Tanıl Bora

Tanıl Bora
Tanıl Bora
Tüm Yazıları
Çağdaş Türkiye
7.08.2025
25

İktidarın icraatı ve gidişatı karşısında işittiğimiz rutin şikâyet ve uyarılardan biri, çağdaşlık kaybıyla ilgili. Özellikle ana muhalefetin dilinde hep bu var. İktidarı “çağdaşlığın dışına çıkmak”la, “Türkiye’yi çağdaş dünyanın dışına itmek”le suçluyor, “çağdaş dünyanın dışına savrulmamız”dan endişe ediyorlar.

Kemal Kılıçdaroğlu’yla özdeşleşen “Böyle bir şey olabilir mi?” sözde hayreti (veya hayret taklidi) de zımnen bu tepkinin ifadesi değil mi? Dünyanın hiçbir yerinde görülmeyecek, hiçbir medenî ülkede karşılaşmayacağımız acayipliklerle, rezilliklerle baş başa olduğumuz, yani işte çağdaşlığın dışına düştüğümüz hissi, fikri…

Çağdaşlığın dışına mı düştük?

Çağdaşlıktan kasıt, modernlik mi? Modernliğin yerinde durmadığını, sürekli yeniden modernleştiğini düşünürsek, memleketimiz reel-güncel modernliğin dışında değildir. Teknik donanım bakımından, global ekonomik eklemlenme bakımından, yönetim usulleri, devlet zanaatı bakımından, dünyadaki güncel işletim sisteminin dışında değildir.

Çağdaşlıktan kasıt, bir ideal, bir düstur olarak modernizm mi? Bu, daha dar bir tanım: Rasyonalizmle, Aydınlanma'yla, hümanizmle tanımlanan bir gelişme ve insanlık ülküsü…[1] Günümüz dünyasında, -bizzat modernliğin Batılı kaynaklarının coğrafyasında da-, bu anlamda modernizm epeydir itibardan düştü. Post-modernizmin artık kendi post’unu üretecek kadar kaşarlanmış sorgulamalarıyla kalmadı… Yeni-feodalizm (veya tekno-feodalizm) gibi, Trump iktidarı bağlamında kullanılan “pre-modern (modern-öncesi) yönetişim” gibi kavramların revaç bulması, modernist paradigmanın –işte burası uluorta harcanan kavramı kullanmanın yeridir- hızlı erozyonuna işaret ediyor.

Yani, modernizm adına emsal ve imdat alınacak bir “çağdaş dünya,” yok. Yani Özgür Özel, Sosyalist Enternasyonal’deki partnerlerinin demokrasi ve insan hakları değerlerinden kaytarmalarına[2] çıkışmakta haklıdır – aynı nedenle, “çağdaş dünyanın dışına savruluyoruz” şikâyeti yersizdir.

Çağdaşlık ile, kelimenin düz anlamıyla tarihsel eşzamanlılığı kastediyorsak, Türkiye, tastamam çağdaştır; zamanın gelişmeleriyle (Büyük Geri Tepme’si[3] ile) hemâhenktir, zamanının olayıdır. Ali Elver/Kazım Koyuncu bestesinin sözüyle: “Dünyada bir yerde”dir.

Demirel’in 28 Şubat döneminde bir gün Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasını izlemek üzere toplanan hazırûnu işaret edip “İşte çağdaş Türkiye” dediği sahne var ya… Bugünse, “çağdaşlık” nâmına gösterecek ne çok şey vardır!

İşte, çalışkan siyaset bilimci Zafer Yılmaz’ın yeni kitabı Sağın Kasveti’ndeki (İletişim Yayınları, 2025) önemli dikkatlerinden biri, budur: Günümüz dünyasında hüküm süren otoriter/faşizan-popülist rejim modeline, yani çağdaş dünyaya Türkiye’nin katkısını vurguluyor. Ayak uydurmaktan fazlası; öncülerden biri olduğunu ileri sürüyor Türkiye’nin. Kitabın girişinde “Türkiye’nin son yirmi yılını dünya-tarihsel (abç. – T.B.) olarak ele almamız gerektiğini” söylüyor Zafer Yılmaz:

“Ortaya çıkan yeni siyasal rejimin, sınırları Türkiye’nin çok ötesine geçen, dünya-tarihsel bir model oluşturduğunu uzun zamandır dile getiriyorum. Fakat ne yazık ki Türkiye’de yükselen otoriterizme dair çalışmalar, rekabetçi otoriterizm, seçimli otoriterizm ve otoriter popülizm kavramlarının ne yazık ki bir adım ötesine geçebilmiş değil. Latin Amerikalı entelektüeller popülizm çalışmalarına, Hindistanlı entelektüeller maduniyet çalışmalarına, son dönemde İtalyan entelektüeller demokrasi ve siyasal iletişim çalışmalarına çığır açan katkılar yapmışken, Türkiye’de siyaset bilimi ve sosyoloji vaktinin çoğunu ‘çeviri bürosu’nda geçirmekte kararlı görünüyor.”

Gerçi hak yememeli; “rekabetçi otoriterlik” kavramını tercih edenler arasında, bu model içinde Türkiye’nin (özellikle muhalefetin kapasite artırımı açısından) özgün yanları üzerinde duranlar var; yani kavramı salt uyarlamayıp yeniden inşa etmeyi deniyorlar.

Aslında Yılmaz, sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada, popülizm, otoriterlik, despotizm, aşırı sağ, faşizm (ekleme yapabiliriz: illiberal demokrasi, post-demokrasi…) kavramlarının “gelişigüzel” kullanıldığı bir karambolden yakınıyor. Onun için, kavramları yeniden ölçüp tartmak ve “yeniden icat etmek” gerektiğinden söz ediyor. Bu kavram katarının dizildiği yeni rejimlerle ilgili derli toplu tarifi de (kitabın 141. sayfasından) aktaracağım. “Bir tür lider demokrasisi” diyor Zafer Yılmaz bu rejim tipine:

“Bu rejimler, güçlü bir liderin mutlak iktidarına dayalı bir yürütme otoritesine, sembolikleşen bir parlamentoya, plebisiterleşen seçimlere, yani seçim eyleminin, lidere yönelik güven beyanına ilişkin evet ve hayır demeye dönüşmesine, güçler ayrımının ve anayasacılık ilkesinin askıya alınmasına, devlet iktidarının, özellikle güvenlik güçlerinin diktatöryel karakterde bir otoriteyle donanmasına ve bu kurumların başına devlet iktidarını lider adına kontrol edecek ‘vekil’ egemenler atanmasına, hukuk devletinin, yürütmenin çıkarlarının muhafazası üzerine kurulu, olağanüstü güvenlik devletine dönüşümüne ve de ranta dönüşmüş kârın yukarıya, merkezinde yürütmenin bulunduğu oligarşik karakterde bir ağa aktarılmasına dayalı siyasal kapitalizmin inşasına dayanıyor.”

Burada plebisiterleşme fiilinin ve oligarşik sıfatının da altını çizelim.

Zafer Yılmaz, bu rejim tipinin en gelişmiş (yani en çağdaş) örneklerinin Türkiye, Macaristan ve ABD’de tecrübe edildiğini öne sürüyor. Türkiye’ye, bilmem kaçıncı büyük ekonomi veya bilmem kaçıncı büyük ordu olmaktan öte bir önem yükleyen bir öncülük-modellik rolüdür, söz ettiği.

Türkiye’nin önde gittiği, inovasyon getirdiği, ilham verdiği başlıkları, kitaptan ayıklayarak, şöyle sıralayabiliriz:

  • “Başkanlaşma.”
  • Demokrasinin plebisiter dönüşümü.[4] 
  • Hem plebisiter çoğunluk imaline hem “büyük kültürel geri tepme”ye mükemmel yarayan duygusal kutuplaşma siyaseti.
  • Kurumsuzlaşma (kurumkırım da diyebiliriz[5]).
  • Siyasetin yargısallaşmasıyla iç içe, yargının siyasallaşması.

Bunlara, Birikim’in 435-436. sayısında işlediğimiz, sürekli-olağanüstü-halci belirsizlik rejimini de ekleyebiliriz.

Kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişme dinamiğinin maşallahı vardır; eski tabirle çevre/periferi denen konumlardan da icat çıkarttırır.

Michael Hardt, Yıkıcı Yetmişler’de[6] Batı-merkezli sosyal teorinin hep ihmal ettiği bir şeyi yapmış, 1970’lerin başarısız ama sistemi ciddi tedirgin eden alternatif direniş-muhalefet deneyimlerini ele aldığı çalışmasına, Türkiye örneğini de katmıştı. Burası biricik ve bambaşka değildir. Türkiye’ye bakarak, Türkiye’den fazlasını da anlayabiliriz. Türkiye’yi dünyayla, dünyayı Türkiye’yle daha iyi anlarız. “Dünyada bir yerdeyiz,” çünkü.


[1] Öz Türkçenin de öz Türkçesi çağcıl, çağdaşlığın bu ‘ülküsel’ anlamını daha iyi aksettiriyor olabilir. Neticede “cıl/çıl” eki, tekrarlama, alışkanlık, yakınlık, bağlılık, düşkünlük belirtir; veya bir sözlüğe bakarsak “ondan yemeye alışkın” olanı belirtir: etçil, otçul gibi…

[2] 1914’te de kaytarmışlardı ama eski defterleri açmayalım – hem o yine paradigma içi bir kaytarmaydı.

[3] Paolo Gerbaudo: Büyük Geri Tepme. Çev. Kıvanç Tanrıyar. Ayrıntı Yayınları, 2022. “Büyük gerileme” terimi de kullanılıyor, örn. Heinrich Geiselberger (hazırlayan): Büyük Gerileme. Metis Yayıncılık, 2017.

[4] Bunun bir görünümü olarak “anketcil” siyaseti konu etmiştim: Anket Demokrasisi

[5] https://birikimdergisi.com/haftalik/11550/kurumkirim

[6] Çev. Münevver Çelik. Otonom Yayıncılık, 2024.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar