Markar ESAYAN

Şu an ve yalnızlık
30.10.2011
3101

 İnsan yalnızlığı ile barışmalı.

Yalnızlığın “çaresi” yok çünkü.

Ne aşk, ne ana, ne baba, ne çocuk, ne Allah’la müşareket çabaları...

Hepsi bir yere kadar...

Özgür bir varlığa dönüşmek için, bir-ey olmak zorundasınız.

Anamızın rahmine düştüğümüz anda, herhalde, bir bütünlükten kopup.. herhalde, nevi şahsına münhasır bir ruh-can ve beden ediniyoruz.

Bütünden bir damla gibi ayrılıp farklılaşıyoruz.

İşte bunun adı yalnızlık.

Nesi kötü ki!

Yalnızlık ile mücadele etmenin insanı ne kadar büyük bir boşluk duygusuna hapsettiğini fark eden kaç kişi vardır?

İsa haça gerildiğinde, ölüm ânının hemen öncesinde, gücün kendinden çekildiğini hisseder. Gelmiş ve gelecek tüm kötülüklerin yükünü sırtlanmıştır. Yani İsevilerin inancı bu en azından.

O “load” ânında, Allah gücünü, gözünü, gönlünü, ondan çeker, ilk defa. Çünkü Allah günahtan münezzehtir. İsa kıvranır o anda, “Eli, eli lama şabaktani!” diye feryat eder.

“Baba baba, beni niye terk ettin!”

İnsan yalnızdır.

Sanırım Allah da öyle.

Öyle ki, insanları yaratma ihtiyacı duymuştur.

Ama yine yalnız kalmıştır. Büyük düşüşüyle insanlığın...

Ne soylu bir ayrılık! Cenneti elinin tersiyle it, sana sunulanın ardına bak. Başka türlüsü sağlıklı olmazdı sanırım. Aklımızda hep bir şüpheyle yaşamak, cennette de olsa, sağlıksız bir durum.

Şeytanınki sadece teknik bir müdahaleydi. Ayartılmak, sen istedikten sonra...

Allah kaç bin yıldır bunu toparlamaya çalışıyor. İyi sabır doğrusu, ben olsam “delete” tuşuna basmıştım çoktan. Milyarlarca dosya aç, her gün bilgileri up-date et, üzül, sabret...

Ama o, ben siz olmadığı için Allah, allahtan...

Her şeyi fazlasıyla abartmaya eğilimliyiz.

Allah olmayabilir, sonraki yaşam da. Ne fark eder ki? Varoluşçu bir tesbitle, şu ânı biliyoruz, içindeyiz, elimizdeki tek gerçek, şu an yaşamakta olduğumuz, o da bir yanılsama değilse tabii. Geçmiş için bile kesin bir şey söyleyemeyiz. Hafızamız ve olanı kayda geçiren algılarımız, duyularımız o kadar kısıtlıyken, geçmiş ve gelecek adına konuşmak ne kadar gereksiz.

Şu an... Bu yazıyı yazarken, evet, bundan biraz emin olabilirim. Kierkegaard’cılık taslamıyorum. Bunun verdiği özgürlüğü anlatmaya çalışıyorum. Şu ânı kabul etmekten bahsediyorum. En çok zevki alma, en az zararı görme, en çok faydayı sağlama, en anlamlı işi yapma, yalnızlıktan kurtulma, şu ânı kahramanlıklarla doldurma.. gayretinin elimizdeki emin olduğumuz tek şeyi, şu ânı, nasıl da heba ettiğini...

Bir amaç uğruna araç haline getirdiğimiz onca şeyin, yaşamın kendisi olduğunu anlamak ve geleceğe hapsettiğimiz o amacın da, aslında hiç gerçekleşmeyeceğini fark etmek böylelikle.

İnsanlar bu yüzden mutsuzlar.

Mutlu olmaları gereken şeyleri, mutlu olmak için ellerinden çıkarıyorlar. Yalnızlıkları ile başetmek için, büyük bir telaşla, bizi iyi hissettirecek şu ânın malzemesini heba ediyorlar.

Sizden Öteki’ni, yalnızlığınıza ilaç olarak gördüğünüz anda, o olamayacak ve onu harcamış olacaksınız. Kısa bir teselli için, içinizdeki deliği daha da büyütmek. Ne trajedi!

İçinizdeki delik, bu yaşamda kapanmayacak. Ölümden sonrasını, sonra konuşuruz. Onun içine bütün kıymetli şeylerinizi atmayı durdurun artık. O doymaz ki, dolmaz ki!

Ben artık ölüm korkusu ve yalnızlık ile mücadele etmek için yazmıyorum, epeydir. Hani sanatın kökeni budur derler ya, ölümsüzlüğe öykünme, senden sonrasına bir kanıt bırakma, çocuk yapmaktaki iştahımızda olduğu gibi.

Nedenlerinden arındırdım yazma eylemimi, bir kasap gibi, sıyırdım sinirlerinden. Yapmamış olsam yazmazdım. Şu an, şu yazıyı yazarken, iyi hissediyorum. Roman yazarken iyi hissediyorum. Severken, çocuklarla oynarken, Nirvana dinlerken veya Charpentier veya Orhan Baba’yı...

O kadar. Bu kadar. Çünkü iyi hissederseniz, iyi insan oluyorsunuz. İçimizdeki mekanizma bu. Butonlara doğru basmak asıl maharet.

Yalnızlık, çaresi bulunması gereken bir hastalık değil, onunla mücadele etmeyin. Ele geçirme hırsından vazgeçin, mümkünse siz ele geçin.

Yalnızlık, sizin varoluş biçiminiz. “Yalnızım, o halde varım” diyelim mi?

Hem, tüm bunları yaşamış olmanın da nesi kötü ki?

Yapacak daha iyi bir işiniz mi vardı?  “Bu yüzden ışıldıyor Pazartesi günleri o zindansı yüzümle beni görünce, kırık bir tekerlek gibi geçip giderken

ılık kan yolları uzatıyor geceye…”

Ben bireyleştiğimi ve mutlu bir adam olduğumu Pazar günlerinin hayatımda sıradanlaştığını fark edince anladım, daha doğrusu kabul etmek zorunda kaldım. Mutlu olmak havalı bir şey değildir ya.

Sadece suçluluk duyduğum için Pazar günleri kiliseye gitmek, bir sürü suçluluk hissini sunağa daha bırakır bırakmaz, yenilerini fazlasıyla yüklenmek ve eve dönmek. Sonra kötü bir öğle uykusu, kabuslar vs, yıllar boyu…

Ben bir aşk çocuğuyum. Annem yıllar sonra bana “O zamanlar bana bir gavurla evleneceğimi söyleselerdi, hayatta inanmaz, hatta kızardım” demişti. Gavur olan oğluna bunu bu kadar açık yüreklilikle söylemesi bana çok özel gelmişti.

Babam yakışıklı ve çapkın bir herif olduğu için maaşallah BM gibiydi. Ama anneme aşık olmuştu. Bütün riskleri alarak onunla oldu, ben oldum kardeşim oldu. İyi oldu bence.

Annem, kendisi yüzünden cemaatte başı çok ağrıdığında “İstersen dinimi değiştireyim” demiş de, babam “Ben seni böyle sevdim, orijinalliğin bozulur, lüzumsuz” demiş ona.

Aşk böyle bir şey herhalde. Zaman zaman mantık zehirlenmesi yaşayan bir kovayım ve bu şeyler bir yandan çok uzak bana.

Anne ve babamın bu sevgi pıtırcığı durumlarına rağmen, aile, çook zor bir yerdi benim için. Otorite, bağlılık deyince birden tırnaklarım çıkıveriyor. İnsanın çekirdeğini parçalayan bütün mekanizmaları var ailenin. Çekirdeğime kimse giremez.

Babamın veliahtıydım ve o zamanlar söylemesi ayıp, çok zengindik. Tek erkek çocuk... Babam bana baktığında, kendi geçmişinin tüm kayıplarının giderildiği yeni versiyonunu görüyordu. Bu çok normal.

Beni evden gönderdiklerinde savaş başladı.

Ölene kadar da onunla savaştım.

Shakespeare’in dediği gibi, oğullar babalar öldükten sonra yükselir.

Onun için tam bir hayalkırıklığıydım başta. Sözünü dinlemeyen, ilk şiirini yaşlı bir dilenci için sekiz yaşında yazan ve panikle psikiyatriste götürülen bir “freak” olarak, tam bir mutsuzluk kaynağıydım ona. Sonra gittikçe bir teröriste dönüştüm. Sürekli yıkıcı şeyler yapıyordum. Başım hep beladaydı.

Ergenlikte taktik değiştirdim. Bilerek munisleştim. Bir de onları çok seviyordum. Babam yaşlanmış, hastalanmış ve fakirleşmişti. Bana ihtiyacı vardı.

Muhtaçta olana vurmak kalleşliktir.

Yeni taktiğim onun alanında daha iyi olmaktı. Böylelikle hem onlara destek olmuş olacak, hem de babamın defterini dürecektim. Yaptım da, nefret ettiğim halde, ticareti ondan daha iyi becerdim. İşi elinden tamamen aldım. Bu onun hem hoşuna gidiyor, hem de bana yeniliyor olmaktan mutsuz oluyordu. İkimiz de çok hırslıydık ve o benden daha önce ölecekti. Bunu hazmedemiyordu. Beni çok sevmese hayat onun için daha çekilir olacaktı.

Ama birbirimizi o kadar çok seviyorduk ki! Kokusu hala burnuma geliyor. Bana sarıldığında kokumu öyle bir çekerdi ki içine, eksildiğimi hissederdim, çok hoşuma giderdi ama.

1995’te öldü. Ölene kadar, uzun hastalık döneminde ona bir evladın verebileceği her şeyi verdim, sağlığım dahil. Ama öldüğünde, yalan mı konuşayım, üzüntüm de, savaş da bitmişti artık, rahatladım.

O öldükten sonra hayatımı birkaç senede kökünden değiştirdim. Tamamen kendi istediğim bir hayat kurdum. Kurmasam olmazdı. Planım bunu o hayattayken yapmaktı, ama nasip olmadı. Ama o benim rahat durmayacağımı biliyordu zaten, tahmin etmiştir.

Veçhelerden biri de budur. Pazar günlerinden nefret etmekle başlar bireyleşmek ve onunla barışmakla tamamlanır.

Ve bunlar hayatın içinde yaşanan çok ama çok sıradan şeylerdir.

İyi pazarlar.

[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yorumlar (1)
  • Hrac Madooglu

    Hrac Madooglu

    8.12.2013 22:52

    Ataturk Baris Odulu degil, Ataturk Fasist Odulu olmaliymis bu odulun adi. Mandeladan yedikleri de Osmanli tokadindan beter birseydi.

Yazarlar