Akın ÖZÇER

Akın ÖZÇER
Akın ÖZÇER
Tüm Yazıları
Atamalar ve vesayet rejimi
24.07.2012
2607

 Taraf’ın pazar günkü manşeti İstanbul Emniyeti Terörle Mücadele Şubesi Müdürü olarak atanan isimle ilgiliydi. Adı, 1996 yılında gözaltında işkence yaptıkları gerekçesiyle yargılanarak 14 ay hapis cezasına mahkûm edilen polis memurları arasında yer alıyordu. Bu cezanın iyi halden ertelenmesi üzerine iç hukuk yollarını tüketen davacı taraf AİHM’e (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) başvurmuş ve Strasbourg’dan AİHS’in (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi) işkence yasağıyla ilgili 3. maddesini ihlal gerekçesiyle Türkiye’yi mağdurlara 10’ar bin avro ödemeye mahkûm eden bir karar çıkartmıştı. Aynı isim, 1997’de bu kez işkenceyle hayatını kaybeden Süleyman Yeter’le birlikte gözaltında tutulan 15 kişiye işkence yapılması olayına karışmıştı. Mağdurlardan Asiye Zeybek Güzelaylar sonra çıkarıldığı mahkemedeki ilk duruşmasında gözaltındayken tecavüze uğradığını dile getirmiş; olayı daha sonra yargıya taşımış, polis memurlarıyla ilgili olarak verilen takipsizlik kararı kesinleşince AİHM’e başvurarak Türkiye’yi mahkûm ettirmişti.

İşkence davalarından yargılanmış ve iki kez mahkûm edilmiş bir ismin Emniyet’te bu hassas göreve yeterli başka kimse yokmuş gibi atanmasına tepki gösterenler haklı. Atamaların sorumlusu siyasi iktidar olduğu için fatura kaçınılmaz olarak hükümete kesiliyor ama bu atamayı siyasi değil bürokratik bir tercih olarak görmek çok daha doğru olur kanımca. Zira “cooptation”, yani kurumların kendi atamalarını kendilerinin yaptığı sistem Türkiye’de öteden beri uygulanıyor ve vesayet rejiminin de önemli ayaklarından birini oluşturuyor.  

Unutmamak gerekir ki atamaların sadece dikey değil, yatay olarak da memurların özel yaşantılarıyla ilgili bir yönü bulunuyor. Hangi bakanlık ya da kurumda olursa olsun her memurun iyi bir görev yerinde olmak, buradaki görev süresini olabildiğince uzatmak, buna karşılık zor yerlerde mümkün olduğu kadar kısa görev yapmak gibi bazı insani istekleri olur. Ama bu isteklerin sadece memurun nitelikleri ve çalışmaları esas alınarak değerlendirildiği adil bir personel sistemi (méritocratie) olmadığından bazı “kısa yolları” devreye sokanların genelde çok daha başarılı oldukları görülür. Bürokrasi bakanlık ve kurumların başına gelen siyasilerin bu sisteme mümkün olduğunca karışmamasını ister. O bakımdan bakanlar hatta başbakan dahi atamalarda çoğu kez içeridekiler ki kendilerini devletin asıl sahibi olarak görmek gibi bir alışkanlıkları vardır tarafından yanıltılabilirler.

Somut örnek aranıyorsa, bürokraside söz gelimi 80 darbesinden bu yana çeşitli bakanlıklarda iyi yerlere atanmış önemli isimlerin kariyerlerine bakmak yeterli olur. İstisnalar hariç askerî yönetim altında ayrıcalıklı konumda olanlar bu ayrıcalıklarını kariyerleri boyunca hiç yitirmemişlerdir mesela. Özal ve Demirel döneminin öne çıkan bürokratları her ne hikmetse DSP ve AK Parti dönemlerinde de ayrıcalıklı konumlarını korumuşlardır. Belki AK Parti aleyhinde konuştukları, örneğin Erdoğan’ın Kıbrıs’ı sattığını orada burada söyledikleri olmuştur ama olsun varsın. Onlar vesayet rejiminin güvendiği vazgeçilmez isimler ve bu devletin gerçek sahipleri olarak her dönem göz önünde kalacaklardır elbette.      

Dikkat edilirse hükümetlerin bir iki danışmanın ötesinde bürokraside atama yapmaya kalkışması hemen tepkiyle karşılanır ve kişisel temelde “torpil”, genelde “kadrolaşma” olarak yerden yere vurulur. Oysa tüm demokratik ülkelerde iktidar değiştiğinde üst düzey görevliler değişir. Hükümetlerin politikalarını uygulamak için kendi bürokratlarına ihtiyacı vardır ama Türkiye’de devletin ideolojik süzgeçten geçirilmiş “tarafsız” bürokratına dokunmamak esastır. O zaman söz gelimi Kıbrıs politikanızı mı değiştireceksiniz, buna karşı çıkacak ulusalcı bir üst düzey bürokratla çalışmak zorunda kalırsınız. Yok, görevden almaya kalkarsanız, ya Danıştay onu göreve iade eder, ya da personel dairesi aynı tornadan çıkmış üç yeni isim önerir, seçim hakkınızı da kullanmış olursunuz. Böylece birilerinin hep pastanın çileğini yediği, diğerlerinin irili ufaklı kırıntıları topladığı bürokratik sisteminiz seçilmişlerin elini kolunu bağlayıverir.  

Geçen kasımda daha Uludere olmadan kaleme aldığım “Devlet ve bürokratik elitler” başlıklı yazımda, Türkiye’nin bürokratik elitlerinin siyasi ağırlığı bakımından incelenmeye değer ülkelerin başında geldiğini vurgulamıştım. Gücünü mevcut darbe anayasasının antidemokratik ve ideolojik hükümlerinden alan Türkiye’nin asker ağırlıklı bürokratik elitlerinin bugün sesini çıkarmıyor görünse de etkinliğini yitirmediğinin altını çizmiştim. Kendi ayrıcalıklarına karşı gördüğü için AB sürecine açıkça tavır koyduktan sonra “bürokrasideki” tek tük reformcu unsurları da, AK Partili bakanların imzalarıyla tasfiye etmiş olduğu için bugün artık çok daha homojen olduğuna dikkat çekmiştim.

Görünen o ki vesayet rejimi bürokrasinin siyasetçi üzerindeki ağırlığı sayesinde tıkır tıkır işlemeye devam ediyor. Sadece AK Parti’ye iktidar yolunu kapatmak amacıyla kamuoyunu etkilemeye yönelik aleyhte açıklamalardan belki ters teptiği için vazgeçildiği anlaşılıyor. Bunda ayrıca Ergenekon sürecinin de olumlu etkisi var kuşkusuz.

Asker/sivil bürokrasi bu ayrıcalıklı konumunu sürdürmek için şimdi yeni anayasa sürecini sulandırmak isteyecektir. Başta AK Parti olmak üzere siyasi partiler bu oyuna gelirlerse, bu tür atamalarla karşılaşmak “olağan”, vesayet rejiminden kurtulmak ise hayal olacaktır.


[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar