Markar ESAYAN

İşte bu bizim hikâyemiz, 'öyle saf, öyle temiz'*
24.10.2013
2741

 Ülkede aslında yürürlükte olan Atatürk'ü Koruma Kanunu'ndan daha etkili bir 'Badiou ve Zizek'i Koruma Kanunu' varmış meğer. Bu isimlerle ilgili yazdığım iki makaleye sosyal medyanın 'sol' ağırlıklı' cenahından ağır tepki geldi. Tabii bunlara tepki, eleştiri demek doğru değil. Hepsi de duygusallık, aşağılama ve kibirli bir kinizm içeriyor. İçlerinde yazılara dair tek bir somut karşı fikir yok. Sadece 'Ne haddine!' tonunda sözlü şiddet var.

Lakin bunların benim için Türkiye'yi anlama çabasında büyük bir değeri var.

Öncelikle, Türkiye'nin demokratikleşme aşamasında yeni bir safhaya girdiğimizi müjdelememe izin verin. Dün de bahsettiğim 2002-2010 döneminde, devletin demokratikleşmesine dair reformlarla ilgili bir mücadele yaşandı. Ama bu demokratikleşme, vesayetin güçlü hamlelerine karşılık bir nevi otomatik pilotla uçmak gibi, iradi lakin zaruriydi. Burada elbette hükümetin, dindar tabanın, 'özgürlükçü' diğer çevrelerin demokrasi bilincini ölçüyor değilim. Sorun da burada, o sert dönemde bunu ölçmek de mümkün değildi. Vesayetle savaşmanın asgari şartları belliydi ve devleti ehlileştirmeyi ima eden bir reform sürecini beraberinde getirdi.

Ama artık yavaş yavaş kendimizi ölçmeye başlayabiliriz. Çünkü demokrasi yolculuğuna 'bir ortak düşman' olmadan devam etmek zorundayız. Askeri vesayet ve 12 Eylül 2010 referandumu ile yargı vesayeti sindirildiğinde, bunun biraz erken olduğunu düşünmüştüm. Bir süre daha 'geri çekilmemeleri' daha mı iyi olurdu diye hayıflanmıştım hatta. Tabii geçersiz bir düşünceydi bu. Çünkü kendi kendimize kalmak, zihniyet dönüşümü için şarttı. Tarih de böyle gelişti zaten.

Evet, artık biz bizeyiz. Askeri ve bürokratik vesayetin bittiğini düşünmüyorum. Onlar ölmedi, içimizde yaşıyor. Bundan sonraki mücadele, kendi içimizdeki vesayet zihniyetine karşı olacak. Bu arada biz hata yaparsak sinen vesayet dirilecek, yerinde taş gibi duran bürokrasi kemiklerimizi kırana kadar 'şefkatle' sarıp sarmalayacak bizi.

Hükümet, Gezi krizine fırsat vererek bu 'yeni durumun' henüz farkında olmadığını gösterdi. Bu kritik bir hata ama, bizler bunu eleştirirken doğal olmayan bir durumdan, yani hükümetin veya Erdoğan'ın demokrasi konusunda tüm Türkiye'yi öncelemesi gerektiği kabulünden yola çıkıyorduk. Neden böyle olsun ki! Veya böyle olması mümkün mü?

Demokrasiyi geliştiren siyasi taşıyıcı hükümet olduğundan, içimizdeki demokratik kültürümüzün bize yetmediğini fark etmemiştik bile. 11 veya beş yıl önceki perişan durumumuzu hatırlayarak kendimizi iyi hissedebiliriz ama, bu hissin kalıcı olması beklentisi değişimin doğasına ters. Muhalifler başta olmak üzere herkes, tüm demokrasi hizmetini hükümetten ve Erdoğan'dan bekliyor. Bu demokrasinin evrim kurallarıyla çelişkili ve bir partinin, bir şahsın kaldıramayacağı kadar da ağır bir yük. Üstelik hükümet bu yükü kaldırabilse dahi, başarılı olduğu oranda siyasi alanı daha genişçe kaplıyor ve bunun bonuslarını toplamanın marjinal doyum noktasına gelindi.

Demokrasinin siyasi taşıyıcı kolonu sadece hükümet olduğu müddetçe, yapı eğri biçimde yükseliyor. Bu yalnızlık, yapılan hizmet ne kadar değerli olursa olsun, hükümete oy vermeyenlerde antipatiyi arttırmaya devam edecek. Çözüm Süreci'nin başarılı olmasını istemeyen operasyonel kesimler var, doğru. Ancak bir kesim de, hükümetin bundan daha fazla iktidar obezi olmasını arzu etmiyor. Çünkü dengeleyici siyasi özneler eksik. CHP yokluğu ile var ve MHP Çözüm Süreci başarılı olursa 'biteceğini' hissediyor.

Gezi'de saygı duyulabilecek kısım, gençlerin 'Ben yaparım olur' siyasi tarzına ve Erdoğan'ın savruk söylemine karşı çıkması, 'Sana saygı duymam için bana saygı göster' mesajıydı. Umalım ki bu mesaj zayi olmasın ve Gezi'nin gasp edilmesinden sonra Erdoğan'ı hedefleyen operasyonel kısım ile karıştırılmasın. Çünkü bu gençlerin itirazı, içinde doğdukları ailelerin zihinsel darlıklarının, o sınıfın siyasi ezberlerinin ve Kemalist statükonun dışına çıkmayı ima ediyor olabilir, henüz bilemiyoruz. Zaten gerçekten özgürlükçü bir muhalif hareket de yıllar sonra belki tabandaki bu nüveden neşet edecek; yoksa yılların atanamayan başbakanı Sarıgül'ü CHP'nin transfer etmesinden veya Sırrı Süreyya Önder'in 'Hangi aksanlı isyanı vereyim abime' popülizminden değil.

Erdoğan'ın mücadelesi, seçkinlere karşı verilen bir savaş ve oldukça değerli. Seçkinlerin opera dinlemeleri veya vicdani bir tavırla bazı haksızlıklara karşı çıkmaları onları demokrat yapmadığı gibi, seçkinlere karşı eşitlik mücadelesi vermiş olması da Erdoğan'ı demokrat yapmıyor. Ama bu durum hiçbirimizi de demokrat yapmıyor. Bu nedenle, 2002-2010 dönemini zihniyet dönüşümü için bir başlangıç olarak görmek lazım.

Bu iyi bir haber... Demokrasi yolculuğunda 'level' atladığımızı, her level'ın başında yaşanan yabancılığı ve zorluğu çektiğimizi söyleyebilirim. Üstelik Türkiye herhangi bir ülke değil. Demokrasiyi içselleştirirken, birçok karanlık iktidar mücadelesinin, mesela Hakan Fidan'ın 'yenmek' istenmesi gibi küresel operasyonların içinden geçilmek durumunda.

O nedenle, Gezi'nin gençlerin elinden çalınmaya çalışılmasını, seçkinlerin siyaset mühendisliği ve sınıf kibrini özgürlükçülük olarak pazarlamasını, 'solcuların' köhne ideolojilerini diriltmek için PKK'ya veya Gezi'ye yamanmasını, tüm bu gürültü arasında da Erdoğan'ın 'hal edilmeye' uğraşılmasını alerjiyle karşılıyorum.

Ama bu da anlamsız veya karşılıksız. Bunların hepsi bizim hikayemizin bir parçası ve her parçanın, her durumun bizim hikayemizi oluşturan özgün fonksiyonları var.

*Rahmetli Ferdi Özbeğen'in çok sevdiğim bir şarkısı.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar