Halil BERKTAY
[14 Eylül 2020] Birkaç gün önce, Ege ve Akdeniz’de tırmanan gerginlik ortamı bağlamında, TBMM Başkanı Mustafa Şentop Fransa’ya karşı bir demeç verdi. Daha doğrusu bir tweet attı. Satırbaşlarıyla şöyle dedi:
* Yakın tarihte askeri başarınız yok.
* Kazandığınız tek zafer, Afrika’da mızrakla savaşan ordusuz insanlara karşı.
* Tarihte başarılı komutanınız Napolyon. O da zaten Fransız değil.
* Biz Türkiye’yiz, ders vermek isteyene dersini veririz.
Güncel dış politika meselelerine hiç girmeyeceğim. Oralarda Yunanistan’ın da, Fransa’nın da yanlışları, tek-yanlılıkları var. Ama beni burada daha çok, haklılığı ve haklılığın da ötesinde üstünlüğü tarih üzerinden, tarihsel sataşma ve lâf sokuşturma yoluyla sağlama çabası ilgilendiriyor.
Ne Fransızcıyım, ne Napolyoncu, ne Atatürkçü, hattâ ne de Türk milliyetçisi. Sade bir vatandaş ve vatandaş-tarihçiyim. Sırf bu sıfatla sormak istiyorum: Bu çok doğru ve sağlıklı bir yöntem mi? Bir, geçmişe bu tür göndermeler, mevcut sorunları çözmeye mi, keskinleştirmeye mi yarar? İki, başkalarının tarihini küçümseyip aşağılamanın sonu nedir? Kendi tarihinin Batı-merkezcilik çerçevesinde küçümsendiği ve aşağılandığından şikâyet eden Türkiye, dengeyi bu yolla mı kurmaya çalışmalı? Zira üç, böyle bir çekişme ve rekabete girilirse, Türkiye hep kazanır ve “öteki”lerimiz, meselâ Fransa, hep okkanın altına mı gider? Dört, tarih yarıştırırken — başka ne diyeceğimi bilemiyorum — illâ savaşa ve fütuhata mı öncelik vermeli?
Hepsinden hayli şüpheliyim doğrusu. En basiti, bazı olgusal itirazlarım var, Meclis Başkanı Sayın Mustafa Şentop’un söylediklerine. “Yakın tarihte askerî başarınız yok” dendiğinde, bu “yakın tarih” nereden başlıyor olmalı? İkinci cümlede Afrika’daki sömürge savaşlarına atıfta bulunulduğuna göre, 19. yüzyıl sonlarını ve dolayısıyla 20. yüzyılın tamamını içeriyor sanırım.
Ki bu takdirde 1914-18 de girer, bu “yakın tarih”in kapsamına. Ama o zaman iş değişmiyor mu biraz? Birinci Dünya Savaşı’nın ağırlık merkezini teşkil eden Batı Cephesi’nin yükünü çok büyük ölçüde Fransa taşıdı. Alman orduları 1914 Ağustos’unda kuzeyden Fransa topraklarına girdi ve 11 Kasım 1918 ateşkesine kadar, yani dört küsur yıl çıkmadı. Osmanlı İmparatorluğu’nun müttefiki, İttihatçıların yenilmez sandığı Alman ordularını önce 1914 sonbaharının Marne Muharebesinde durdurmanın, sonra biraz kuzeye ittirip siper savaşlarına gömmenin, nihayet (İngiliz ve Amerikalılarla da birlikte) Hindenburg Hattını yarıp teslim olmaya zorlamanın şerefi, öncelikle Fransa’ya aittir. Çok da ağır bir bedel ödediler bu uğurda. 39 milyon nüfusuyla Fransa, o zamanki adıyla Büyük Savaş’ta 8.1 milyon vatandaşını silâh altına aldı; 1.3 milyonu aşkın asker ve 600,000 sivil ölü verdi. (Buna karşılık Osmanlı şehitleri 325,000 asker ama 2 milyon sivil kadardır — büyük ölçüde kıtlık ve açlık ile bir de kolera, tifüs, çiçek vb salgınları hem askerden çok götürdü, hem sivil kayıpların diğer ülkelere göre hayli yüksek olmasına yol açtı.)
Daha da basiti, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Fransa (= onlar?) kazandı, Osmanlı devleti (= biz?) kaybetti(k). Ayrıca Türkiye’nin de Millî Mücadele dışında büyük zaferlerinden söz edilemez 20. yüzyılda. Sonuçta, hem savaşların giderek azaldığı, hem büyük savaş tekelinin giderek bir avuç Büyük Devlette yoğunlaştığı, onlardan da büsbütün daralıp iki (şimdi üç) süper devlete geçtiği bir çağda yaşıyoruz. Maddî-teknolojik kısıtlar böyle bir çerçeve çizerken, kötü niyetli, İslâmofobik ve Türkofobik bir Fransız tutup “siz de sırf Kürtlerle savaşabiliyorsunuz” dese nasıl karşılarız? Öyleyse Fransız askerine ve askerî tarihine bu kadar dudak bükmemek daha mı iyi olur acaba?
Geçelim; benim asıl takıldığım, Sayın Şentop’un üçüncü sıradaki “Tarihte başarılı komutanınız Napolyon. O da zaten Fransız değil” cümlesi. Tabii burada Napolyon’un Korsikalı olmasına atıfta bulunuluyor; o sırada (ve bugün) Korsika adası Fransa’ya ait olsa da, baba tarafından Toskanyalı ve anne tarafından Cenovalı birer küçük İtalyan soylu ailesinden gelmesi, Fransız olmadığı şeklinde yorumlanıyor. Problem şu ki, bu suretle millî aidiyet kültüre ve bilince bağlanmak yerine çok dar anlamda etnik kökene indirgeniyor. Fransız (milletine ait) sayılmak için kültürleşmişlik yetmiyor; illâ etnik Fransızlık koşulu aranıyor. Fakat bu, millete ve milliyetçiliğe yaklaşımda çok tehlikeli bir ölçüt. Hele uzak ve yakın Türkiye tarihinde, en az iki açıdan sorun yaratabilir gibi duruyor.
Birincisi, Osmanlı İmparatorluğu’na tosluyor. Yani hem Osmanlı hanedanının karmaşık cinsel politikalarına, hem devşirme sistemine, hem bir bütün olarak toplumun çok-dinli, çok-mezhepli, çok-etnili karakterine tosluyor. Net olalım: Osmanlı İmparatorluğu bir Türk ulus-devleti olmaktan çok ama çok uzaktı. Bu, kendi çağının ölçüleri içinde onun zaafı değil gücü sayılır. Çok çeşitli etnik-dinî kesimleri hanedana sadakat temelinde ve emperyal bir kültür içinde bir arada tutabiliyor; hepsinin kaynakları ve yeteneklerinden görece meritokratik bir şekilde yararlanabiliyordu. Ama tabii başka bir kötü niyetli, İslâmofobik ve Türkofobik Fransız pekâlâ şöyle bir şey de diyebilir, olayı anakronistik biçimde milletler ve milliyetçilik çağına taşıyarak: “Sizin de sultanlarınız etnik Türk mü sanki? Birçoğunun öz annesi Hıristiyan; ayrıca etnik Türk olmayan genleri nesilden nesile çoğalıyor. Vezirleriniz, sadrazamlarınız deseniz, hele en iyileri, en ünlüleri hep devşirme. En büyük bazı mimarlarınız da öyle. Türkler ise Sarayın ve İstanbul’un gözünde geri ve ilkel bir etno-sosyal gruptu; etrâk-ı bî-idrak diye anıldıkları oluyordu.” Tarihsel realizm ölçüleri içinde, bunların hepsinin cevabı var. Zaten yukarıda işaret ettim. Ama Napolyon’u Fransız saymayan bir anlayışla cevap vermeye çalışmak nasıl olur/du acaba?
İkincisi, bu etnik-indirgemeci anlayış modernite öncesinden moderniteye geçişte milletlerin hangi karışımlardan, ne gibi sentez süreçleriyle oluştuğunu dikkate almıyor. Yeniçağ dahil, bütün geleneksel tarım toplumları son derece heterojendir aslında. Yerellikler öbek öbektir. Farklı konuşur, farklı giyinir, farklı dövüşürler. Kendilerini tek bir “vatan”ın değil, farklı “memleket”lerin “hemşehri”si olarak tanımlarlar. Birçok durumda, bu çeşitli taşraların üzerinde merkezî bir idare bile daha yeni teşekkül etmektedir (Korsika’nın Fransa’ya ilhakı gibi). Siyasetin bir adım ötesine geçtiğimizde ise, henüz tek ve birleşik bir ekonomik alan (ortak bir millî ekonomi) yoktur; ortak bir eğitim-öğretim yoktur; ortak bir yazı dili yoktur; ortak bir askerlik yükümlülüğü yoktur; ortak bir millî ordudan da söz edilemez.
Tersten söylersek; bu tek ve birleşik merkezî devletin, ordusunun, kışlasının, yolları ve demiryollarının, ekonomisi ve kamusal alanının, okullarının, gazete ve dergilerinin, kültür ve sanatının, “herkesin” okuduğu edebiyatının, sözkonusu müfredat, matbuat ve edebiyat aracılığıyla üretilen ve edinilen “ortak tarih”inin teşekkülüdür ki, bütün o parça parça yerellikleri bir millete dönüştürür. Bu bir “doğa” (nature) değil bir “kültür” (culture) veya “beslenme, yetiştirilme” (nurture) sürecidir. Türklük, Yunanlılık, Fransızlık veya Amerikalılık “kanında,” daha doğrusu genlerinde değildir kimsenin. Fransız milleti, Ortaçağda az buçuk şekillenen “altıgen”in kapsadığı eyaletlerin, köylülerinin, lehçelerinin, ağızlarının, alt-kültürlerinin adım adım kaynaştırılıp Fransızlaştırılmasıyla oluşur. Eugen Weber’in Peasants into Frenchmen (1976; Köylülerden Fransızlara) başlıklı kitabı, bu dinamiklerin ancak 19. yüzyılda nasıl tamamlanabildiğine işaret eder. Aradaki fark: Fransa’nın sabitlenmiş bir coğrafyası vardır ama Türkiye’nin yoktur, 18. yüzyıldan 20. yüzyıla giderken. Türk milleti, değişen ve küçülen bir coğrafyada, imparatorluğun adım adım yitirilmekte olan dış eyaletlerinden kaçıp elde avuçta kalan biricik mekâna, Anadolu’ya sığınan Girit ve Balkan muhacirlerinin, Kafkas muhacirlerinin, Arap muhacirlerinin… yeni devletin çok daha aktif rol oynadığı yukarıdan aşağı uygulamalar çerçevesinde yerel nüfusla karışıp kültürleşmesi sayesinde oluşur. Millî Mücadele’de savaşan subay kadrolarının yüzde 70’inin de doğum yeri (vatanı değil, memleketi!) Misak-ı Millî sınırlarının dışındadır. Bükreş’tir, Sofya’dır, Manastır’dır, Dimetoka’dır, Kavala’dır, Şam’dır, Halep’tir, Lâzkiye’dir. Ve tabii Selânik’tir. İlelebet kayıptır buraları, kâh 1913, kâh 1918 sonrasında. (Esasen bu yüzden, Türk milliyetçiliği görece coğrafya odaklı değil, görece tarih-efsane odaklı bir ideolojidir. Öyle olmak zorundadır.)
Özetle: Yeni doğmuş bir bebeği, isterseniz Afrika veya Amazon yağmur ormanından alıp Kanada’nın kuzeyine götürerek bir Inuit kabilesi ve ailesine teslim edin; artık İnuit olarak büyük ve İnuit kimliği edinir. Fakat tabii milliyetçi ideoloji, sosyoloji ve antropolojinin bu serinkanlı tesbitlerinden hiç hoşlanmaz. Tersine, milleti ve milliyetçiliği sürekli doğallaştırmaya, natüralize etmeye çalışır. Türk milliyetçiliğinin kurucularından Ömer Seyfettin’e göre, eğer Türksen Türk gibi duyar, düşünür ve davranırsın. Oysa pratikte tam tersi geçerlidir. Çocukluğumuzdan itibaren Türk gibi düşündürülerek, hissettirilerek, davrandırılarak, törenleştirilerek, sosyalleştirilerek… Türkleşir, Türk olmayı öğrenir, sonuçta Türk oluruz.
Savaş ve barış, devrim ve karşı-devrim, önemli ek faktörlerdir kuşkusuz. Uluslaşma süreçleri görece normal, görece barışçı dönemlerde de yukarıda anlattığım gibi ilerler. Ama büyük altüst oluşlar milletleşme veya uluslaşmayı büsbütün hızlandırıcı bir etki yapar. 18. yüzyılın ikinci yarısındaki, gevşek ve yarı-feodal, dış sınırları dahi henüz yeni katılaşmakta olan Fransa’da patlak veren Büyük Devrim, derebeylik kalıntılarını silip süpürür. Paris halkı birleşip Bastille’i zapteder. Viyana’ya kaçıp oradan geri gelmeye çalışan aristokrasiye karşı 1792’de vatanı savunmak için harekete geçen devrim orduları içinde, Marsilya Gönüllüleri’nin söylediği, dolayısıyla bugüne dek Marseillaise diye anılan bir marş, “Kalkın, vatan evlâtları… Fransızlar… vatandaşlar, silâh başına!” çağrısıyla gönülleri fetheder ve yeni doğan milletin marşı, Fransa’nın millî marşı haline gelir. Napolyon Bonapart da bu çalkantı içinde bir yıldız gibi parlayıp yükselir. İlk Fransızlaşmasını eğitim yoluyla yaşar. Yazıldığı subay okulundan topçu teğmeni çıkar. İlk gençliğinin Korsika milliyetçiliğini çok çabuk geride bırakır. Dört elle devrime sarılır. Toulon limanının İngilizlerden geri alınmasını planlayıp yönetir. Taktik ve stratejik dehası herkesçe farkedilir. Robespierre’in kardeşi üzerinden Jakobenlerin gözüne girer. 24 yaşında general olur. 1804’te kendini “Fransızların İmparatoru” ilân eder. Ordularını zaferden zafere taşır. Mondovi. Borghetto. Castiglione. Mantua. İskenderiye. Piramitler. Marengo. Ulm. Austerlitz. Jena-Auerstedt. Wagram. Borodino. Hepsi sıralanır, Paris’in göbeğindeki Arc de Triomphe’un, Zafer Tâkının iç yüzeyinde. 1812’ye gelindiğinde, neredeyse bütün Avrupa onundur. Sonra yenilir, esir düşer. 1821’de Saint Helena adasında ölür. Nâşı 1840’ta Fransa’ya getirilir. 1861’de Les Invalides’de kendisi için özel olarak hazırlanan anıt-mezara defnedilir.
Bugün Fransa halkının kafasında, bırakın Napolyon’un Fransız olup olmadığını, gelmiş geçmiş en büyük Fransızın kim olduğu konusunda da en ufak bir şüphe yoktur tarihte. Tıpkı, Türkiye halkının kafasında, gelmiş geçmiş en büyük Türkün kim olduğu konusunda da en ufak bir şüphe olmadığı gibi. Oysa unutmayalım, Mustafa Kemal’in de aslında etnik Türk olmadığına dair iddialar eksik olmamıştır geçmişte. Selânikli olmasından hareketle dönme diyenler olmuştur. Bu konuda epey araştırma yapılmış, araştırmasız rivayetler de dolaşıma sokulmuş, öyle veya böyle epey mürekkep tüketilmiştir. Benzer iddialar Cumhuriyet döneminin pek çok ünlü ismi için de öne sürülebilir ve sürülmüştür.
Mikro detaylar da önemlidir kuşkusuz. Bilmek gerekir. Fakat makro planda, tarihte ne yaptıkları açısından baktığımızda, ne önemi vardır, ister Mimar Sinan’ın, ister Atatürk’ün, dar etnik kökeninin ne olduğunun? Biri 16. yüzyıl Osmanlı bürokrasisi içinden yetişmiş, emperyal bir medeniyeti tevarüs etmiş, o kültürün anıtsal mimarisinin en büyük eserlerini vermiştir. Diğeri bu sefer modernleşen geç dönem Osmanlı ordusu ve bürokrasisi içinde yetişmiş; imparatorluğun çöküş sarsıntıları içinde pişmiş; bu süreçte vücut bulan Türk milleti içinde kendisi de daha yüksek ve daha yoğun Türklüğünü bulmuş; giderek geliştirdiği bu vizyonla felâketten çıkış arayışlarında yer almış; Jön Türk Devrimi, Balkan Savaşları ve Seferberlikte liderlik, örgütçülük ve komutanlık yeteneklerini ispatlamış; sonunda Millî Mücadele’ye ve Cumhuriyet’in kurulmasına önderlik etmiştir. 1934’te TBMM tarafından kendisine Atatürk soyadı verilmiştir. Bugün kendisi için yaptırılan Anıt Kabir’de yatmaktadır.
Napolyon Bonapart ve Mustafa Kemal Atatürk, iki zirve ismidir Fransa ve Türkiye tarihinin. Beğenelim beğenmeyelim, bu objektif bir gerçektir. Biri Fransız Devriminin fırtınası içinde, diğeri Jön Türk Devrimi ve Kemalist Devrimin fırtınası içinde, tartışılmaz, karşı durulmaz önderlik konumlarına yükselmiştir. Bunlar aynı zamanda katastrofik, kataklizmik uluslaşma süreçleridir. Birinde Fransız milleti ve bir Fransız olarak Napolyon’un tarihsel kişiliği, hem vücut bulmuş hem milletince benimsenmiştir. Diğerinde Türk milleti ve bir Türk olarak Mustafa Kemal’in tarihsel kişiliği, hem vücut bulmuş hem milletince benimsenmiştir.
Budur, tarihin bizi getirdiği nokta. Mustafa Kemal ne kadar Türkse, Napolyon da o kadar Fransızdır. Konjonktür ve kısa vâdeli polemikler uğruna bazı silâhları çekmemek, bazı taşları atmamak gerekir.
Yazarlar
-
Yıldıray OĞURSessizlik neden en büyük tehdittir? 25.06.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciHer şey yolunda ise bu fahiş faiz nedir? 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEDış Cephe ateş altında iken İç Cephe ne durumda? 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanFatih Altaylı’yı hapse atacağız diye hukuku dibine kadar zorladılar 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUSaldırılarla İran’a ‘‘Ölümlerden ölüm beğen’’ denildi 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan AKTAŞTahran bir kez daha bombalanırken 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Alper GÖRMÜŞDoğru, ülke güvenliği demokrasisiz de sağlanabilir fakat bunu durmaksızın tekrarlamakta bir sorun va 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYA"Masada Milyonlar Var;"Barış, Özgürlük ve Demokratik Toplum İçin Örgütlenmeliyiz 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRİDAMCI İRAN, SOYKIRIMCI İSRAİL DEVLETİ Mİ? 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNİran'ın zor seçimi: Topyekûn savaş ya da taksitle ölüm 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇSavaşın meşruiyeti ve ahlaki üstünlük meselesi 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluYeryüzü artık bir Vahşi Batı… 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Akdoğan ÖzkanWashington’un İran takıntısının şifreleri 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞUCUBE SİSTEM CEHENNEMİ… 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Y. YılmazFıkra gibi ülke ama gel de gül! 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AKSAYRusya, Suriye’den sonra İran’ı da kaybedebilir 22.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUKürt meselesinde CHP’nin yakın dönem öyküsü 21.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunDevlet “devletimiz” olur mu? 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Çiğdem TOKERZeytin ağaçları ve şirketokrasi 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMANTürkiye için bir fırsat: CHP’de yeni kuşak siyaseti 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANBasın Tarihi: Neo-Mussoli’nin “Havuz Medyası” 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuÖcalan İsrail için ne dedi? 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUYeni milliyetçilik ve Öcalan 19.06.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİBahçeli'ye muhalefet ikna oldu da ortağı olmadı mı? 19.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçaySıcak yaz 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünOyun içinde oyun… 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRNihai hedef Türkiye mi? 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cansu ÇamlıbelCHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın: CHP anayasa değişikliği masasına oturmayacak, öyle bir komisy 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın SelcenDemokrasiye giderken cumhuriyetten olmak 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİModern katil 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKTürkiye ne yapmalı? 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRMHP’nin yeni anayasa hamlesi, köklü bir rejim düzenlemesini mi işaret ediyor? CHP ne yapmalı? 16.06.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEDaha kötüsü her zaman mümkün 16.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENBaas’tan ve İslamcılıktan Sonra 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞSiyasetin (ve biraz da ceplerin) finansmanı, yasalar, AKP ve CHP 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNÖzgür Özel’in İmtihanı 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerBOŞ UMUT, SONU HÜSRAN 12.06.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolHer 4 liranın 3’ü faize! 11.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENAKP ahlâkî üstünlük mü kazandı? 10.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi Egilmezİnsanlar Olmayan Parasını Nerelere Harcıyor? 9.06.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKBarış süreci için en büyük tehlike nasıl Türkiye’nin iç barışının bozulması oldu? 9.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞBir anayasa inşa süreci deneyimi: Yeni Anayasa Platformu (YAP) 4.06.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçEşitlik korkusu ve 12 Eylül darbesinin büyük zaferi 4.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanYerli-milli Kur’an meali AK Parti’ye nasip olacak! 2.06.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasErken seçim en geç ne zaman? 29.05.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraSokak 29.05.2025 Tüm Yazıları
-
Umur TALUSizin en sevdiğiniz tahakküm hangisi! 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Taner AKÇAMRuşen Çakır’ın Abdurrahim Semavi ile Kürt açılımı görüşmesi 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CANSiyasi gündem notları: Üç süreç nerede kesişir veya nerede kopar? 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZ12 Mayıs, Bahçeli, mecburiyetler 21.05.2025 Tüm Yazıları
-
Berat ÖZİPEKYolsuzluklar, barış ve biz 21.05.2025 Tüm Yazıları
-
Hikmet MUTİAsoyşeytit Pres ' den Cemşit K.nın canlı PKK kongre izlenimleri... 13.05.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet AKAYOtoriterlikten Demokrasiye 12.05.2025 Tüm Yazıları
-
Metin Karabaşoğlu‘Türkiye Müslümanları’ kimler oluyor? 11.05.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet ÖZTÜRKÇetin Uygur bir kitaba sığar mı? 10.05.2025 Tüm Yazıları
-
Gökçer TahincioğluBilek güreşi yoksa masayı mı kıracak? 28.04.2025 Tüm Yazıları
-
Sezin ÖNEYKopukluk ve “Anadolu Kırılması” 25.04.2025 Tüm Yazıları
-
Baskın ORANRahip Brunson ve öğrenci Rümeysa 25.04.2025 Tüm Yazıları
-
Yüksel TAŞKINİktidar milli iradeyi “tapulu arazisi” sandığı için büyük bir bedel ödeyecek 22.04.2025 Tüm Yazıları
-
Ayhan ONGUNDEMOKRATİK EĞİTİM MÜCADELESİNE ADANMIŞ YAŞAMLAR 21.04.2025 Tüm Yazıları
-
Nuray MERTVeda ediyorum 15.04.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan CEMALTerörsüz Türkiye! İyi güzel, peki ya demokratik Türkiye?.. 14.04.2025 Tüm Yazıları
-
Gülçin AVŞARŞizofrenik yurttaşlık 14.04.2025 Tüm Yazıları
-
Zeki ALPTEKİNTrump Küreselleşme Sürecini Geriye Döndürebilir mi? 13.04.2025 Tüm Yazıları
-
Pelin CENGİZTrump’ın yeni vergileri diye yazılır, ‘post modern merkantilizm’ diye okunur 7.04.2025 Tüm Yazıları
-
Cennet USLUİktidar neden umduğunu bulamadı? 2.04.2025 Tüm Yazıları
-
Mehveş EVİNBoykot ve sokaklar neden bu kadar korkutuyor? 2.04.2025 Tüm Yazıları
-
Hayko BAĞDATSokaklarda yükselen ses 28.03.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTCoğrafya kaderimizmiş… 23.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selva Demiralpİmamoğlu krizi ve ekonomik yansımaları 20.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selami GÜREL“Adı belirsiz” süreç hızlı ilerliyor 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Halil BERKTAYPKK ve Türk solcuları (4) “Dağlarında gerilla var memleketimin” 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Etyen MAHÇUPYANKürt ‘açılımı’nın nedeni Suriye değil, Türkiye! 15.03.2025 Tüm Yazıları
-
Haluk YurtseverKaosta 'hegemonya' arayışı 11.03.2025 Tüm Yazıları
-
Abdullah KıranYeni süreç, umut ve endişeler 11.03.2025 Tüm Yazıları
-
Arzu YILMAZHodri Meydan 10.03.2025 Tüm Yazıları
-
DOĞAN ÖZGÜDENÖcalan'ın ilk barış çağrısından 27 yıl sonra... 10.03.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin SönmezCumhur İttifakı'nın ‘muhalefeti dönüştürme görevi…’ 28.02.2025 Tüm Yazıları
-
Doğan AKINAhmet Sever: Eşsiz, kırgın, yalnız… 26.02.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın ÜnalParti ve iktidar 25.02.2025 Tüm Yazıları
-
Murat YETKİNCHP’ye açılan soruşturmaların ortak hedefi Ekrem İmamoğlu 12.02.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KIVANÇİç duvarlar 10.02.2025 Tüm Yazıları
-
KEMAL GÖKTAŞPınar Gültekin kararının anatomisi: Bu kararı ailenize izah edebilecek misiniz? 5.02.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet İNSELOtoriter Nasyonal-Kapitalizmin Yeni Eşiği: II. Trump Devri 5.02.2025 Tüm Yazıları
-
İhsan DAĞIİmamoğlu nasıl kurtulur? 1.02.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ata UÇUMDEVLET VE KÜRTLER SORUN DEĞİL KONU! 26.01.2025 Tüm Yazıları
-
Şeyhmus DİKEN“Mesele”yi hayatın içinden çözmek 26.01.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal ÖZTÜRKKürt meselesindeki psikolojik bariyerler 17.01.2025 Tüm Yazıları
-
Cemile BayraktarKürt meselesinin toplumsal boyutu 16.01.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANErdoğan’ın planı tuttu 13.01.2025 Tüm Yazıları
-
Seyfettin GürselEkonomik büyümede iyimser olunabilir mi? 13.01.2025 Tüm Yazıları
-
Münir AKTOLGABATI’DAN FARKLI BİR ÖRNEK OLARAK TÜRKİYE’DE VE ARAP ÜLKELERİNDE DEVRİMCİ DÖNÜŞÜM DİYALEKTİĞİ... 16.12.2024 Tüm Yazıları
-
Necati KURBÜYÜK TÖS BOYKOTU 15.12.2024 Tüm Yazıları
-
Hakan AlbayrakDevrim 10.12.2024 Tüm Yazıları
-
Cenk DoğanÜRETİCİLERE İLK OLARAK KOOPERATİF LAZIM 4.12.2024 Tüm Yazıları
-
Cevat KORKMAZFiller ve Çimen... 22.11.2024 Tüm Yazıları
-
Tuncer KÖSEOĞLUTamirhanelere giden toplar… 4.11.2024 Tüm Yazıları
-
Ayşe HÜRDevletin Muhteşem Örgütlenmesi: 6-7 Eylül 1955 Pogromu 9.09.2024 Tüm Yazıları
-
Abdurrahman DilipakHakikat’e savaş açan troller! 26.08.2024 Tüm Yazıları
-
Ferhat KENTEL“Maarif” marifetiyle yeni “makbul vatandaş” kurma çabaları 26.07.2024 Tüm Yazıları
-
Banu Güven“Bozkurt” Almanya’da sahaya indi 4.07.2024 Tüm Yazıları
-
İBRAHİM Ö. KABOĞLUDevlet ve yürütme kaç başlı? 27.06.2024 Tüm Yazıları
-
Gürbüz ÖZALTINLICHP’nin normalleşme politikası Erdoğan’a mı yarar? 21.06.2024 Tüm Yazıları
-
Oya BAYDARBir yazamama yazısı 14.06.2024 Tüm Yazıları
-
Bayram ZİLANAK Parti’de değişim gecikiyor mu? 4.06.2024 Tüm Yazıları
-
Soli ÖzelBetül Tanbay'ın gözünden "Gezi"nin tarihi 30.05.2024 Tüm Yazıları
-
Reha RUHAVİOĞLUTürkiye’de Kürtçenin Durumu: Gidişat, İmkânlar ve Fırsatlar 18.05.2024 Tüm Yazıları
-
Abdulmenaf KIRANNeden Yeterli Halk Desteği Alamıyoruz! 8.04.2024 Tüm Yazıları
-
SİBEL HÜRTAŞ31 Mart'ın merkez üssü: Pazarcık ve Elbistan 8.04.2024 Tüm Yazıları
-
Atilla AytemurBingöl Erdumlu Kitabı: Film gibi hayat* 24.01.2024 Tüm Yazıları
-
Zülfü DİCLELİ“Gazze’deki Uzun Savaş” 10.01.2024 Tüm Yazıları
-
Şahin ALPAY"Ergun Abi"ye veda 10.11.2023 Tüm Yazıları
-
Ahmet ALTANYüzyıllık cumhuriyet başarılı mı başarısız mı? 29.10.2023 Tüm Yazıları
-
Levent GültekinDin, insanları kardeş yapar mı? 26.09.2023 Tüm Yazıları
-
Ayhan AKTARŞair Roni Margulies’in ardından… 7.08.2023 Tüm Yazıları
-
Ceyda KaranBiden ve iki cephede birden yenilgi 30.06.2023 Tüm Yazıları
-
Orhan Kemal CENGİZMuhalefetin sınavı asıl şimdi başlıyor 1.06.2023 Tüm Yazıları
-
Roni MARGULIESMutlu bitmiş bir göç öyküsü 20.05.2023 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇERYeni Bir Çözüm Süreci Ne Kadar Mümkün? 6.05.2023 Tüm Yazıları
-
Burhanettin DURANTarihi Yol Ayrımındaki Kritik Seçim 6.05.2023 Tüm Yazıları
-
Celal BAŞLANGIÇKendini kurtarmak için Erdoğan, Erdoğan’ı reddedecek! 14.04.2023 Tüm Yazıları
-
Sedat KAYAİNSANLIĞIN ÖLÜMÜ 5.03.2023 Tüm Yazıları
-
Ergun AŞÇIErsagun Hanım 5.03.2023 Tüm Yazıları
-
Uğur Gürses‘Dolambaçlı katlı kur’ yolunda 23.01.2023 Tüm Yazıları
-
Besim F. DellaloğluMesafenin Sosyolojisi 16.12.2022 Tüm Yazıları
-
Hidayet Şefkatli TUKSALKur’an kurslarında yatılı eğitim ve çocukların korunması 15.12.2022 Tüm Yazıları
-
Nergis DemirkayaAltılı Masa ortak yönetim planı: Her partiye bir yardımcı bir bakan 17.11.2022 Tüm Yazıları
-
Nabi YAĞCIŞaşıyorum gerçekten… 24.10.2022 Tüm Yazıları
-
Berin UYARONLAR İÇİN... 12.09.2022 Tüm Yazıları
-
İbrahim UsluSeçmen yolsuzluğu önemsiyor mu? 9.09.2022 Tüm Yazıları
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
10.03.2025
8.03.2025
8.03.2025
6.03.2025
10.02.2025
29.01.2025
25.01.2025
16.01.2025
24.12.2024
20.11.2024