Ural ATEŞER

KUŞBAKIŞI...
25.08.2015
2172

 Nesimi’nin  “kâh çıkarım gökyüzüne seyreylerim âlemi…” sözlerindeki gibi, her şeye kuşbakışı bakmak bazen oldukça iyi… Arada sırada yapmak lazım… İnsanın kendisiyle hesaplaşması, etrafını değerlendirtmesi, kendi eylemlerini, duruşunu gözden geçirmesi için böyle “molalar” hem dinlendirici, hem de öğretici oluyor…

***

Dün sevdiğim bir genç arkadaşım telefon etti… “Yeni gelişmeler hakkında” ne düşündüğümü sordu… Şaşırdım… “Yeni” olan neydi ki… Gerçekten soruyu anlayamadım… Uzun uzun sohbet ettik telefonda ve bence “yeni” bir şeyin olmadığını anlattım… Bana Münir Aktolga’nın yeni yazısını okuyup okumadığımı sordu… Okumamıştım, ama hemen ondan sonra, hem Münir’in, hem de Münir’le müşterek dostumuz Gülay Göktürk’ün yazılarını “marmarayerelhaber.com”da buldum ve okudum… Bence Türkiye bundan daha iyi analiz edilip yorumlanamaz… Münir tam noktayı koymuş… Yazının tamamını okumanızı öneririm… Ama son cümlesi var ki Münir’in, burada tekrarlamadan edemeyeceğim:  “… Savaşı kim mi kazanır  diyorsunuz? Bu savaşı ne AK Parti kazanır, ne de PKK!... Bu savaşı -bir tür pirus zaferi olarak- DEVLET kazanır!... Çünkü bu kez -son defa olarak-  kaybetmek için önce kazanması  gerekiyor onun!... Bizlere de belirli bir maliyeti ödemek kalıyor tabi!… Çünkü, fincancı katırları tepişirken arada fincanlara da oluyor olan!... Ama ne yapalım, toplumlar neyin-nelerin olmayacağını, neyin-nelerin yanlış olduğunu  görerek-yaşayarak ÖĞRENİYORLAR…Ve de öğrenerek-öğrendikçe ergenlikten çıkıp büyüyorlar!!..” (http://www.marmarayerelhaber.com/munir-aktolga/36793-kurt-sorunu-sadece-kurt-sorunu-degildir) Türkiye’nin yenilenmesinin iki toplumsal dinamiği, birlikte demokratik ufuklara yelken açacaklarına birbirlerini yiyerek, Münir’in çok güzel ifade ettiği sonuca götürüyorlar ülkeyi... Başka üslupla aynı noktada birleşmek güzel… Hele de 50 senenin üzerinde bir dostluğun içindeki iki insan için, çok keyifli…

***

Selçuk Uzun’un “Leontides ailesi” ile ilgili yaptığı çok değerli çalışmalar baya yol almışken, elimize geçen yeni belgeler ve fotoğraflar, ailenin neredeyse 200 seneyi bulan hikayesini zenginleştirmeye devam ediyor… Günlük siyasi didişmelerin, yazıların, kaygıların arasında bir türlü vakit bulup da bir solukta okuyamadığım  kitapları okuma fırsatı buldum bu arada… Birkaç sene önce okuyup bir kenara bıraktığım küçük hikayeyi tekrar okuma isteği içindeydim…  Fethiye Çetin’in “Anneannem” adlı kısa anı eseri, "beni tekrar oku" diye sesleniyordu uzun zamandır… Bu memlekette kaç kişi yaşamıştır  Fethiye Çelik’in yaşadığını acaba… Ben yaşadım… Çok sevdiğin bir insanın, bu hikayede olduğu gibi örneğin sevgili anneannenin kendisine ait olmayan bir kimlikle mezara konulup sonsuzluğa “isimsiz” olarak gönderilmesini bu topraklarda kaç kişi yaşamıştır acaba diye düşünmeden de edemedim… Çok gerilere annemi kendi ellerimle mezara yerleştirdiğim gün tekrar geçti gözlerimin önünden… Hala mezar taşında kendisine zorla iliştirilen bir isim ve -tek doğru olan- kocasının soyadı yazan bir mezarda sonsuzluğa uğurladığımız annemin öldüğü gün… Kimden doğduğu ve babasının kim olduğu bile doğru ifade edilmeyen bir dinsel törenle mezara yerleştirdiğim annemin ölüm günü…

***

Yine sevgili bir insanın hediyesi olan kitabı tekrar okuma fırsatı buldum… Bölük pörçük, uzun zaman içerisinde okunan kitapların insanda bıraktığı izler silinip gidiyor… Bu sefer bi solukta ve sindirerek okuduğumda daha bi kavradı beni bu roman…  Atina ve Ankara hükümetlerinin, 1 Mayıs 1923’de anlaştıkları müşterek kararlarıyla mübadele adıyla Anadolu’dan Yunanistan’a, Yunanistan’dan Anadolu’ya sürülen, topraklarından koparılan yüzbinlerce insanın hikayesidir Canan Tan’ın “Hasret” adlı romanı…  Anadolulu bir Rum ailenin kızıyla, yine Anadolulu bir Türk beyinin oğlu arasındaki sevdayı anlatılır… Aynı toprakları, aynı gelenekleri paylaşan insanların arasına düşmanlık tohumlarının nasıl ekildiğini anlatır bu hikaye… Hüzünlüdür, bütün “ötekilerle” yaşanan sevdalar gibi… Bana genç Osmanlı delikanlısı Türk Ahmet Cevdet’le, yine bir Osmanlı Rum ailenin kızı olan Anna’nın hikayesini yaşattı yeniden… Aynı hüznü yaşamadılar Anna ile Ahmet Cevdet… Ama bu hikayenin de bir bedeli vardı ve Anna önce inancını, sonra da kızı bir astsubayla evlenebilsin diye ismini kurban etmişti bu hikayede…

***

İnsan kendisiyle yalnız kaldığında, çok şeyi yeniden değerlendirebiliyor… Hani, günlük hayatın hara-güresi içinde dert ettiğimiz, sanki dünyanın sonuymuş gibi bizi üzen, tasalandıran şeyler vardır ya… İnsan kendisiyle başbaşa kaldığında, bunların çoğunun bir aspirini bile gerektirmeyecek küçük “baş ağrıları” olduğunu idrak ediyor… Yaşamak o kadar güzel ve önemli ki, bu güzelliği ve önemi fark etmek gerekiyor… Bana bir haftalık “mola” yetti yeniden güç kazanmam ve bu güzelliği yeniden keşfetmem için… Bu arada beni çeşitli yollardan arayan, hatırımı soran tüm dostlarıma teşekkür ederim… Hayat kalabalıkken daha güzel…

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar