Ahmet ÖZTÜRK

Ahmet ÖZTÜRK
Ahmet ÖZTÜRK
Tüm Yazıları
Çetin Uygur bir kitaba sığar mı?
10.05.2025
516

Bugünlerde okumalarımı edebiyatın yanı sıra “emek tarihi” üzerine yoğunlaştırdım. 31 yıl maden işçisi olarak çalışmış, bu sırada birçok mücadelenin içinde bulunmuş, tarihsel ölçekli olayların yalnızca tanığı değil öznesi de olmuş bir emekçi olarak, hem kendimden çok şey buluyor, hem de tanığı olduğum son 50 yıldaki Türkiye emek tarihinin önemli olaylarını yeniden gözden geçiriyorum. Çok şey de öğretiyor bu okumalar, hafızamı tazeliyor, doğru bildiğim pek çok yanlışı düzeltme şansı bulurken, merak ettiğim bazı bilgilere ulaşarak da soru işaretlerimi azaltıyorum. Kafamda çözülmüş her soru, cebinde boncuk bulmuş çocuk gibi sevindiriyor beni; oluşmuş bilgilerimle çelişen anlatımlar, yeni arayışlara itiyor. Bizzat içinde olduğum, hatta örgütleyicileri arasında yer aldığım olaylarla ilgili bile farklı bir anlatımla karşılaştığımda hafızama güvenmiyor, o gün yan yana olduğum arkadaşlarımın tanıklığına başvurup, yüz yüze ya da telefonla uzun uzun konuştuktan sonra sonuç cümlesini kuruyorum. Şüphe getirmeyecek net bir kanıya ulaştıktan sonra da ortaya çıkan yanlış bilgiyi düzeltmek için ya ilgili kişiyle konuşuyor, ya da yazıya döküp kalıcı hale getirmeye çalışıyorum…

ÇETİN UYGUR DAĞLARDA ÇOBAN ATEŞLERİ GİBİ IŞILDAYAN ROL MODELİMİZDİR

Geçtiğimiz haftalarda Yalçın Bükrev’in, kapağında ismi basılı 15 yazarla birlikte, Nota Bene Yayınları arasında, kolektif eser olarak yayımladığı “Çetin Uygur Kitabı”nın imza günü yapıldı Zonguldak’ta. Mücadeleci kişiliğine çok saygı duyduğum, sevgili ağabeyim Kamil Kartal’ın da konuşmacı olduğu etkinliğe katılıp, imzalı bir kitap edindim ben de. Aynı zamanda Mehmet Çelikel Lisesi mezunu bir hemşehrim olan Çetin Uygur, Türkiye solunun, adını duyduğumda ayağa kalkıp önümü iliklediğim bir anıt kişisidir. 60’lı yılların ikinci yarısından itibaren gönül verdiği “Üretenlerin yöneten olacağı bir dünya” hasretini ahir ömrüne kadar taşımış, çıktığı uzun yolculukta ödediği onca bedele karşın bu hedeften hiç ödün vermemiş bir ağabeyimiz, dağlardaki çoban ateşleri gibi ışıldayan rehberimizdir. Dahası, verdiği mücadele ve bu mücadele sırasında oluşturduğu deneyimle Türkiye işçi sınıfı tarihine adını altın harflerle yazdırmış bir mücadele önderi, kavgamızın her dem emekçisi olmuş bir sosyalisttir. En önemlisi, bir maden mühendisi olarak, mühendis örgütlülüğü kadar işçi örgütlenmelerinin de içinde yer almış ve eşsiz bir kavga mirası olarak günümüze ulaşan direnişleri örgütleyip, özyönetim deneyimlerini hayata geçirmiş bir öncüldür. Genel Başkanı olarak uzun yıllar görev yaptığı Yeraltı Maden-İş sendikasıyla varsıl bir mücadele geleneği de yaratan Çetin ağabey, sendikalarda farklı bir örgütlenme modeli oluşturmayı başarmış, DİSK Yönetim Kurulu Üyeliği gibi önemli görevlerde bulunmuş bir kavga insanıdır. İlgi duymamak mümkün mü bu hayata…

KEMAL TÜRKLER BU TOPRAKLARIN EMEK MÜCADELESİ İÇİNDE GÖRDÜĞÜ EN NİTELİKLİ İSİMDİR

İmza gününü önemsememim başka nedenleri de var. Çalışma yaşamının büyük bölümünü yerin altındaki eksili karanlıklarda geçirmiş bir madenci olarak, 15-16 Haziran eylemleri kadar büyük madenci direnişini, bahar eylemleri kadar kamu çalışanlarının sendikal haklar mücadelesini, MESS grevleri kadar Yeni Çeltek deneyimini de mücadele birikimimin doğal bir parçası sayıyorum. Kavel kadar Netaş grevi, Tariş kadar Tekel direnişi de şiirli düşler uyandırıyor içimde. 1990’ların başında, burada yaşayan bir madenci olduğum için Zonguldaklı madencilerin, 100 bin adımla düştüğü Ankara yollarına revan oldum ben de. 1976’da, Merzifon’da yaşayan bir madenci olsaydım, hiç ikirciklemez, Yeni Çeltek direnişçilerinin arasında yer alırdım. O mücadelelerin içinde yer almış, omuz vermiş, fikrini oluşturup önderliğini yapmış insanları hep ayrıcalıklı bir yere koyar, kutsarım adeta. Savunduğu görüşlerin, üstlendiği görevler sırasında aldığı tutumun tartışılmasını olağan karşılasam da, Kemal Türkler’in, savaşımcı kişiliğini tartışma konusu bile yapmam örneğin. Nasıl yapılabilir ki, bu toprakların emek mücadelesi içinde gördüğü en nitelikli isimdir Kemal Türkler. Sendikaları işveren işbirlikçiliğinden, devlet vesayetinden kurtarıp mücadele örgütüne dönüştüren bir işçi önderidir. Tam da bu nedenle alçak kurşunların hedefi olmuş, bedelini canıyla ödemiş kahramanıdır sınıfımızın. Onun hatırasına toz konduracak anlatımlardan incinir, kişiliğini, her türlü polemikten, sol içi tartışmadan münezzeh sayarım. Yaşarken en sert eleştirilerde bulunmuş, karşısında mücadele etmiş bir sendika üyesi olarak, Şemsi Denizer için de aynı duyguyu taşırım. Grev sonrası izlediği politikalara olan itirazım, onun dünya sosyal tarihine geçen 1990-91 madenci grevi ve büyük Ankara yürüyüşünde ortaya koyduğu yürekli tavrı görmezden gelmeme, değersizleştirmeme neden olamaz asla. Tüm bu duygular, sonuna kadar, Çetin ağabey için de geçerli elbette…

ÇETİN UYGUR’U ZONGULDAK’TA KONUK EDİP GÜZEL BİR SÖYLEŞİ YAPTIK

Dahası var. Haksızlık etmeyeyim, Zonguldak’tan bir Ahmet Özer, bir Raif Tokel, Mustafa Demiray ya da Salim Çalık kadar olmasa da kişisel hukukum da var Çetin Uygur’la. 1995 yılında kurucusu olup, sonrasındaki 30 yılda kesintisiz Mütevelli Heyeti Üyeliğini yaptığım Zonguldak Kültür ve Eğitim Vakfının (ZOKEV) konuğu olarak kendisini ağırlamış, 22 Mayıs 2014’te, yöneticiliğini Ekrem Murat Zaman’la birlikte üstlendiğim güzel bir söyleşi yapmıştık. Etkinlik için yaptığımız çağrıda, Devrekli bir hemşehrimiz olan Uygur’un, 68’in önemli gençlik liderlerinden biri olduğunu belirtmiş, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a Harun Karadeniz ile birlikte yazdığı mektubun, o dönemin önemli belgeleri arasında yer aldığını ifade etmiştik. Devam etmiştik ardından da: “Sonraki yıllarda mühendis ve işçi örgütlemesi içinde aktif çaba harcadı. Bir maden mühendisi olmasına karşın işçi sendikası genel başkanlığı yaptı. Yeraltı Maden İş Sendikasındaki görevi sırasında, başka birçoklarının yanı sıra, Yeni Çeltek madenlerinde öncülük ettiği direniş ve yaşama geçirdiği işyeri komite ve konseyleri deneyimiyle işçi sınıfı hareketine eşsiz bir deneyim sundu.” Çağrımız karşılık bulmuş, güzel de bir katılım olmuştu aklımda kaldığı kadarıyla. Tüm bilgeliğiyle oturduğu kürsüde, ülke madenciliğinden işçi örgütlenmesine, 68 mücadelesinden 91 grevine kadar pek çok konuda görüşlerini sunmuş, mütevazılığı ve engin birikimiyle kendine hayran bırakmıştı herkesi. Birçok telefon görüşmesi yaptık ardından, hasbihal edip fikir alışverişinde bulunduk. En çok onun anlatıp benim dinlediğim o konuşmalarda, havzadaki işçilerin durumu en çok merak ettiği konuların başındaydı elbette...

KİTAP ÇOK KATMANLI BİR ROMAN GİBİ FARKLI OKUMALARA AÇIK

Tüm bu nedenlerle koşa koşa gittiğim imza gününde aldığım kitabı büyük bir iştahla okudum. Daha sonra ele alacağım bazı özensizlikler, yanlış hatırlamalara dayalı olduğunu düşündüğüm bilgi yanlışları, artık terk etmemiz gereken rekabetçi bir siyasi dili olsa da, hiç tartışmasız, büyük bir emeğin ürünü olarak nakşettim beynime. Bir biyografi çalışması olsa da, Çetin Uygur dolayımında, 68’den bugüne Türkiye, emek mücadelesi ve sol hareketler üzerine geniş anlatımlara yer veren kitap, sendikal hareketle ilgili yaptığı çözümlemeler ve ileri sürdüğü tezlerle tartışılmaya değerdi doğrusu. Konular işlenirken çok sayıda tanığın anlatımına yer vermesi, yazımına Can Şafak, Ergün İşeri, Tayfun Özuslu gibi emek tarihi üzerine kafa yormuş isimlerin katkı sunması müthiş bir zenginlik katmıştı. Çok katmanlı bir roman gibi farklı okumalara açık olsa da, kolay okunan temiz bir Türkçeye sahipti. En önemlisi de dipnotları ve atıf yaptığı belgelerle bir belgelik hüviyeti kazanmıştı. Kitabın sonunda yer alan farklı isimlerce yazılmış on özgün makale, en azından benim bilmediğim bazı deneyimleri paylaşıyor, üzerinde düşünmediğim konularda ufuk açıcı fikirler içeriyordu dahası da…

TKP’NİN YANLIŞLARI ÜZERİNDEN ÇETİN UYGUR’UN ANLATILMASINI HAKSIZLIK

Ne yalan söyleyeyim, kitabın, beni rahatsız eden, bu yazıyı kaleme almama neden olan, Türkiye solunun bugün eriştiği gelişkinlikle çelişen bir bakış açısı da vardı. Ah, keşke tarihsel Türkiye Komünist Partisi (TKP) içinden gelmemiş olsaydım da, yanlış anlaşılma korkusundan azade, daha cesurca yazabilseydim düşündüklerimi. Tarihsel TKP’ye yönelik son derece rekabetçi bir dille malûl kitapta, o günlerin öfkesiyle yazılmış hissi veren mebzul miktarda anlatım var çünkü. Aralarında kitapta adı geçenler, tanıdığım eski Devrimci Yol’cular, partisine en sert eleştirilerde bulunmuş TKP’liler, dönemin tanıkları, Çetin Uygur’un yol arkadaşları, GMİS tarihini iyi bilen Zonguldaklılar, büyük yürüyüşün gizli kahramanı işçiler, emek tarihi yazarları olmak üzere çok sayıda insanla görüştüm. Henüz eline geçmemiş ya da almış da okumamış olanlara kitaptan alıntılar yaparak fikirlerini sordum. Birçoğu aynı duyguda birleşiyor, TKP eleştirisi üzerinden Çetin Uygur’un anlatılmasını ona yapılmış haksızlık sayıyordu. Yakın tanıyanlar, adına yazılan kitapta dile getirilen görüşlerin kendine atfedilmesinden rahatsızlık duyabileceğini bile söylüyordu hatta...

TKP’NİN SEKTER OLDUĞU DOĞRU DA, HANGİ SOL ÖRGÜT FARKLI SİYASET TARZINA SAHİPTİ Kİ

Şunu hemen belirtmeliyim ki, içinden gelmekle onur duyduğum TKP’ye kitabın yazarlarından çok daha fazla eleştiri yaptım belki de. Evet, diğer sol hareketlerden epey farklı olarak işçi, kadın, köylü, gençlik, meslek, öğrenci örgütlerinin tamamının içinde yer alabilmiş, hayatın her alanına sirayet etmiş bir siyasal hareketti TKP. Komintern geleneğinden gelip dünya komünist hareketinin bir parçası olmak gibi bir ayrıcalığa sahipti, uluslararası ilişkileri çok güçlüydü bu nedenle. DİSK başta pek çok kitle örgütünün üst yönetimlerinde görev yapan üyeleri vardı ama tıpkı kitapta yazıldığı gibi sekterdi ne yazık ki. Ulusal Demokratik Cephe (UDC) çağrısı yapıp sol ve demokratik güçleri faşizme karşı birleşik cephe oluşturmaya çağırsa da, içinde ya da dışında, farklı tüm fikirlere karşı dışlayıcı bir tutumu vardı gerçekten de. Kitle örgütleri, sendikalar içinde, diğer siyasal hareketlerle kurduğu ilişki, dayanışmadan daha çok keskin bir rekabete dayalıydı. Elbette buna bağlı birçok maraz çıkıyordu ortaya. İyi de, hangi sol örgüt farklı siyaset tarzına sahipti ki? O zamanın siyaset dili, yöntemi, akıl almaz bir rekabete, eleştirinin çok ötesindeki düşmanca yaklaşımlara, aşılması mümkün olmayan önyargı ve kabullere dayanıyor, bu da, şiddete kadar uzanan sonuçlar doğuruyordu. Kimseye faydası olmayacak bir “Tencere dibin kara” muhabbetine girmek istemem, derin politik tartışmalar haddim de değil ayrıca. Ama şunu belirtmek isterim ki, insanların, o yıllarda içinde yer aldığı örgüt ya da çevrenin ideolojik yönelimini savunma çabası son derece anlaşılır buluyorum.  Ama habis ur gibi herkesi saran, ancak “çocukluk hastalığı” ile açıklanabilecek ötekileştirici, rekabetçi siyaset tarzının özeleştirisini yapmayan hiçbir yaklaşımın, Türkiye solunun, yanlışı doğrusuyla biriktirdiği büyük deneyimi, geleceğe doğru biçimde aktarmasının mümkün olmadığını düşünüyorum…

1 MAYIS 77 KATLİAMININ SORUMLUSU OLARAK TKP’Yİ GÖSTERMEK, DEVLETİN DİLİ DEĞİL Mİ

Kitaptan örneklerle açayım biraz. Birkaç yerinde 1 Mayıs 1977 ile ilgili anlatımlar var mesela. Yukarıda anlatılan siyaset tarzından yalnızca TKP malulmüş gibi kaleme alınan paragraflardan birinde, “…DİSK’te sekter bir şekilde TKP iktidarı tesis edilmeye başlanır. DİSK’in 5. Kongresinde seçilen Kemal Türkler başkanlığında, TKP-CHP ittifakıyla oluşan karma yönetime rağmen, 1975-77 yılları arasında, özellikle genel merkeze ve Türkiye Maden İş’e alınan uzmanların başını çekmesiyle DİSK’te TKP’lileştirme süreci hızlanır. … Konfederasyon çok hızlı gelişebilecekken TKP’lilerin yönetimindeki DİSK ve Maden-İş yönetimlerinin bu tutumu, gelişme eğilimini yavaşlatır. Bu yaklaşımın sonuçları en vahim biçimde, İstanbul’daki, 1 Mayıs mitinginde ortaya çıkar. TKP etkisindeki DİSK yönetiminin ‘Maocuları alana sokmama’ şeklindeki sekter tutumu, 34 kişinin öldürüldüğü provokasyona adeta zemin hazırlar.” deniyor. Kitabı yazan arkadaşlarımın böyle bir muradı olduğunu düşünmek bile istemem. Ama 1 Mayıs 1977’de, devleti, istihbarat örgütleri, ajanları, katiliyle o uğursuz planı yapıp, alanda toplanan yüz binleri yaylım ateşine tutan gözü dönmüşlüğün, kalabalığın üzerine panzerleri süren vahşiliğin, devletin derinliklerinde çeteleşmiş karanlık güç odaklarının, MİT’in, CİA’nın hiç suçu yokmuş gibi sonuçlar doğuracak cümle kurup, tüm sorumluluğu TKP’lilere yüklemek, az buz yanlış değil bence. Dostça sormak isterim: Çetin Uygur gibi Türkiye emek tarihinin önemli isimlerinden birini anlatan kitapta, bir emek eylemine yönelmiş ülke tarihinin gördüğü en büyük saldırıyı, hepimizin içindeki en derin sızıyı, yaşadığımız en büyük travmayı devletin diliyle anlatmak hangi duygunun ürünü sahiden? Katliamı yapan karanlık güçlerin üstünü örtmek ister gibi TKP’yi birincil fail saymak hem Çetin ağabeyin hem de orada yaşamını yitiren insanların aziz hatıralarına yapılmış bir haksızlık değil mi sizce de…

DİSK TKP’LİLERİN HEP KIRMIZIÇİZGİSİ OLDU

12 Eylül sonrası, DİSK’e ve yeniden açılma sürecine ilişkin TKP içinde yürütülen tartışmalarla ilgili anlatımlarda da haksızlık var bence. Emek hareketinin öncesine dair olanları yaptığım okumalardan, 77 sonrasını da bizzat içinde yer alarak yakından izledim, anlamaya çalışan gözlerle baktım bu alandaki gelişmelere. Diğer yerlerde de aynıdır elbette, Zonguldak İLD ve İGD’de Harun Karadeniz’in, Faruk Pekin’in, Politzer’in kitapları; Habora Yayınları’ndan çıkan partizan romanları kadar başta Türkiye Maden-İş olmak üzere mücadeleci sendikaların yayınları da verilirdi bize. “Yolumuz işçi sınıfının yoludur” diyen gençlik hareketi için böyle olması doğaldı elbette. Bu sayede ülkenin dört yanındaki grevleri, direnişleri takip eder, emek hareketi içindeki tartışmalardan haberdar olurduk. Sınıf mücadelesinin koçbaşı örgütü olarak büyük bir güven ve sevgiyle baktığımız DİSK, kırmızıçizgimizdi kesinlikle. Bu tavrımız darbeden sonra da sürdü, 12 Eylül’ün en karanlık günlerinde “DİSK’e özgürlük” talebini ısrarla dile getirdik. DİSK’in kapatılmasının ardından işçi sınıfının sahneye yeniden çıkıp, ülke siyasetinde daha etkin bir güç haline nasıl gelebileceği sorusu kadar, bir anda sendikasız kalan 500 bin emekçinin ekonomik, demokratik haklarının korunması da temel problem olarak duruyordu herkesin önünde. Bağımsız sendikalarda örgütlenme kadar Türk-İş’te birlik de esaslı seçeneklerden biri olarak konuşuldu epeyce. Sosyalizmin çöküp duvarların üzerimize yıkıldığı, sonuçlarını şimdi çok daha net gördüğümüz bilimsel gelişmelerin toplumsal yapıyı değiştirmeye başladığı o yıllarda, “Çağdaş sendikacılık” gibi arayışlar da hararetle tartışıldı. Ama “DİSK’e artık gerek kalmadı” şeklindeki bir “hüküm cümlesi” kurulmadı kesinlikle. Partide üst düzey görevler üstlenmiş isimler de içinde dar bir çevrede dile getirildiğini, yazıldığını varsaysak bile, bizlerin gündemine hiç girmediği gibi o vakitlerde çıkan dergilerde de böyle bir başlık yer almadı. Onlar adına laf söylemek bana düşmez belki ama kitap yazarı arkadaşlarca, “İlerlemeci” diye tanımlanan TKP’li sendikacıların, faaliyetinin serbest bırakılıp para ve mal varlığının iade edileceği ortaya çıkınca, bucak bucak kaçtıkları DİSK’le ilgili toplantıların ön sıralarına kuruluverdiğini söylemek, içlerinde böyle yapanlar varsa bile toptancı cümleyle herkesi zan altında bırakmak, benim gibi çok sayıda insan için “incitici” kesinlikle...

KEŞKE DAHA İÇTENLİKLİ TARTIŞMALAR YAPABİLSEYDİK BİRBİRİMİZLE

Konumuzun belki dışında ama geriye dönüp bakınca söylemeden edemeyeceğim bir husus da şu: Keşke önyargılarımızdan, rekabet duygusundan, ideolojik saplantılarımızdan arınıp daha içtenlikli tartışmalar yapabilseydik birbirimizle. Şimdi öyle dendiğini bile unuttuk çoktan. Başta “Yeni Açılım” olmak üzere parti tarafından çıkarılan yayınlarda, “Bilimsel ve Teknolojik Devrim” olarak adlandırılan gelişmelerin sonuçları ve yaratacağı sosyal dönüşüm üzerine nitelikli yazılara yer veriliyordu. Bilginin üretim ve yayılım hızının inanılmaz şekilde artıp, yeni teknolojilerin gelişmesi ve bunların yaygınlaşmasıyla gelişecek sürecin, bambaşka bir toplumsal iklim yaratacağı iddia ediliyor, siyasal tüm hareketlerin kendini gözden geçirip politikalarını bun göre değiştirmesinin zorunluluğuna vurgu yapılıyordu. Bizim de anlayıp, kimi zaman sindirmekte zorlandığımız o tartışmalarda dile getirilenler, çok değil, 30-40 yılda hayatın içinde bizzat deneyimlediğimiz bir pratiğe dönüştü. Bilimsel araştırmalar, teknolojik gelişmeleri tetikledi, toplumsal, ekonomik ve kültürel alanlarda köklü değişimler yaşandı. Evet, tam da o zamanlarda iddia edildiği gibi, hayat kolaylaştı, bilgiye erişim arttı, sağlık ve ulaşım olanakları iyileşti, iş süreçleri hızlandı ama piyasalaşarak açık bir pazara dönüşen dünyada, mal ve hizmetlere ulaşmak, başta emekçiler olmak üzere toplumun geniş kesimi için akıl almaz şekilde zorlaştı. Gelişen ekolojik sorunlar, büyük bir çöplüğe dönüşen dünyayı yıkıma doğru sürükledi. Online eğitim platformları, dijital içerikler, interaktif öğrenme araçları, yapay zekâ, dijital pazarlama gibi sayamayacağımız pek çok olgu, emeğin yapısını değil yalnızca yaşamımızı da geri döndürülmez şekilde değiştirerek kendi insan tipini, kendine uygun yaşam biçimlerini çıkardı ortaya. Toplumun sözde en okuyan, bilimi kendine rehber ettiğini en çok iddia eden kesimi olarak, olan biteni anlamakta zorlandığımız bambaşka bir dünyada yaşıyoruz şimdi. Kavramlar dünyasını klasik öğrenme yöntemlerinden daha çok internetin çoklu dünyasının şekillendirdiği yeni kuşakların haletiruhiyesini, davranışlarını anlamakta büyük güçlük çekiyoruz. Sormak hakkım: Şayet o tarihlerde bu tartışmaları daha ciddiye alıp yapıcı bir dille birbirimizi geliştirebilseydik, hayatın bilgisini üretmekte bu zorlanır, z ve alfa kuşaklarının yaşam pratiğini anlamayan gözlerle izler miydik bu kadar…

YANLIŞIN DOĞRUYU KOVMAK GİBİ MÜTHİŞ BİR GÜCÜ VAR

TKP’yi, yönetimini ele geçirdiği sendikalarda diğer sol örgütlerden kimsenin yer almasına izin vermediği için haklı olarak sekterlikle suçlayıp, sonradan TKP’li olan Yeraltı Maden İş kurucularının faaliyetlerini “darbecilikle” suçlamak gibi derin çelişkiler içinde olan kitap yazarlarının pek çok bölümünde yer verdiği TKP karşıtı dile daha fazla girmeyeceğim. Yukarıda da dediğim gibi bunun kimseye faydası yok zira. Ayrıca, “Ahmet zaten TKP’li, kitabı da bulunduğu yerden eleştiriyor.” denmesinden fena halde de korkarım. Başta da dedim, bu eser, emek tarihi üzerine, düşülmüş bir not, oluşturulmuş önemli bir altlık olarak kalacak yarına. Hayat hepimize öğretti ki, yanlışın doğruyu kovmak gibi müthiş bir gücü var, literatüre bir kere girdi mi, ayıklamak mümkün olmuyor neredeyse. O açıdan Zonguldak’la ilgili bölümlerinde yer alan bazı bilgi yanlışlarını düzeltmek, anlatım eksikliği olarak gördüğüm konulara açıklık getirmek isterim. 1946’da kurulan Zonguldak ve Havalisi Maden İşçileri Sendikası (ZMİS), 1983’te çıkarılan 2821 Sayılı Sendikalar Kanunu’nun, sendikalara, ülke genelinde örgütlenme zorunluluğu getirmesi üzerine, adını, Genel Maden İşçileri Sendikası (GMİS) olarak değiştirdi. Ama kitabın bazı yerlerinde, sendikanın adı, 1983 öncesinde de GMİS olarak geçiyor. Aynı şey Zonguldak kömür havzasında üretim yapan Türkiye Taşkömürü Kurumu için de geçerli. Burada detaylı havza tarihine girecek değilim. Şu açıklama yeterli olacaktır sanırım: Etibank, 1937’de, EKİTAŞ adı altında bir şirket kurarak, Fransız sermayeli Ereğli şirketinin tüm mal varlığını satın aldı. Aşamalı olarak yabancı sermayeden arındırılan havza, 1 Aralık 1940’da tümüyle devletleştirildi. Planlama ve üretimin tek elden yapılmasını da amaçlayan yeni yapılanmada, havza 5 üretim bölgesine bölündü. Yönetimi ise, 1957’de, Türkiye Kömür İşletmelerine (TKİ) bağlı bir müessese haline dönüşecek olan ve havzada üretim yapan kamu - özel tüm şirketleri bünyesinde toplayan Ereğli Kömürleri İşletmesine (EKİ) verildi. 19 Ekim 1983 tarihindeyse TKİ’den ayrılarak Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) adıyla, Zonguldak merkezli ayrı bir genel müdürlüğe dönüştürüldü. Kitapta, 1983 öncesinde dönemle ilgili anlatımlarda, tıpkı GMİS örneğinde olduğu gibi, EKİ’den de, TTK olarak söz ediliyor. Tam Metal’in mi, Tüm Metal’in mi Devrimci Metal İş’e dönüştüğü gibi kafa karıştıran ifadelerin yer alması, özellikle baskı öncesi okumalardaki dikkat eksikliğini, özensizliği gösteriyor…

DENZER İGD GELİK TEMSİLCİSİYDİ

Büyük grevin lideri Şemsi Denizer’le ilgili bazı hususlara da değinmem gerekiyor. Merhum Denizer’le ilgili fikir oluşturucu ifadeler daha çok, grev döneminde, GMİS Genel Eğitim Sekreteri olarak görev yapan sevgili ağabeyim Sabri Cebecik’in anlatımında yer alıyor. TKP’li işçiler olarak sendika yönetiminde kayıtsız, şartsız desteklediğimiz isimler arasında yer alan Cebecik, hâlâ görüştüğüm, başım sıkıştığında tanıklığına başvurduğum bir isimdir. Hiç kuşku yok ki, aynı yönetim kurulunda birlikte görev yaptığı mesai harcadığı Şemsi Denizer’i benden ok daha iyi tanıdığı, kişiliği konusunda çok daha doğru çözümlemeler yapabileceği tartışmasız bir gerçek. Ama madem tarihe not düşüyoruz, büyük grevin karizmatik lideri Denizer’le ilgili ben de şunları söyleyeyim o halde: Denizer, Zonguldak’ta, faşist saldırıların en yoğun olduğu Kilimli ilçesinin Gelik beldesinde yaşıyordu. 70’li yılların o zehir gibi solunan günlerinde, İGD temsilciliğine getirilmişti. Sorum üzerine, o yılların en etkin isimlerinden bir ağabeyim anlattı: “Gelik’te mücadele diğer yerlere göre çok daha keskindi. Sık sık çatışmalar yaşanan bölgedeki kadrolarımız, doğal olarak daha kavgacı, sokakta daha sert mücadele eden isimlerden oluşuyordu. Temsilciliğe atamayı düşündüğümüz arkadaşımız tayin nedeniyle ayrılmayı düşündüğünü söyleyerek, yerine, bir boksör olan Şemsi Denizer’i önerdi. O zamanlar adı Şemsettin Sarıbaş olan Denizer, görece olarak daha sakin; birikimi, temsiliyet kabiliyeti ve liderlik vasfı diğerlerine göre daha yüksek olan bir üyemizdi. Diğer arkadaşlar da onayladı, onu İGD Gelik Temsilcisi olarak atadık.” Temsilciliği İGD kapatılıncaya değin süren Denizer, sonraki yıllarda, tarih sahnesine, sendikal kademeleri hızla tırmanan bir sendikacı olarak çıktı karşımıza. Şurası kesin ki, Denizer, iddia edilenin aksine belli bir siyasi altyapısı olan, eski arkadaşlarıyla görüşüp hasbihal eden, sol kültüre, seküler yaşama sahip bir insandı. Buna yürekli kişiliğiyle zamanın ruhu da eklenince, büyük madenci grevinin efsane lideri çıktı ortaya. Konumunu daha ilerilere taşıması mümkün müydü? Bu, çok daha farklı ilişkiler, daha büyük birikim, daha zengin bir hayat ve mücadele deneyimiyle başka meziyetler gerektiriyordu elbette…

DENİZER’E İLİŞKİN ANLATIMLAR TASHİH GEREKTİRİYOR

Gerçi sonraki sayfalarda Raif Tokel bazılarını açıklığa kavuştursa da Sabri ağabeyin Şemsi Denizer’le ilgili anlatımında, detaylandırılması gereken yanlar da var. İrticalen yaptığı bir konuşmanın bant çözümünden oluşan metin, konuya yakın olmayan okurların eksik anlam çıkarabileceği ifadeler içeriyor çünkü. Sabri ağabeyin de anlattığı gibi, Şemsi Denizer, 1974 -76 yılları arasında, kadrosu EKİ’de, kendisi ZMİS’te, bir tür sendika memuru olarak çalıştıktan sonra Gelik’teki görevine geri dönüyor. Bölgesinde sevilen biri olarak sendikayla olan ilgisini hiç kesmiyor ama. 1983’te, ZMİS’te, yine aynı yöntemle “araştırma uzmanı” olarak çalışmaya başlıyor. Aynı yıl 2821 Sayılı Sendikalar Kanunu çıkınca, ZMİS, sendikal yaşamda köklü değişiklikler yapan kanuna uyum için kongresini topluyor. MTA ile birlikte, 5 profesyonel yöneticiden oluşan 6 şubenin oluşturulduğu uyum kongresinde, Genel Yönetim Kurulu Üyesi sayısı 5’ten 7’ye çıkarılırken, adı da GMİS olarak değiştiriliyor. Mehmet Tezer başkanlığında oluşan yönetim kurulunda, Şemsi Denizer araştırma sekreterliğine seçiliyor. 1986’da yapılan kongrede, bu kez, genel başkan yardımcılığına seçilen Denizer, 1989’da yapılacak genel kurula az bir zaman kala Mehmet Tezer’in ani istifasından sonra, yönetim kurulunun oy birliğiyle, seçimlere kadar genel başkanlığa getiriliyor. Birkaç ay sonra toplanan genel kurul tam bir değişime sahne oluyor. Şemsi Denizer yeni yönetimde Erdem Ercan, Sabri Cebecik gibi çizgi üstü isimlere de yer vererek bir anlamda grevi omuzlayacak kadroyu da oluşturuyor. Dolayısıyla Sabri ağabeyin, kitapta yer alan, “… Mücadeleci sendika ruhunun babası Yeraltı Maden İş’ti. Şemsi Denizer ise böyle gelenekten gelmediği için sendikal açıdan yetkin değildi. Bir siyasal yanı varmış gibi gözükse de sendikal birikimi yoktu. Yasa o zaman bu işe müsaitti, iş akdi açık kalmak kaydıyla Karadon’da, Gelik’te çalışırken sendikaya araştırma sekreteri olarak alındı. Orada biraz sendikal bilgiye sahip oldu. Oradan da Tezer’in başkan yardımcılığına kadar geldi. Karadon’da delege sayısı fazla olduğu için Tezer ve ekibi gitsin diye, Şemsi Denizer’in başkanlığında birleşelim dedik.” şeklindeki anlatımı epey tashih gerektiriyor…

DENİZER CİNAYETİ FAİLİNİN İSMİNİN YANLIŞ ANLAMASININ ANLAMI NE

Kitaptaki en fahiş bir hatalardan birini de Denizer cinayetini işleyen kişinin isminin yanlış yazılması oluşturuyor. Kitap yazarı arkadaşlar, grevden sonraki yıllarda Zonguldak’ta örgütlenmeye çalışan Yeraltı Maden İş’in, nasıl büyük baskılarla, mafyatik yöntemlerle karşı karşıya olduğunu yazarken yaptığı anlatımda, “Diğer yandan devlet baskısının yanı sıra, Yeraltı Maden İş örgütçüleri sendika yönetimi tarafından tehdit edilir. Yollarını kesenlerden biri daha sonra Şemsi’yi öldüren kişi, Şemsi’nin ‘Sarı Cemil’, ‘Laz Cemil’ diye bilinen Trabzonlu fedaisidir. Daha sonra Kilimli ve Armutçuk’ta bir takım olaylar yaşanır, işçiler üzerine yoğun baskılar uygulanır.” ifadelerini kullanıyor. Kanımca yanlış bir zamanlamayla, büyük grevin hemen ardından, Denizer’in işçiler arasındaki karizmasının hala çok yüksek olduğu bir dönemde, Zonguldak’ta örgütlenmeye çalışan Yeraltı Maden İş’e yönelik saldırıları ben de takip ettim endişeyle. Anlatımın bu bölümüne en küçük bir itirazım yok ama cinayeti işleyen kişinin isminin “Cemil” değil, Cengiz Balık olduğunu her Zonguldaklı gibi dünya alem biliyor. Hadi Kamil ağabey, “Öyle mi alay komutanım” kitabında bir dikkatsizlik yapmış, ismi o şekilde yazmıştı, kitap yazarları hiç araştırma gereği duymadan, kopyala yapıştır yöntemiyle eserlerine almak zorunda mıydı? Çetin Uygur adına yazılmış bu oylumdaki bir kitabın yazarının atlamasının mümkün olmayacağı, editörlerin internette çok basit bir araştırmayla bulabileceği bu isim, tekraren neden yanlış yazıldı, anlamakta güçlük çekiyorum gerçekten…

1983’TE, İLK İŞYERİ KOMİTELERİNİ KURDUK

Değinmem gereken çok şey var da yazı uzadıkça uzadı. Kendimce “Eksik bilgilenmeden kaynaklanan yanlış anlatım” olarak gördüğüm birkaç hususu da dile getirip tamamlayaym. 1980’de, ortaokulu bitirip EKİ’nin Çırak Kursu’na başladığımda, ateşli bir İGD militanıydım. Yaşımın da verdiği avantajla 12 Eylül dahil her gün sokağa çıkıyor, kuryelik de içinde verilen görevleri hiç aksatmadan yerine getiriyordum. 1982’de Çırak Kursu’nu bitirip EKİ Karayol Motor Atölyesine “oto elektrikçi” olarak işbaşı yaptığımda, adı konmamış, üyelik süreci tamamlanmamış da olsa, parti faaliyeti içindeydim artık. Merkez Atölyelerinde çalışan, daha sonra Havza Grev Komiteleri Başkanlığı da yapacak rahmetli Murat Aksoy ile ilişkilendirildim. “İlk işimiz işyeri komiteleri kurmak” dedi Murat ağabey. Kolları sıvadık, 1983’te, Merkez Garajı, Merkez Atölyeleri ve Merkez Lavuarı’ndaki TKP’li işçilerin öncülüğünde, ilk işyeri komitelerini kurduk. Her komiteden bir temsilciyle Merkez Servisleri Üst Komitesi’ni oluşturduk ardından da. Diğer işyerlerinde güvendiğimiz isimleri de dahil ederek adım adım genişlettiğimiz komitelerimizin toplantılarını hem meşruiyet kazandırmak hem de polisten korumak için GMİS Merkez Servisleri Şubesi’nde yapıyorduk. Bizlerin de üye olduğu şubenin yönetiminde Erdem Ercan, Zeki Kefeli, Selahattin Gündoğdu, Ziya Topaloğlu, Arslan Özgen gibi 12 Eylül’ün kılıç artığı solcular yer aldığı için hareket alanımız çok da genişti doğrusu...

SEKTER, DIŞLAYICI POLİTİKALARLA BİR YERE VARAMAYACAĞIMIZI HAYATIN İÇİNDE ÖĞRENDİK

Bir parti faaliyeti olarak başlattığımız işyeri komiteleri, başta diğer sol hareketler olmak üzere her türden mücadeleci işçinin katılımıyla tüm havzaya yayıldı zamanla. Tıpkı Fransız İşçi Sendikaları Konfederasyonu CGT’nin Başkanı Henri Krasucki’nin “Ben komünistim ama CGT değil” dediği gibi, biz partiliydik ama komiteler herkesindi kesinlikle. Sekter, dışlayıcı politikalarla bir yere varamayacağımızı hayatın içinde öğrenmiş, farklı çevrelerle birlikte iş yapıp herkesi kucaklamayı komitelerin temel değeri haline getirmiştik. Faaliyetlerini partinin değil de işçi mücadelesinin ihtiyaçlarına göre belirliyor, katkısı olacağını düşündüğümüz herkesi içine dahil ediyorduk. Anımsadıkça gülüyorum, kararları oy birliği ile alma gayretkeşliği nedeniyle saatler süren toplantılar yapıyor, her bir saatte bir sigara molası veriyorduk, öyle yapmasak dumandan göz gözü görmez oluyordu çünkü. İlk önce, “Havza Komitesi” adını verdiğimiz oluşum, büyük grev sırasında, sendikanın resmi işyeri temsilcilerini de içine alarak “Havza Grev Komitesi”ne dönüştü. Aynı zamanda TBKP Zonguldak İl Yönetim Kurulu Üyesi de olan Murat Aksoy, tam ittifakla havza komitesinin başkanı oldu…

KOMİTELER ÖNEMLİ İŞLERE İMZA ATTI

TBKP’li işçilerin etkin olduğu, ancak herkesin katılımıyla kararlar aldığı için asla TBKP güdümünde olmayan komiteler, 89 bahar eylemlerinin de şişirdiği yelkenleriyle önemli işlere imza attı. Grevle taçlanan toplu iş sözleşmesi sürecinde ilk hedef, işverene sunulacak sözleşme taslağına, tabanın taleplerinin yansımasını sağlamaktı. Sendikanın hazırladığı toplu iş sözleşmesi taslağını çoğaltıyor, işyerlerinde tartışılmasına çalışıyorduk. Epey bir önerimizin sendika talebi haline dönüştüğü metni de, işyerlerine asarak, taleplerimiz konusunda, işçi arkadaşlarımızı bilgilendiriyorduk. Bir sonraki aşamada, “Taslaktan taviz yok” belgisiyle çeşitli eylemler yapıyor, paydos saatlerinde genel merkezi topluca ziyaret ederek, sendika yönetimi üzerinde baskı oluşturmaya çalışıyorduk. Tabanı, üst yönetimiyle ne istediğini bilen, mücadeleci bir sendika ortaya çıktığına göre, bunda da başarılı olduk kesinlikle. Sendikanın danışman kadrosu da değişiyordu bu arada. 60’ların ikinci yarısında Erdemir’de örgütlenen Türkiye Maden-İş çalışanlarından biri olarak, 12 Mart’ta, “Beyaz Gemi”ye bindirilip Selimiye kışlasına götürülen hepimizin kıymetlisi Namık Aşçı, basın yayından sorumlu danışman olmuştu örneğin. Uzun yıllar ILO’da görev yapmış, iş hukuku alanında olağanüstü birikimi olan merhum Önder Aker sendikada görev yapan danışmanlardan bir diğeriydi. Genel Merkez yönetimindeki Sabri Cebecik, Erdem Ercan ile tam bir işbirliği, Şenol Yazıcıoğlu, Ali Akgün ve Selahattin Ataman’la da iyi ilişkiler içindeydik. 1990 Eylül’ünde, okul masraflarını karşılamak için komitelerden bağımsız olarak, “avans” talebiyle Karadon’da başlayıp tüm havzaya yayılan iş bırakma eylemi, bizlerin de, grev hazırlık çalışması gibi oldu adeta. Bıçağın kemiğe dayandığı işçiler, her türlü direnişe hazırdı artık. Grevden bir gün önce aldığımız ilk karar, her bölgenin, yeterli grev gözcüsünü işyerlerinde bırakıp, sendika önünde toplanması oldu…

GREVİ BİR BÜYÜK KOLEKTİFİN, GÖZ YAŞARTICI DAYANIŞMANIN ÜRÜNÜ

Grevin birinci günü, şimdi yıkılan TEKEL binası önüne kurulan polis barikatını yarıp, sendika önüne ilk ulaşan Merkez Servisleri çalışanları olarak biz olduk. Oraya, en yakın işyerlerinde çalıştığımız için bu çok doğaldı elbette. 12-13 kilometre uzaklıktaki Karadon işçilerinin de yürüyüşe geçtiği haberi sendika önünde bekleşen bizlerde büyük bir coşku yarattı. Diğer bölgelerden de gelen işçilerle oluşan mahşeri kalabalık, grev boyunca uygulayacağımız eylem planını da koymuştu önümüze: Bölgelerden her gün yürüyecek, sendika önünde büyük mitingler yapacaktık, öyle de oldu. Her akşam yüzlerce işçi ve işyeri temsilcisiyle toplantı yapıp bir sonraki günü planladık. Sendika yönetimiyle ilişkiler, daha çok, Murat ağabey üzerinden sağlanıyordu. Askeri disiplin içindeydik adeta. Bu sayede, onlarca gün, kimi zaman on binleri geçen işçinin yürüdüğü eylemde, en küçük bir olay yaşanmadı. Yüz binlerin Ankara yollarına düştüğü yürüyüşte, trafik kazasında ölen bir madenci arkadaşımız dışında, bir kişinin burnu bile kanamadı. Dışına çıkıldığı zamanlar da oldu elbette ama ertesi günkü yürüyüş güzergâhından atılacak slogana kadar her şey, komitelerce belirleniyordu. Gelen kamyonlar dolusu yardım malzemesini işçilere eşit şekilde dağıtmak, grev gözcülerini belirleyip gereksinimlerini karşılamak, gelmeyenlerin yerine nöbet tutmak da komitelerin işiydi. Şimdi burada, “Grevi komiteler yaptı” desem, başta sendika yönetimi, şube yöneticileri, destek verenler olmak üzere pek çok kişi ve çevreye haksızlık ederim. Ama grevin öncesinde ve sırasında yaptığı çalışmalarla yığınsallığının ve coşkusunun artmasında, siyasal bilincinin oluşumunda, düzen ve disiplinin sağlanmasında grev komiteleri, çok büyük işlev gördü. Bu uzun paragrafları şunun için yazdım: 90-91 madenci grevi, büyük bir emeğin ürünüydü ve altında yılların birikimiyle siyasal mücadelesi yatıyordu. Birkaç kişinin bir yerlerde oturup aldığı kararları birilerine dikte etmesinden daha çok, farklı fikirlerdeki insanların bir arada iş yapma becerisinin, yalnızca Zonguldak ve Türkiye’nin değil, dünyadaki tüm namuslu insanlarının göz yaşartıcı dayanışmasının sonucuydu kesinlikle. Kitapta yapıldığı gibi, komitelerin rolünden hiç söz etmeden yapılan anlatımlar büyük eksiklik taşımakla kalmayacağı gibi, gecesini gündüzüne katan mücadeleci işçilere yapılmış bir büyük haksızlık olarak kayıtlara geçecektir kesinlikle...

SADE GORBAÇOV VE SBKP DEĞİL SEN DE YENİLDİN

Kitabın o kadar çok altını çizmişim ki, hepsini tartışmaya kalksam değerlendirmesinden yeni bir kitap çıkar neredeyse. Belli başlı konulara değinip becerebildiğim kadarıyla görüşlerimi yazmaya çalıştım. Melih Pekdemir’in Başak Yayınları arasında büyük grevin hemen ardından çıkan “Anne bak kral çıplak” kitabını, tıpkı “Çetin Uygur kitabı” gibi altını çize çize okumuş, içindeki özeleştirileri çok samimi bulduğum için kütüphanemin, “hatıramda iz bırakanlar” bölümüne kaldırmışım. İl başkanlığını yaptığım TBKP’ye derin eleştiriler de getiren kitaptaki aklımda kalan bazı cümleler, yürüttüğümüz tartışmaya kılavuz olabileceği geldi aklıma. 33 yıl sonra, sanki dün yerine koymuş gibi kitabı buldum, altını kalın çizgilerle çizdiğim satırları bir kez daha gözden geçirdim. Buraya almak istediğim paragrafta, içten bir dille, şöyle diyordu Pekdemir: “Sen sosyalistsin… Öyleyse bugün söylenecek ‘mazeret’ anlamıyla yüklü fazla sözün olmamalı… Yenildin… Sade Gorbaçov ve SBKP değil sen de yenildin katılmadığın bir savaşta. İstediğin kadar vakti zamanında revizyonizme karşı çıkmış ol ya da Brejnevleri kıyasıya eleştirerek kendini onlardan ayrı tutmuş ol, fark etmez.  Senin sosyalist olduğunu bilen mahallendeki bakkalın, komşun, işçinin gözünde sen de yenilmiş sayılıyorsun. Ama gerçekte de bu senin yenilgin. Bunu sen de böyle kabul etmelisin. Bu yenilgiye bile sahip çıkabildiğin ölçüde yarına sahip çıkabileceğini görmelisin.” Kitabı yazan arkadaşlarımın, TKP’ye ilişkin anlatımlarını gözden geçirirken, Pekdemir’in, bu “hepimiz aynı gemideyiz” yaklaşımını dikkate almasını dilerim. Sıradan vatandaşlar derenin bu tarafında olan herkesi aynı geminin yolcusu sayıyor gerçekten de. Çuvaldızdan vaz geçtim iğnenin ucunu bile kendine değdirmeden, başkalarını üstenci bir dille eleştirip solun tarihindeki olayları devletin diliyle yorumlamak, bugünün hiçbir ihtiyacına cevap vermiyor ne yazık ki…

KEŞKE DAHA ÖZENLE YAKLAŞABİLSEYDİ

Sonuç cümleler olarak şunu söyleyeyim: Çetin Uygur gibi bir ilkeler abidesinin, savundukları ile yaşamı arasındaki açı fakını sıfıra düşürmüş ve hayatı öyle yaşamış, hepimize rol modeli olmuş bir kişiliğin biyografisini kaleme alan arkadaşlarım, keşke daha özenle yaklaşabilseydi o olağanüstü hayata. Farklı düşünceden insanlara yalnızca kulaklarını değil gönüllerini de açarak, kitabı daha da zenginleştirmeyi becerebilselerdi keşke. Bir tarihsel süreci başkasının yanlışları üzerinden anlatmak yerine, rasyonel bir bakış ve herkesin kabul ettiği doğrular üzerinden öyküleyip, geleceğe, çok büyük bir deneyim aktarırlardı kesinlikle. Rekabetçi dilin kimseye faydası olmadığını bilince çıkarıp, yalnızca bugün kendilerinin değil yarın herkesin ihtiyaçlarına cevap veren bir yaklaşım sergileyebilselerdi, büyük bir emek ürünü olan kitap, çok daha büyük değer kazanırdı. Görkemli mücadelesi, onurlu duruşuyla hepimizin ortak değeri olan Çetin ağabeyin bir kitaba sığmayacak kadar büyük olduğunu bilerek yazım sürecine başlamış olsalardı, Türk solu da, emek hareketi de daha fazla değer katardı ortak hazinesine. Benim gibi pek çok insan çok daha öğrenici okumalar yapıp, daha fazla ufuk açıklığına kavuşurdu belki de. Arkadaşlarımın şayet 2. baskısını yapacaksa, bu görüşlerimi dikkate almasını diliyor, uzun zamandır sağlık sorunları yaşayan Çetin ağabeyime sağlık diliyorum. Umarım yerinden doğrulur da yüz yüze konuşabiliriz tüm bunları…

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar