Markar ESAYAN

Parçalarını arayan insan 11- Limitler...
18.03.2012
2871

“İki kişinin bir’i tutturamayabileceği gibi, bir kişi ikinciye yer açamayacak kadar kalabalık olabilir” demişim bir yerde ve not almışım, çok da mühim bir laf etmişim gibi. Bu söze belki döneriz yazının ilerleyen bölümlerinde. Ne yazacağımı bilmiyorum çünkü. Hiç de rahatsız değilim bu “bilmeme” durumundan. Boş sayfanın korkuttuklarından olmadım pek. Şu an yazmak hoşuma gidiyor ve biliyorum ki yazacağım ve çıkandan –okuyucunun kanaatine saygım sonsuz lakin– memnun olacağım. Yazmış olacağım çünkü. Bu yeterli... Yok, “yazmasaydım çıldırırdım” türünden yüceltmelere de uzağım. “Muslukları tamir etmeseydim çıldırırdım!” veya “O gün o postaları dağıtmasaydım ne yapardım!” gibi bir söz ne kadar saçmaysa, bu da o kadar saçma geliyor bana. Yazma işini aşan tasvirler bana göre değil. Yazıyorum, çünkü bunu yapıyorum. Yaparken bu beni memnun ediyor, hayatımı bundan kazanıyorum. Tamam, işini severek yapmakla, lanet ederek yapmak arasında önemli bir fark vardır. Ama işini yaparken mutlu olan, zevk alan bir muslukçu ile, bir yazar, şair arasında niye fark olsun ki?

İnsanın kendi ile ilgili kanaatleri, The Fisher King’deki o replikte olduğu gibi, “Boka konmuş sinekteki irade yok bende” saptaması ile, “Ben 007 Bond, James Bond” kibri arasında salındığı için.. bir şeyden çok kolay vazgeçebileceği gibi, başka bir şeyin sonuna kadar gidebilir de insan. Siz de öylesiniz, muhtemelen. İnsan bu. Her iki sınırı da zorlarız biz. O yüzden sürprizliyiz. Bunda özgüven, özdeğer gibi, bana göre çok da göreceli özelliklerin bir hükmü yok.

Askerlik yaparken ilk kez zorlamıştım limitlerimi... İlginç bir deneyimdi. Bana göre dünyanın en boktan ve en zor askerliğini yapıyordum. Sivas’ta, son günlerin tartışma konusu olan Madımak katliamında adı geçen tugayda, katliamdan iki yıl sonra askerliğimi yapmaktaydım. Biz Havantepe’deydik. Karşımızda ise dördüncü bölüğün olduğu ünlü Temeltepe vardı. Ünlü diyorum, çünkü Yılmaz Güney’in orada askerlik yaptığı söylendirdi. Hatta kaldığı koğuşun duvarına mı ne, “Ben bir yolcuyum, Sivas bir gemi, bir daha gelirsem, ... beni” diye yazdığı da rivayet edilirdi. Gerçekten zordu. Günde iki saat uyuyup, tüm gün eğitim verip, gecede altı saat nöbet tutup, her sabah beş kilometre koşup, şehit cenazelerine gidip, iki gecede bir tam teçhizatlı Emasya nöbeti tutup, her türlü angaryayı aradan çıkarıp ve bunu da cehennem gibi sıcak veya buz gibi bir havada yapıyorduk.

Bedenimi, zihnimi hiç bu kadar zorlamamıştım. Askeriye gibi, benim için ölüm derecesinde imkânsız bir ortamda yaşamak, iti, kopuğu, faşisti ile uğraşmak da cabası... Kendimi hayretle izliyordum. Bu kadar dayanıklı olduğumu düşünmezdim hiç. Makine gibi olmuştum. Sürekli ağır ve tehlikeli işler yapıyor, bana mısın demiyordum. Tamam sürekli şikâyet ediyordum ama, yılmıyordum da. Kendime yabancı biri gibi gelmeye başlamıştım. İçimdeki hayvan uyanmıştı sanki.

Bir gece, uyuz nöbetçi subay, biz Emasya nöbetindeyken çakma bir alarm verdi. Tepede bulunan su deposuna teröristler baskın yapmışmış da, orayı ele geçirecekmişiz. Garip de bir yandan. Gün aşırı, iki adım ötemizdeki 100 Yataklı Er Hastanesi morguna bir sürü şehit cenazesi geliyor. Sivas’ta eğittiğimiz erler çoğunlukla doğuya savaşa, ya da Kıbrıs cehennemine gidiyorlar. Dünyadan bihaber bıyığı terlememiş çocuklara kasaturayla mayın aramayı öğretip sonra savaşa gönderiyoruz. Eğitimim boyunca attığım üç mermi de karavanaya gitmiş ve ben savaş için adam eğitiyorum, bakar mısınız!

Neyse, konu bu değil. Atmış kilo ben, bir elli kilo da üzerimdeki teçhizat tepeye doğru intikal ediyoruz. Nöbetçi subay bir yerlerden bizi izliyor ama, zifiri karanlıkta onu göremediğimiz için her şeyi nizami yapmalıyız. Bir sütrenin veya ağacın arkasına gizleneceksin, sonra bir yirmi metre ötede başka gizlenecek yer tesbit edip, artık sürünür müsün, takla mı atarsın, yuvarlanır mısın, oraya varıp emniyete alacaksın kendini. Ben de öyle yapıyorum ama, günlerdir uykusuz ve harap bir haldeyim. O gece dört saat daha sabit nöbetim var. Oradan da içtimaa çıkıp bütün gün eğitim vereceğim.

Lanet su deposu Everest gibi geliyor bana. O kadar yüksekte ve uzak ki, zamanında ulaşamazsam ceza alabilirim. Kalbim 130- 140 atıyor, o kadar koşmuşum. Çok fazla küfür haznem yoktur. Bu lüzumlu zamanlarda çok kötü bir şey, uyarayım. Ben de sürekli aynı küfrü –kahretsin– ediyorum. Sonra kendimce yeni küfürler icat ediyorum. Neyse, tüm gücümü toplayıp, doğruldum, zifiri karanlıkta birkaç adım attım. Sonra..

Hani şu ayıcıklı pil reklamı var ya, öyle bir şey oldu. Anlamadım ilk önce. O birkaç adımdan sonra ayaklarım yerden kesilmiş, yere düşmüştüm çünkü.

Önce beyin kanaması veya felç gibi bir şey geçirdiğimi düşündüm. Ayaklarımı hissedemiyordum çünkü. Bir saat öyle yatmışım yerde. Baygın değilim. Sadece ayaklarım hareket etmiyor. “Makkaar, Markeer!” diye ismimin muhtelif algılanış biçimleriyle sesleniyorlar, beni aramaya çıkmışlar. Sesim de çıkmıyor ki!

Bir süre sonra dizlerim titreyerek doğruldum. Basbayağı pilim bitmiş, bütün enerjim tükenmişti. “Ayaklarımın dermanı kalmadı” denen şeyin hakkını vermişim.

İşte o gece fiziki limitimi, limitlerimizin ne kadar altında bir hayat idame ettirdiğimizi öğrenmiş oldum.

Yazı da bitti zaten.


[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yorumlar (1)
  • Bence BMW !

    Bence BMW !

    8.03.2013 01:15

    bu memlekette kürtler ve dönmeler (kendilerine türk diyenler) 1915 Ermeni Süryani Rum hristiyan soykırımı ile yüzleşmeden rahat edemezler.

Yazarlar