıkların kendi zihinlerinde ve küçük dünyalarında Müslümanları aşağıladığı gerçeğiyle yüzleşmek işlerine gelmedi. Onun yerine benim “hain” olduğumu, kendi cemaatime ihanet ettiğimi öne sürdüler. Gerçeklerin “ötekilere” söylenmemesi gerekiyordu. Gerçekler “öteki” ile olan mücadelede kullanılacak mühimmattan başka bir şey değildi… Gerçeği kendi kimliğinin ve siyasi davasının aracı kılmanın pespayeliğini kavramaktan ise uzaktılar.

Azınlıklar içinde ve özellikle Ermeni cemaatinde bu pespayelik son derece yaygın… Ermeni “aydınları” diye ortalıkta dolaşanların büyük kısmı utanç verici bir yüzeysellik ve kabalık sergiliyor. Kendilerini seyre gelmiş sol/liberal “aydın aristokrasisinin” alkışını almak için, burunlarına kırmızı toplar yapıştırmış, yeri geldiğinde taklalar atan palyaçolar gibiler. Seyircilerin ön sıralarında, malum cinayetten bu yana cemaate kapılanmış, onu şefkatli kolları arasına alarak emmeye çalışan parazitler oturuyor. Localarda ise bu pespayelik bataklığında çimlenirken, aşağıdakileri takdir etme “büyüklüğünü” gösteren, entelektüelliği bir şarlatanlık pratiği haline getirmiş laik/sol literati…

Sunulan ve birlikte yaşanan gösterinin hakkını arsızlık veya densizlik kelimeleriyle ödemek mümkün değil. Ortak bir psikolojik boşalma yaşanıyor. Ne var ki benim gibilerin karşı cephede yer almasının toplu dışlama ritüellerine vesile edilmesi ancak geçici rahatlama sağlıyor. İhtiyaç duyulan doz artarken, söz konusu düzeysizlik sosyal medya ve yazılı basın üzerinden her yere bulaştırılıyor. Ağzından çıkanı kulağı duymayan, sözünü söylediği yerde terk ederek bir sonraki aklınca zeki kelimenin peşinde düşen ve etrafındaki alkış sayesinde “aydınlaşma” mertebesine ulaştığını sanan bu zavallılık, bugün Ermeni cemaatini kuşatmış durumda. Kişilik eksikliği artık sirkin büyülü ortamında gideriliyor. O nedenle de gösteri hiç bitmesin, seyirci hiç gitmesin, gösteriyi ayakta tutan “malzeme” hiç tükenmesin isteniyor.

Mesele çoktandır gerçeklik değil… “Bizim” gerçek olarak görmek istediğimizi engelleyen her şeyin mahkum edilmesine yönelik ortak hezeyanın bir seferberlik coşkusuyla taşınması. Parazitlerin çok seçme şansı yok, çünkü fazlasıyla derinlere giden bu yozlaşmayı kişilik kılmış durumdalar. Onlar kavganın ve heyecanın artmasını, şapkaların havaya fırlatılmasını, herkesin birbirine sarılıp dans edeceği fırsatların çoğalmasını, emdikleri ile bütünleşmeyi arzuluyorlar. Şarlatanlar ise içi geçmiş ideolojik hikmetlerini yazıp sakladıkları küçük kağıtları ceplerinde aramakla meşguller. Zaman gelecek ve ne kadar haklı olduklarını herkes anlayacak… O zamana kadar tarihsel maceranın jürisi olduklarını düşünüyorlar, ama devrim yanlarından bütün gürültüsüyle geçerken bile tarihe sağırlıkları nedeniyle idrak yoksunluğu çekiyorlar. Bu yaşlıların da artık ne değişecek ne de kendilerine samimiyetle bakacak gücü var.  Ama palyaçoların ufak da olsa bir şansı var. Sirki ayakta tutanlar onlar. Gösteri sürerken alkış almak hoş… Ama her palyaço kalbinin derinliğinde o alkışların aslında kendisini aşağıladığını ve son kertede yalnızlaştırdığını bilir. Çünkü hiçbir zaman locaya çıkamayacak, eteğine yapışıp kendisini baygın gözlerle pohpohlayan parazitlerden kurtulamayacaktır. Oysa gerçek hayat sahnenin arkasında onu bekliyor… Sorumluluk almak, sahiplenmek, vatandaş olmak mümkün… Yabancılaşmayı siyasi kimlik haline getirmek, gösteriye dönüştürmek kendi kimliğinizin de iflasıdır. Bu sirk sizlerin cehennemidir…

(3) Sorumluluk…

Ceren Kenar

Türkiye, 28 Ağustos 2014

 

Etyen Mahçupyan, bu ülkenin sadece en iyi siyasi analistlerinden biri değil, aynı zamanda kamusal aydın kavramının özelliklerini şahsında taşıyan nadir isimlerden. Siyasi analistliğinin gücü, aslında bir siyaset antropolojisi üzerine kurduğu ve gücünü burdan alan Türkiye ve dünya okumalarından geliyor. Kamusal aydınlığının merkezinde ise bir toplumlaşma projesi ve ideali var. Onun derdi, tek sorunu devlet ve kurumlarıyla olan entelektüellerden farklı. Devletin dönüşümü, sivilleşmesi, hak ve özgürlük temelinde yeniden inşası Mahçupyan’ın siyasi projesinde elbette çok önemli bir yer tuttu, bu nedenle 28 Şubat sürecinde ve sonrasında derin devletin hedefindeki entelektüellerden oldu. Ancak Mahçupyan’ın, devletin dönüşümü kadar önemli olan başka ve daha derin bir çabası daha var. Toplum olma ve olabilme ideali Mahçupyan’ın düşünsel projesinin merkezinde oturuyor. Cemaatlerden oluşan, henüz toplum olmayı başaramamış bir ülke Türkiye. Seküler cemaat, mütedeyyin cemaat, Kürt cemaat, sol cemaat, gayri-Müslim cemaat, vb. Mahçupyan bu cemaatlerin ötesinde, cemaatlerin içiçe geçerek bir toplum oluşturma projesini savunuyor. Ve bu projenin temelinde cemaat üyelerinin, kendi cemaatlerine eleştirel bakarak, mesafe alarak, karşı cemaatle diyalog içine girmesi gerektiğini savunuyor. Kendine hem içeriden, hem de dışarıdan bakan cemaat mensuplarının kamusal alanda görünür olmasına bir çağrı yapıyor.

Bu çağrı aslında bir sorumluluk çağrısı… Bir Türkiyelileşme çağrısı. Kendi mahalleni reddetmeden, o mahalleden utanmadan, o mahalleyi unutmadan, o mahalleyi kamusal alana taşıma çağrısı. Karşı mahalleyi anlamaya çalışırken, kendi mahalleni eleştirebilmeye cesaret etme çağrısı. Bir mahallenin çıkarını, ortak iyiye tercih etmeme çağrısı.

Bu doğrultuda, Mahçupyan, kendi mahallesi olan gayri-Müslim cemaatlerin siyasete ve Müslüman çoğunluğa bakışını irdeleyen bir yazı kaleme aldı. Bu ülkede Ermeni meselesi konusunda farkındalığın artmasında ve yargıların değişmesinde en önemli rollerden birini oynamış bir entelektüel olarak, bu sefer aynayı kendi mahallesine doğrulttu. Kendisine verilen cevap ise tam da karşısında durduğu “mahalleciliğin” ne kadar sığ olduğuna dair bir örnek vaka idi.

Pis yandaş, saray soytarısı, sahibinin sesi…. Sahi bu ülkede son 12 senedir reformu destekleyen aydınlar bu hakaretler dışında bir şey duydu mu, kapsamlı bir eleştiri gördü mü?

Bu entelektüel pespayelik, Gezi olayları ile daha da vahimleşti, zira bu bel altı saldırılar, daha önce kendileri de bu yaftalara maruz kalmış daha “kaliteli” entelektüeller tarafından yeniden ve daha güçlü üretildi. Entelektüel üstünlüğü ele geçirdi.

Oysa ki, Mahçupyan’ın derdi, kendi mahallesinin “star’ı” olmak değil, kendi mahallesi tarafından pohpohlanmalara doymak değil. Mahçupyan’ın derdi, yeni Türkiye’ye katkı sağlamak, bu değişimin entelektüel aktörü olmaya cesaret etmek.

Ve Mahçupyan, bu ülkenin seküler-sol-liberal mahallesine bir sorumluluk çağrısında bulunuyor. Ülkenize seyirci olmayın, yaşanan dönüşümü olaya karışmadan izlemeyin. Masumiyete kaçmayın, sloganların arkasında tembellik yapmayın, sefil bir kendini tatminin ilhamı olmayın, gelin sorumluluk alın. Bu ülkenin vatandaşı olun, elinizi taşin altına koyun. Bir dönüşüm sürecinden geçerken bu ülke ve bu bölge, bunu reddetmeyin. Cihangir ülkesinin “poster boy’u” olacağınıza, Türkiye Cumhuriyeti’nin asli, kurucu vatandaşı olun. Mahallenize kaçmayın, kendi fikrinizi kendiniz tayin edin.

Bu bir entelektüel çocukluktan çıkma çağrısı. Kimliği aşma, “ben’e” hapsolmama çağrısı. Olgunlaşma çağrısı.

Gezi fenomeni, 1980 darbesinin yaptığı etkiyi yapıyor bu ülkede muhalefete. Mağduriyette donduruyor, ben-bilirimcilik’te hapsediyor. En ahlaklı, en haklı, en üstün olduğuna dair sarsılmaz bir inanç oluşturuyor. Sadece red üzerine kurulu bir radikalizmi körüklüyor, düşünceyi sloganlaştırıyor. Daha da vahimi, toplumlaşma sürecini baltalıyor.
Mahçupyan’ın, “bu sirk sizin cehenneminizdir” vecizesi, bu yüzden sadece bugünü değil, Türkiye’nin yakın döneminin entelektüel tarihini özetliyor.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar