Alper GÖRMÜŞ

Çözüm sürecinde iyimserlik, kötümserlik, karamsarlık..
19.03.2013
3921

 Çözüm sürecinin birinci aşaması olan PKK’nın silahlı güçlerini sınır dışına çekmesini sağlama yönündeki girişimlerle birlikte, öteden beri Kürt meselesinin eşitlik ve özgürlük temelinde çözümünden yana olanlar arasında ilginç bir tartışma peydahlandı.

Taraflardan biri, çözüm sürecini mevcut hâliyle onaylayıp, sonraki aşamalarda karşılaşılacak mukadder güçlüklere rağmen iyimserliğini koruyor... Öbür taraf ise, çok çeşitli argümanlarla, mevcut çabaların eşitlikçi ve özgürlükçü bir sonuç üretemeyeceğini öne sürüyor.

İkinciler birincileri alıklığa varan bir iyimserlikle, birinciler de ikincileri kötümserlikle suçluyor.

Tartışma sertleştikçe pozisyonlar da sertleşiyor; “iyimserler” bu aşamada “sürecin sonraki aşamalarındaki zorluklar”a dair hiçbir şey duymak istemezken; “kötümserler”, iyimserlerin serazat yaşadığı “barış sevinci”ni, anlaşılabilir bir psikolojiyle giderek daha az yoğun hisseder hâle geliyorlar.

Ben, iki ruh hâlinin de uzun yıllara yayılacak çetin bir süreci tıknefes hâle gelmeden tamamlayabilecekleri kanaatinde değilim. Bence böyle durumlarda en işe yarar ruh hâlikaramsarlıktır.

Ancak karamsarlık sayesinde zorlukları teşhis edebilir; zorlukları teşhis edebilmiş olmanın güveniyle iyimserliğimizi gerçekçi bir zemine oturtabilir; bu iyimserlikle kötümserlikten kaynaklanan umutsuzluktan sıyrılabiliriz.


Karamsarlık: “Kara”nın içinden ışığı görebilmek...

İtirazları duyar gibiyim: Karamsarlıkla kötümserlik aynı şey değil mi?

Ben de aşağı yukarı öyle düşünüyordum, fakat değilmiş. Arada ne kadar büyük bir fark olduğunu,Dücane Cündioğlu’nun şu satırlarını okuduktan sonra anladım:


“Kötümser olamayız, olmamalıyız. Ne var ki karamsar davranmaktan kaçınamayız, kendimizi aldatamayız. Karamsarlık tek şansımız çünkü. Karamsarlık, olanın karalığını bütün o açıklığı içinde teşhis etmek demek. Kötümserlik ise tam da aksine, olacak olanın ışığını karartmaya çalışmak, düpedüz umutsuzluk demek. Umudun,
 doğduğunda, inadına karanlıklar içinden doğacağını bilmemek demek. Kötümserlik ne kadar umutsuzluksa, karamsarlık da bir o kadar umut demek.” (Tarihe ve Siyaset’e Dair, Kaknüs Yayınları, 2005, s. 116.)

Demek ki karamsarlık gerçekte “gerçekçi bir iyimserlik”ten başka bir şey değildir.


İyimserlere karamsarlık aşısı...

Ben, henüz başlamış sürecin iyi bir yolda ilerlediğini düşünen; inişler çıkışlar olsa da sürecin sonunda Türkiye’yi yeni bir “mîsâk”a ulaştıracağına inanan “iyimserler” arasında yer alıyorum. Fakat doğrusunu isterseniz, bizim taraftaki iyimserliğe biraz karamsarlık aşısı yapılması gerektiğini düşünüyorum; ki bu iyimserlik daha gerçekçi bir zemine otursun...

Korkum şu ki, sonraki aşamalara dair zorluklara bugünden dikkat çekenlere karşı gösterilen tahammülsüzlük (iş, bu kişilerin “barış endişesi” taşıdığı gibi bir suçlama noktasına kadar vardırıldı) bir refleks hâline gelsin ve sonraki aşamalar geldiğinde de sürdürülsün!

Bugün, yani silahların susması aşaması idrak edilirken, entelektüel kapasitelerini bu aşamanın salimen tamamlanması yönünde harcayacak yerde sonraki zorluklar üzerinde yoğunlaşanların doğru bir iş yaptığına ben de inanmıyorum. Fakat öyle yapıyorlar diye onların “barış endişesi” taşıdıklarını öne sürmek de fazla insafsız bir tutum değil mi?

Ben onları en fazla “söz”ü mutlaklaştırmak suretiyle varmak istedikleri hedeften (barış hedefinden) uzaklaşmakla eleştirebilirim ve eleştiriyorum.

Her şeyi mutlaklaştırmaya meyleden bir düşünme biçimimiz var... Oysa en geçerli kabullerimiz bile mutlaklaştırıldığında geçersizleşmeye başlar. “Söz gümüşse sükût altındır” sözüne haklı olarak kızıyoruz, iyi de sükûtun gerçekten de altın değerinde olduğu bir an olamaz mı? Bazı “söz”leri, yaratacağı sonuçları hesaba katarak özgür irademizle ertelememiz, kendi kendimize sansür anlamına mı gelir?

Bugün, yani silahların susması aşaması idrak edilirken sonraki aşamaların zorluklarını vurgulayıp bu aşamayı tehlikeye sokacak tarzda konuşmak, uzun yıllar sürmüş bir kan davasının sonuna doğru, barış yemeği için masalar hazırlanmışken sonraki güçlükler üzerine söz almaya benzemiyor mu?


Sizin “ama”nız cümlenizin neresinde?

Yine de “söz” hakkınızı kullanabilir ve öyle bir dil tutturursunuz ki, sürecin sonraki aşamalarında karşılaşılabilecek güçlükleri dile getirdiğiniz hâlde mevcut aşamayı tehlikeye sokmazsınız.

Fakat o zaman da “ama”yı cümlenizde doğru yere yerleştirmeniz gerekir.


Gürbüz Özaltınlı
Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AK Parti) karşı kapatma davasının açıldığı 2008’de, davaya karşı olduğunu söyleyenlerin cümlelerindeki “ama” kelimesini tahlil etmiş ve sonuçta ortada iki farklı tutumun bulunduğunu göstermişti.

Özaltınlı, “ama”lı cümlelerde “ama”nın cümle içinde şurada değil de burada kullanılmasının o cümlenin vurgusunu nasıl değiştireceğini şöyle anlatmıştı:


“Bir yazar, önce parti kapatmanın, darbeci entrikaların kabul edilemeyeceğini söyleyip ardından ‘ama’yı yerleştirerek diğer tarafın 
(AK Parti’nin A.G.) kabul edilemeyecek özelliklerini sıralıyorsa, beni esas olarak ikinci noktaya dikkat göstermeye davet ediyordur. (...) Aynı temalı bir yazının ‘ama’sının öncesine AKP’nin anti-demokratik, fırsatçı politikalarının yerleştirildiğini ve ‘ama’ dendikten sonra darbe girişimlerine karşı çıkmak gereğini işaret eden bir söylem üzerine kurulduğunu düşünelim. Bu ikisi arasında yazarın önceliği bakımından ciddi fark olduğunu, vurgusunun yer değiştirdiğini algılarız.”

Aynı çözümlemeyi bu defa, bu yazının da konusu olan günümüzün en netameli tartışmasıyla ilgili olarak yapmak istiyorum.

Cümleniz şöyle olabilir: “Silahların susması önemlidir ve iyidir AMA şu, şu ve şu nedenlerle bu süreç nihai bir barışa evrilemez, dolayısıyla günün birinde yine silahlar konuşacaktır.”

Cümleniz şöyle de olabilir: “Önümüzde şu, şu ve şu zorluklar var AMA bu aşamada önemli olan silahların susmasıdır. Zaten zorluklar da ancak ondan sonra çözülebilir.”

Eğer cümleniz birincisiyse, aslında silahların susmasını o kadar da önemsemiyorsunuz demektir, dolayısıyla bu ihtimale fazla sevinmemeniz de doğaldır. Yine, bu tavrınızın silahların bırakılması çabalarına katkıda bulunmadığını da kabul etmeniz gerekir.

Buna karşılık cümleniz ikincisiyse, tam tersi bir pozisyondasınız demektir.

Görüyorsunuz, ikinci durumda “ama”yı doğru yere koymakla hem sonraki aşamaların güçlüklerine işaret etmiş hem de onlardan çok bugünün meselesini, silah bırakılmasını vurgulamış oluyorsunuz.

Doğru, “barış endişesi” taşımakla suçlananların cümleleri daha çok birinciye benziyor ama bu, yine de böyle bir suçlamayı haklı çıkarmaz.

***


Derya gibi bir dış politika kitabı

Malûm, “Türkiye’de iyi şeyler de oluyor” diye bir klişemiz var.


Ümit Kıvanç
, aynı “muhteva”yı aynı dalgacı üslupla ve bu klişeyi tekrarlamadan dile getirmek için,“Türkiye normalleri” dışında bir şeyle karşılaştığında “Türkiye bi’noktaya gelmiş” derdi.


Baskın Oran
’ın editörlüğünde, İletişim Yayınları tarafından basılan Türk Dış Politikası kitabının üçüncü cildini karıştırırken, önceki ciltlerdekine benzer bir duyguyla “Türkiye bi’noktaya gelmiş”dedim içimden.

Kitabın bu cildi ABD’ye büyük saldırının gerçekleştiği 2001’de başlayıp 2012’de bitiyor, yani bir anlamda Adalet ve Kalkınma Partisi’nin dış politikasını mercek altına alıyor.


“Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar”
 alt başlığından da anlaşılabileceği gibi, Türk Dış Politikası, konusunu Kurtuluş Savaşı’ndan alıp bugüne getiriyor.

Her dönemde, bağlantılı iç olayları da hatırlatan kitap bu hâliyle aslında üç ciltlik bir Türkiye siyaseti ansiklopedisi ve ondan öyle yararlanmak gerekiyor...



[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar