Ümit Akçay

TCMB'den gelen itiraf
17.11.2025
14

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasının (TCMB) kasım 2025 tarihli enflasyon raporu, teknik bir metin olmanın ötesinde, ekonomi politikasının ekonomi-politik sınırlarını da yansıtan bir belge olarak okunabilir. Raporda enflasyonun 2025 sonunda yüzde 31-33, 2026’da yüzde 13-19, 2027’de ise tek haneli seviyelere ineceği öngörülüyor. Ancak tarih edilen bu patika, maliye politikasının sıkılaştırıldığı, kamu harcamalarının azaltıldığı ve ücret artışlarının sınırlı tutulduğu bir çerçeveye dayanıyor. Bu yönüyle rapor, fiyat istikrarı söylemiyle meşrulaştırılan bir kemer sıkma sürecinin teknik/ideolojik altyapısını oluşturuyor.

TCMB resmi açıklamasında, son iki ayda politika faizini toplam 350 baz puan indirerek yüzde 39.5’e çektiğini bildiriyor. Bu, görünürde bir ‘gevşeme’ olsa da, sıkı para politikasının sürdüğü vurgusu yineleniyor. Dezenflasyonun talep, kur ve beklenti kanalları üzerinden sağlanacağı iddiası, talebi baskılayan bir stratejiyi ima ediyor. Ancak raporun satır aralarında görülen temel sorun, dezenflasyon sürecinin üretim ve gelir bölüşümü üzerindeki etkilerine dair hiçbir değerlendirme içermemesi. TCMB, enflasyonu yalnızca parasal bir sorun olarak ele alırken, ücretlerin reel kayıplarını ve şirketlerin fiyatlama gücünü dışarıda bırakıyor.

‘Sıkı para’nın sınıfsal doğası

Bu çerçevede, TCMB Başkan Yardımcısı Cevdet Akçay’ın soru-cevap kısmındaki açıklamaları, Merkez Bankasının mevcut stratejisinin sınırlarını da açıkça ortaya koyuyor:

“Faiz yüksekken eğer şirketlerin finansman tarafında sisteme ihtiyaçları yoksa faizin yüksek olması sıkılık anlamına gelmiyor. Ne zamanki tamponlar eriyor ve şirketler fonlama tarafında sisteme muhtaç hale geliyorlar, yüksek faiz o zaman sıkılık anlamına geliyor.”

Bu değerlendirme, teknik olarak doğru bir tespiti içeriyor gibi görünse de, politik ekonomi açısından derin bir çelişki barındırıyor. Akçay’ın ifadesi, Türkiye’de “yüksek faiz = sıkı para politikası” denkliğinin otomatik olarak işlemediğini kabul ediyor.

Ancak bu itiraf, daha geniş bir yapısal çerçeveye yerleştirilmediği sürece yüzeyde kalıyor. Eğer şirketlerin ‘tamponları’ varsa, yani geçmiş dönemden devreden yüksek kârlılık, döviz stokları veya kamusal teşviklerle sağlanmış likidite fazlası mevcutsa, para politikası ne kadar yüksek faiz uygularsa uygulasın, bu sıkılık reel sektöre tam olarak yansımıyor demektir.

Bu durum, son yıllarda sermaye birikim sürecinde yaşanan ayrışmanın bir sonucu: Büyük ölçekli ve ihracata dayalı firmalarla, KOBİ’ler ve ücretli hane halkları arasındaki uçurum derinleşiyor (Bu ayrışmanın detayını merak eden okuyucuya, Krizin Gölgesinde En Uzun Beş Yıl: Türkiyede Kriz, Siyaset ve Sermaye kitabının ikinci bölümündeki açıklamaları incelemesini tavsiye edebilirim).

Döviz kredisi ayrıcalığı

Ayrıca döviz kredilerine erişimi olan firmalar için para politikasının ‘sıkılığı’ zaten bir anlam taşımıyor. Raporda da belirtildiği gibi, kur etkisinden arındırılmış yabancı para ticari kredi büyümesi yüzde 9.1 seviyesinde gerçekleşirken, toplam döviz kredisi hacmi tarihsel olarak rekor düzeye ulaşmış durumda. Çünkü döviz cinsinden kredilerin faiz oranı, TL kredilere kıyasla çok daha düşük. Bu durum, döviz finansmanına erişimi olan büyük firmalar için para politikasının fiilen gevşek olduğu, sıkılığın esas olarak TL olarak borçlanan küçük işletmeler ve hane halkları üzerinde yoğunlaştığı anlamına geliyor.

Dolayısıyla TCMB’nin sıkı para politikası, sınıfsal olarak asimetrik işliyor: Bir yanda para politikasının ‘sıkılığından’ kaçınabilen sermaye kesimleri ve yüksek mevduat faiziyle kazanç sağlayan finansal sermaye, diğer yanda yüksek borçlanma maliyetiyle karşılaşan reel sektör ile geliri enflasyon kadar artmayan ve borçlanma maliyetinin çok yüksek olduğu hane halkları. Kısacası, C. Akçay’ın sözleri, hem banka yöneticilerinin kendi başarısızlıklarına kılıf bulmak için yaptıkları açıklamanın bir itiraf niteliğinde olması, hem de bu açıklamanın yapısal eşitsizliğin üzerini örterek, para politikasını teknik bir zamanlama sorununa indirgemesi açısından dikkat çekicidir.

Mali disiplin vurgusu

Rapora dönersek, dikkat çeken bir diğer husus, para ve maliye politikası arasındaki ‘eş güdüme’ yapılan vurgu. Bu vurgu aslında mali disiplin çağrısı anlamına geliyor. Orta vadeli programda bütçe dengelerindeki iyileşmenin ‘Harcamalardaki azalışla sağlanacağı’ açıkça belirtiliyor. Bu, enflasyonla mücadele bahanesiyle sosyal harcamaların, kamu yatırımlarının ve ücret artışlarının kısıtlanması anlamına geliyor. Merkez Bankası, bu yaklaşımı ‘Dezenflasyonun desteklenmesi’ olarak tanımlıyor, ancak bu, emek gelirlerinin reel olarak bastırılmasına dayalı bir istikrar stratejisidir.

Dezenflasyonun sınıfsal maliyeti

Kısacası, enflasyon raporu 2025-IV, sermaye birikim sürecinde yeni bir denge arayışını temsil ediyor. Yüksek faiz ve düşük ücret politikasıyla ithalat bağımlı üretim modeli yeniden istikrara kavuşturulmak isteniyor. Ancak bu strateji, üretim kapasitesini artırmadan, emek gelirlerini kısmaya ve iç talebi daraltmaya dayandığı için sürdürülebilir bir büyüme yolu sunmuyor.

Sonuç olarak, raporun çizdiği dezenflasyon patikası, ekonomik sorunların nedenlerini değil, sonuçlarını yönetmeye yönelik bir çabadır. Enflasyonu kalıcı olarak düşürmenin yolu, ücretlerin bastırılması değil, üretim yapısının dönüştürülmesi, tarım ve sanayi politikalarının yeniden kamusal temelde planlanmasıdır. Fakat mevcut strateji, Türkiye’nin küresel finansal hiyerarşideki bağımlı konumunu yeniden üretmekten başka bir sonuç doğurmuyor.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar