Markar ESAYAN

Reform ve paradokslar...
29.03.2012
3072

Demokrasi tarihini çevreden merkeze doğru uzun bir yürüyüş olarak da tanımlamak mümkün. “Merkez” iktidarı, “çevre” ise halk kitlelerini temsil ediyor. Merkezdeki iktidar da, çevredeki halk kitleleri de yekpare değil, kendi içlerinde menfaat ilişkileri ve buna bağlı ideolojik, sınıfsal çeşitlilik içerisinde. Durumu daha da karmaşıklaştıran ise, merkez ve çevrenin birbirleriyle de ilişki içinde olması. Çatışma veya son yılların moda tabiriyle kutuplaşma denen şey bu esnada meydana gelen bir şey. Türkiye’de 2000’li yıllarla dinamikleşen, artık önü darbelerle kesilemeyen çevrenin merkeze yürüyüşü ile bu ilişkiler daha da karmaşık hale geldi ve kutuplaşma denen olgunun altını daha da çizdiği görüldü. Kutuplaşmaya, daha çok merkezle iktidar ve menfaat paylaşan statükocu kesimlerin olumsuz anlam yüklemesi aslında bu imtiyaz kaybı hissinden kaynaklanmakta.

Hâlbuki çatışma ve kutuplaşma dediğiniz şey, dinamik ve sağlıklı bir toplumda mutlaka olması gereken bir mevhum. Bu bir pazarlık, diyalog ve muhabbet süreci. Ülkenin nasıl yönetileceği, kaynakların nasıl paylaştırılacağı, bunlar yapılırken yöntemin nasıl tayin edileceği, tüm toplumsal kesimlerin üzerinde hak ve söz sahibi olmak istediği üretken bir durum. Sorun, demokrasinin anlamı olan bu mücadelenin hangi düzlemde yürütüldüğü... Merkezdeki konumunu korumak isteyen ulusalcı-statükocu kesimlerin bu yolda darbeleri bir yöntem olarak görmesi, vesayeti artık tarihe havale edecek demokratik reformları ise kendi varlıklarına bir saldırı olarak algılaması, parlamentodaki temsilcileri CHP’nin buna uygun bir strateji benimsemesi, eksik özne hatta nesne olmalarına yol açtı. Bu ise tam da bu kesimlerin zararına bir siyasetsizliği ima ediyor. Bu siyasetsizlik CHP tabanının bu önemli döneme neredeyse hiç damga vuramamasına yol açtı. Bu ise CHP’ye oy verenlerin eksik temsiliyetten doğan huzursuzluklarını arttırdığı gibi, AK Parti’de gittikçe artan özgüvene ters orantılı bir biçimde kompleks ve buna bağlı olarak öfkeyi arttırmakta.

Hâlbuki bu ülkede kalabalık bir CHP seçmeni var ve onların da herkes gibi bu ülkenin değişiminde, dönüşümünde söz söyleme, etkide bulunma hakkı olduğu kadar ciddi anlamda katkıları da olmalı. Lakin bunun eksik kaldığını, PKK ve Kürt konusunda bu eksikliğin ciddi anlamda faturasının ülkece ödendiğini görüyorsunuz. AK Parti, Kürt, PKK ve anayasa konusunda Meclis’i çalıştıramadığı ve sorumluluğu dağıtamadığı için hem risk almaktan çekiniyor, hem de keyfiliğe savruluyor. AK Parti ilkesel değil, konjonktürel bir demokratlık sergilediği için, tehdit altında olmadığı veya siyasi fayda riskleri bastırmadığı müddetçe reform yapma arzusu hissetmiyor. MİT-Yargı kriziyle Oslo sürecinin Erdoğan’ı Yüce Divan’a dahi götürebileceği ortaya çıkmışken, kısaca izahını yaptığım siyasetteki bu eksik rol dağılımının AK Parti’nin sırtına nasıl bir yük koyduğunu da teslim etmek gerekir. Ak Parti’ye istediğimiz kadar kızalım, ama diğer siyasi aktörler rolünü doğru biçimde oynamaz, sorumluluk almazken bu tablonun sadece bu partinin tercihleriyle istikrar kazanmasını bekleyemezsiniz.

Halkı kutsallaştıran yaklaşım bana göre olmadığı gibi, toplum mühendislikleri ile halkı küçümseyen ideolojilere de kutuplar kadar uzağım. Halkın, yaşamın içinde ve her türlü değişimin etkilerini menfi müspet kendi teninde hissediyor olması ile, en doğru siyasete yakın durma sağduyusuna sahip olduğuna inanırım. Osman Can ve Mümtaz’er Türköne ile reformların limiti üzerinden yaptığımız tartışmanın da özünü bu konu oluşturuyor. Tesbitim, AK Parti’nin siyaseten ilk döneminde seçmenlerini arkasından sürüklediği, son dönemde ise seçmenlerinin reform taleplerinin arkasında kaldığıdır. AK Parti’nin neden durduğunu izah etmeye çalıştım.

Ama hâlâ ortaya çıkan reformlardaki patinaj sorununun nasıl aşılacağı ile ilgili paradoks çözülebilmiş değil. Cumhuriyet, Tandoğan veya Hocalı mitinglerinde alanları dolduran da bu halk sonuçta. Erdoğan’ın kişisel karizması, halkta bulduğu derin kabul ve kişisel kefaletiyle, Apo’yla görüşmeyi veya onu asmayı, Ermeni açılımını veya Hocalı mitingindeki ırkçılığı aynı anda destekleyecek bir kitle psikolojisi yaratma gücünü nereye koyacağımızı, bunun limit ve Osman Can’ın tercihiyle kapasite kavramlarıyla ilişkisini merak etmeli miyiz? Erdoğan’ın halk üzerindeki bu dönüştürme gücünün kendisi, halk adına bir şeyler söylüyor mu bize? Ya da halkın kötünün iyisini tercih eden bir hikmetle mi bunu yaptığını tesbit edeceğiz? Siyasetin patinajı ile halkın ehvenişeri tercih etmesiyle yaşanan tıkanmanın bir çaresi olabilir mi?

Mesela, çokça duyulan bir tesbit olarak, “Türkiye siyaseti ve bu halk Avrupa Birliği gibi dinamolar olmadığı zaman özgün reform ateşini üretemiyor” tesbitini artık çöpe atarken, –ki buna gönülden razıyım– terazinin diğer kefesine neleri koyarsak anlamlı olur?

Milliyetçilik, Türk-İslam Sentezi ve mukaddesatçılık değil herhalde. Çünkü onlar öteki kefede...


[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar