Markar ESAYAN

Parçalarını arayan insan (3)*
15.01.2012
3170

Dün yazımı yazmaya oturduğumda karın yağmaya başladığını fark ettim. Ne yalan diyeyim, üzerimden büyük bir yük kalktı doğrusu, mutlu oldum. İstanbul’a kar yağamaması nedense herkese dert olmuştu çünkü. Bu beni çok geriyordu. Yani o kar bir yağsa, o hiç yazılmamış muhteşem romanlar bir solukta yazılıp bitecek, o hiç yaşanmamış aşklar, ufukta tüm haşmetiyle belirecek, yani tüm dertlerin, ertelemelerin, aksaklıkların ve şansızlıkların da sonu gelecekti.

Yok, sadece dalga geçmiyorum bu türden beklentilerle –yani dalga geçiyorsam kendimi de içine katarak yapıyorum bunu, ve evet dalga geçiyorum biraz–, bu türden bir bekleme halinin hayatımızda önemli bir yer tuttuğunu biliyorum ama.

Neyse, dün sabah her şey aslında şöyle gelişti...

Her görüntünün uzaya saçıldığını ve o sonsuz kumbarada biriktiğine inananlardanım. (Çünkü böyle inanmak hoşuma gidiyor.) Bir gün astral sinemalarda bu görüntüler vizyona girdiğinde mahcup olmak istemem kimseye. Bir de sürekli kendini kaydeden varlıklarız biz. Hafıza denen şey nerede bulunuyorsa, –ki bulunuyor değil mi?– o hard disk daha çok hayatın kendi kameralarımızdan, işte gözler, kulaklar, duyular gibi, çekilmiş versiyonunu kaydediyor. Bir anlamda kendi algılarımıza hapsolmuş bir halimiz var. Her türlü bilgi en nihayetinde bizim kayıt teçhizatımızın kapasitesiyle tanımlı, sınırlı. Montaja gittiğinde akıl ve vicdan onları biraz düzeltmeye çalışıyor ama, işte o da evrensel –varsa– bir aklın ve vicdanın çok berisinde bir şey. En azından eski sürüm. Yani hayatı çoğunlukla yanlış anlıyor olabiliriz, ya da, tek bir doğru hayat bizim kaydettiğimiz ve diğerleri bizi hep yanlış anlıyor olabilir. Kim ispatlayabilir ki bunu?

Neyse, dün sabah her şey aslında şöyle gelişti...

O nedenle ben epeyce hep kendimin yanlış anlaşıldığım veya kendimi doğru anlatamadığım stresiyle yaşamıştım. Böyle olunca, insan çabalıyor tabii, düzeltmek için... İşte, insanlara daha çok zaman ayırmak, daha çok bilgilenmek, daha teferruatlı ve doğru anlamak ve anlatmak için kendini... Yanılmıyorsam, bu çabaların tümünün doğurduğu sonuçlara biz “uygarlık” diyoruz. Yani ilk günden itibaren, bir anlama ve anlatma çabası var. Âdem babamız o elmayı afiyetle yer ve bütün suçu Köroğluna –Havva anamız– ve şeytana atarken bile, belki bir yanlış anlama-anlanma devredeydi. Bilemezsin ki? Kutsal Kitaplar anlatıyor ve saygımız sonsuz ama, belki Âdem’in aklı başka yerdeydi. (Mesela ya ben bu Havva ile anlaşamazsam boşanırım boşanmasına da, kimi alacağım yerine gibi.) Yok, gidip de, hikmetli bir büyüğüne danışamazsın ki, ilksin kardeşim, tamam birinci olmak gurur verici bir şey, ama kime hava atacaksın? Konu komşu, amca baba yok!

Oysa, kendini doğru anlatmak gibi bir çabanın çok anlamlı bir tanımı yok. Kanımca... Bunu yapmaya programlıyız, sorun yok, bu bir şey. Ama ona fazla anlam ve beklenti yığmamak lazım. Anlama-anlanma çabası, insanın başkasını değil, kendisini rahat ettirmek için yapması gereken bir şey. Rahat etmeyen insan rahatsızlık verir. Bencillik ve haz varlığımızın doğasında var, bence kötü de değil. Sonunda haz vaat etmeyen her şey ölü kalmaya mahkûm. Bu haz vaadi, insanın hayatını bile gözden çıkarmasına neden olabilir. Yani ne bileyim, hani Thomas More kafası kesilmeden hemen önce, “Kellesinin uçmasıyla insanın başına bir felaket gelmez” demiş ya, belki o lafı etmek için bile ölmeye değerdi. Bilemezsin. İnsanların niçin kendilerini feda ettiklerini hiç bilemezsin ve bu kötü bir şey değil.

Haliyle, yazarken ben, okurken de siz, bu yazının saf bir hali, bir anlamı varsa –idealar dünyasında– ondan farklı bir şey anlıyor olacağız. Yani siz benim ne anlatmak istediğimi, ben de sizin bu yazıdan ne anladığınızı bilemeyeceğim veya onlar sonsuz kere sonsuz kereler çeşitli olacaklar. Bu bir trajedi mi? Moralinizin bozuk olduğu anlarda bir trajedi, neşeniz yerindeyken de büyük bir mucize veya eğlence. Fark eder mi?

Bu nedenle ülkemin en çok da bu ciddiliğinden, bu kendini çok önemseyen hallerinden sıkılıyorum ben. Çok fazla kutsalımız var, çok fazla dokunulmazlık var. Nedir bu gerginlik, nedir bu hep ciddi haller? Hayat çok zor olabilir, ama bu kadar sıkıcı olmak zorunda değil. Lucretius’un dediği gibi “Ölecek olmamıza rağmen, bu hayata ölmek için değil, mutlu olmak için geliyoruz”. Bu suni haller, bizim insanlığımızdan çalıyor. Kendimizi anlatmak için çabalarken, çoğunlukla daha derine gömüyoruz kendimizi, saklıyoruz gerçek varlığımızı. Oysa, Spinoza’nın dediği gibi, insanın şifası diğer insanlardadır. O insanlar saklanıyorsa kendi’liğinden, o şifa da azalmaz mı?

Hayattan keyif almak için hazzı ertelemek veya sorumluluk almamak için karın yağmasını beklemek, sonra da yağan karın aslında o kar olmadığından hayıflanmak zorunda değiliz ki!

Neyse, dün sabah her şey aslında...

***


*
İlk yazım başka bir konudaydı ve elektrik kesintisinde uçtuğu için, bu yazı 3. yazı oldu. Fark eder mi?


[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar