Markar ESAYAN

Lars, Dücane ve Melancholia...
16.09.2012
3595

 Kıymetli düşünür yazar Dücane Cündioğlu’nun, Lars von Trier’in Hertaraf sayfasındaMelancholia’sını değerlendirdiği makalesini büyük bir keyif ve merakla okurken, yine hep olan o şey oldu.


Kendimi terk ettiğimi ve tepeden kendime baktığımı hissettim. Sadece bedenimi (cismaniyeti) değil, ruhumu da (adı üstünde) izleyen bir çift göz... O gözün bir lanet mi yoksa bir lütuf mu olduğunu çok düşünmüşümdür. Pavlus, İncil’de “bedenindeki bir dikenden” bahseder; yorumlara göre bu ya ileri derecede sahip olduğu görme bozukluğu, ya da bir münzevi olarak içinde bastırmaya çalıştığı, ondan alınmayan cinsel arzularıdır. Fark etmez. Bu bir dikendir onun için ve Allah’a uzun süreler bunu ondan alması için yalvardığını anlatır. “Sonra” der, “Cevap geldi. Rab dedi ki, ‘Lütfum sana yeter’.”

Tabii ki Melancholia ’yı, evet Dücane’nin dediği gibi “Skandal düzeyde irkiltici, yönetmeni tebessüm ettirecek denli irkiltici bulunan” bu filmi de –yazı gibi– merak ve keyifle, içerek ve o gözün eşliğinde seyrettim. Filmden yola çıkan Dücane, zarafetle, insanın ölüm karşısındaki çaresizliğinin ve diğer tüm hâllerinin evrensel toplamını alt alta dizmiş. Kafaya vurmadan, “benimki doğru” demeye hiç girmeden, “Hâllerimiz işte bu, Lars da bunlardan seçtiği bir hâli işte böyle anlatmış” deyip çekilivermiş. Tanrı yazarları ne kadar sevmeyiz değil mi zaten?

Sonra ben şöyle düşündüm; Dücane’nin de belki yazıdaki bu hâlidir, ölüm karşısındaki tutumu.

Terrence Malick’in Tree of Life/ Yaşam Ağacı geldi aklıma hep “Ölümle karşılaşma”nın tüm hâllerini izler/ okurken Melancholia ’da. O da skandal derecede irkiltici ve sevimsiz bulunmuştu. Ne kadar beklenir, ne kadar doğal ve filmlerin amacı ile örtüşen bir insan hâlidir bu! Ne gereği var o bilgi ile yüzleşmenin! Hayatın tüm beklentileri, keyifleri, gaileleri ve –kaçmak için daha çok başvurduğumuz– sentetik acıları içinde yuvarlanır giderken, bir gün mutlaka, ama mutlaka “öleceğimizi” hatırlamanın ne gereği var! Hele hele hayatımızın irili ufaklı, ilgili ilgisiz tüm eylemlerini o menzilden kaçmaya adamış, sonra bu bilgiyi küçük bir kutuya koyup gömmüş isek, Lars veya Terence gibi “münasebetsizler” hangi cüretle o kutuyu bulup içindekileri ortaya saçabilir ki, ve ne hakla!

Belki başka bir şey yapmayı deniyorlardır... Evet, ölüm bilgisi “yararsızdır”. Ama bu sonuca nasıl ulaşıldığı, bir hayatı ölüme kurban edip etmemek arasındaki fark kadar ciddidir.

Miguel de Unamuno, “Yaşamın en trajik duygusu, insanın ölmeye yazgılı oluşunu bilmesinden ibarettir” der diye aktarmış Dücane. Doğru. Trajedi nedir? Trajedi aynı şiddette arzulanan iki olasılık arasında çaresiz/ hareketsiz/ asılı kalmaktır. Ölecek olmamız ve bunu bilme mevhibemiz (akıl), aslında trajik bir durum değildir. Varoluşçular gibi bildiğimiz tek şeyin varolduğumuz olduğunun yanına, bu bilgiyi koyduğunuzda, ikisi birbirini götürür ve ortada sadece yaşam kalır. Öldüğümüzde ise ölmüş olacağız; o kadar. Trajik olan bunların varlığı değil, ölüm bilgisinin, bizde uyandırdığı sarsıcı etki/ duygudur, o da doğru. Çünkü o an yaşıyoruzdur. Yaşarken ölümün sarsıcı duygusuna boğulmak ve ikisi arasında kalmak, evet bu bir trajedidir. Ve insan seçer... İnsan seçen bir varlıktır. Ve evet, şeytan “Şey”lerin yerini değiştirir.

İster Hegel gibi ikilikten kurtulmayı önermek, dünyaya, tutkulara atılmak, doğurduğun, doğurttuğun bir çocuğun yaşamından ölümsüzlük ummak, ya da ister ölümün karşısında çeperdeki dindarlar gibi öteki yaşamı koymak, bu sadeliğe ulaşmadan kifayetsiz kalır. “Misuse”, yani “şey”in yanlış kullanımıdır. Beynimizin hücrelerinin birbirine yapışık olmamasına tezat, yaşam ve ölüm arasında süreklilik olduğu varsayımı... Ölüm karşısında –onu hiçleyen, itibarsızlaştıran, uzaklara veya yücelere yerleştiren– teselliler aramanın tüm hâlleri, sonbaharda düşen yaprakları dallarına yapıştırmaya çalışmak gibi beyhude.

Çok ölümler gördüm. Babam ve annemin cansız bedenlerini kucaklamak gibi bir deneyimim oldu. İkisi de ani değil, geniş bir zaman diliminde, yavaş yavaş öldüler. Uzun uzun bakmıştım babamın bedenine o gün. Yüzündeki bir tebessüm müydü? Buna ruhani bir anlam yükleyebilir miydim? Ya annem? Sedyenin üzerine yerleştirmiştik. Yerdeydi sedye. Ambulansa koymadan artık şoka girmek üzereydi. “Bana baktı.” Bana mı yoksa ardımdaki nisan göğüne mi baktığını nereden bilebilirdim ki! Bu bana haksızlık değil mi? Tabii ki son kez bana baktığını tercih etmeliyim. Bana kim hak vermez ki?

Sait Faik, “Ali’nin annesine ölüm, bir misafir, bir başörtülü, namazında niyazında bir komşu hanım gibi geldi” diye yazar Semaver’de. Özenilecek bir tutum. Çünkü Ali’nin annesi hayatını o sadelikte yaşamış, yaşamda yaşam işiyle iştigal etmiş o sayısız sıradan hayat filozoflarındandır.

“Keşke bilgiyle zehirlenmeseydim” dememişti açıkça Ecclesiastes’te Vaiz Süleyman, ama tüm bölümün özeti bu cümleydi. Ölümsüzlük için verdiği bilgi toplama çabasını, kendini teslim ettiği tutkularını ve sahibi olduğu iktidarı anlattıktan sonra şöyle demiyordu koca peygamber, “Nasıl olsa ölümden sonra yaşam var...” Diyordu ki “Gördüm ki güneşin altında bu yaptıklarım yeli kavramaya benzer”.

Henüz gerçekleşmemiş bir kazanın yaşamın başına alınıp tüm etkilerini yaşama yaydığı ile ilgili bir film çekildi mi hiç? Hâlbuki ne kadar yaygın insanların hayatında.

“Herkes bildiklerimi arttırmaya çalıştığımı düşünüyor, oysa ben bugüne kadar öğrendiklerimi unutmak için harcıyorum tüm vaktimi. Sadece yaşamak istiyorum. Varsa eğer, bilgeliğim buradan geliyor” diyor sıradan birisi de...

Teşekkürler Dücane. Sen Lars’ı tanımıyorsun, ben de seni. Ama yaşamlı ve “ölümlü” hâllerimizle, bu samimiyeti hak etmiyor muyuz sence de, en nihayetinde...


[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar