Halil BERKTAY
[9 Şubat 2016] Birkaç şey bir araya geldi. AK Parti’nin önündeki dar ve geniş çizgi sorunlarını, özellikle de bu kavşakta farklı düşündüklerine hayli sert ve çığırtkan bir şekilde saldırarak fiiliyatta dar çizgiciliği savunanların -- deyim yerindeyse, AKP’nin aşırı sekterleri ve “sol” sapmacılarının -- arzettiği tehlikeyi, benim içinden çıkageldiğim, dolayısıyla hem kendi hayat tecrübemle, hem sonra yılllar boyu tekrar okuyup araştırmak suretiyle bir tarihçi olarak da çok iyi tanıdığım Marksist sol geleneğin serüveninden örneklerle anlatmaya çalışıyordum (bkz “Çizgi” nedir? “Dar” ve “geniş” çizgiler neye yarar?(30 Ocak); Aydınlar ve dar çizgiciler (7 Şubat 2016)). Tesadüf, bir yandan da CHP’de bir Atatürk resmi sorunu yaşanmaktaydı. Bir milletvekili odasındaki (TBMM demirbaşı) Atatürk resmini indirmiş mi, indirmemiş mi? Geçici olarak mı indirmiş, kazara mı, temizlik ve tamirat amacıyla mı, yoksa “kasıtlı” olarak, yani “reddi miras” anlamında mı? Kimmiş bu; ismi açıklanmalı mı açıklanmamalı mıymış? Nasıl olur da böyle bir leke CHP’ye sürülebilirmiş? Resmi indiren mi, olayı bir bakıma ihbar eden ama failin adını vermeyen mi, yoksa her ikisi mi partiden atılmalıymış?
24TV’de, 6 Aralık’tan bu yana Pazar geceleri Zeynep Türkoğlu’nun moderatörlüğünde yaptığımız iki saatlik Serbestiyet programında, geçen gün (7 Şubat) bu konu da açıldı. Bunun nasıl bir fetişizm, bir tür totemizm veya putperestlik olduğunu konuşurken, Türkiye’ye özgü olmadığını da vurgulamak ihtiyacını duydum. Bunu biraz açmak istiyorum. Çağdaş siyasette, (sonradan) “kişi kültleri” veya “kişiye tapma kültleri” adı verilecek olan yeni bir fenomenin uç vermesi, herhalde 19. yüzyıl başlarına dayanır. Öncelikle Napolyon, yükselişi, darbeleri, fütuhatı ve karizmasıyla o dönemin kollektif muhayyilesi üzerinde muazzam bir etki yapmış; beyaz atının üzerinde, bütün bir kıtanın kaderini elinde tutan tek adam imajıyla, ister Hegel’in “dünya tarihine yön veren büyük bireyler” (world-historical individuals), ister Carlyle’ın “kahramanların ve kahramanlara tapmanın rolü” (heroes and hero-worship) teorilerinin ilham kaynağı olmuştu. Üzerine, Romantizmin “topluma meydan okuyan yalnız [hattâ şeytanî] deha” idealizasyonu bindi; üzerine Nietzsche’nin “üstün adam”ı (übermensch) bindi. Böylece modernite, bir yandan daha fazla demokrasi ve kitleselleşme yönünde ilerlerken, diğer yandan da bu eğilimin tam zıddında, liberalizmin ve demokrasinin yıkıcı, milleti bölüp parçalayıcı sayılan etkilerine karşı, toplumu veya milleti sırf irade gücüyle bir arada tutabilecek Tek Adam veya Büyük Lider, Führer arayışlarını doğurdu.
Bu eğilim sadece sağı etkilemedi; hem sağın hem solun militan mobilizasyon, dolayısıyla disiplin ve otoriterleşme arayışlarına yansıdı. Nitekim Marksist sosyalizmin gelişme sürecinde, ilk defa bizzat Marx, 10 Kasım 1877’de Wilhelm Blos’a hitaben yazdığı bir mektupta, gerek kendisinin gerekse Engels’in popülarite aramaktan ne kadar uzak olduklarını; nitekim [İkinci] Enternasyonal’in kuruluşu sırasında kendisi etrafında inşa edilmek istenen Personenkultus’a, “kişiye tapma kültü”ne ne kadar şiddetle karşı çıkıp bu tür bütün girişimleri önlediğini, biraz yana yakıla anlattı. Sonrasında, bu tür kavram ve uygulamalar, evet, bir dönem boyunca daha çok aşırı sağa damgasını vurdu. Etnik Alman kökenli, Estonyalı düşünür (Kont Hermann Alexander) von Keyserling (1880-1946), Sosyal Darwinizmden hareketle, “doğuştan yönetmeye lâyık” olduğunu savunduğu özel bazı “yetenekli birey”lerin” hükmetme hakkını savunmak için, (Nazilerden çok önce)Führerprinzip (liderlik ilkesi) kavramını formüle etti. Avusturyalı aşırı Alman milliyetçisi, Pan-Cermanist Georg von Schönerer (1842-1921), formel bir ünvan olmasa da, parti üyeleri ve taraftarlarının kendisine Führer diye hitap etmesini istedi. Proto-faşizmin bu habercileri Hitler’i derinden etkiledi. Nitekim liderlik kültü, ilkin ve en kaba, en hoyrat şekilleriyle İtalyan Faşizmi ve Alman Nazizminde doruğa çıktı. Il Duçe’liği (“dük”lüğü, senyörlüğü, lordluğu) benimseyen Mussolini’yle birlikte, özellikle Hitler, Führer (Önder, Lider) deyimini önce parti başkanlığı, iktidara gelince de birleşik devlet-hükümet başkanlığı biçiminde resmîleştirdi. Kendi etrafında, her türlü sembol, bayrak, marş, selâm, madalya, arma ve diğer ritüellerle dokunmuş, inanılmaz derecede mistik, irrasyonel, kitleleri kendilerinden geçirip heyecan ve hezeyana sürükleme kudretine sahip bir kült yarattı.
Öte yandan, olanca kötücüllüklerine karşın İtalya’da Faşizm ülkenin bütününde 21 yıl (1922-43), Almanya’da Nazizm ise topu topu 12 yıl (1933-45) ayakta kalabildi. Başka bir deyişle, bu süreler içinde insanlığa ne kadar benzersiz acılar çektirdikleri bir yana, son tahlilde ikisi de görece kısa ömürlü oldu. Oysa solun diktatörleri ve etraflarındaki lider kültleri, zamana ve muhalefete çok daha uzun süre dayandı. Bunda, söz konusu rejimlerin mutlak ve a priori bir ideolojik belirlenimden çok sosyo-ekonomik koşullardan türemesinin de herhalde önemli payı var. İki dünya savaşı arasındaki dönemde, örneğin eski Çarlık Rusyası ve yeni Sovyetler Birliği, ya da eski Osmanlı İmparatorluğu ve yeni Türkiye Cumhuriyeti gibi bazı ülkelerde, “gecikmiş ve geri kalmışlık” hissi, hızlandırılmış bir “yetişme”ciliği besledi. İster komünist, ister komünist olmayan (Kemalist) bir milliyetçi-devletçi, otoriter-modernist çerçevede, cebrî bir yürüyüşle, bir “marş marş”la (on the double) “muasır medeniyet seviyesine yetişme” çabası, yukarıdan aşağı büyük bir şiddet uygulamasıyla elele gitti.
Bu da gene olağanüstü bir iktidar konsantrasyonunu gerektirdi. Sovyetler Birliği ve sonra Sovyet örneği üzerine kurulan diğer parti-devlet rejimlerinde, önce parti kongresi aslî meşruiyet kaynağı sayıldı. Fiiliyatta ise iktidar habire yukarı ve daha yukarı, sınırlı ve daha sınırlı organlara kaydırıldı; merkez komitesi, sonra politbüro, sonra politbüro daimî komitesi, nihayet birinci/genel sekreter (SBKP – Stalin, Kruşçev, Brejnev) veya başkan (ÇKP – Mao), son tahlilde partiden kaynaklanan bir meşruiyet temelinde, neredeyse monarşik bir “mutlak muktedir”e dönüştü. Stalin’in ardından ilk defa Kruşçev, bu olayın 19. yüzyıl arkaplanı ile de bağlantı kuran adını koydu. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin Yirminci Kongre’sinin son günü olan 25 Şubat 1956’taki kapalı oturumda, Kişi Kültü ve Sonuçları başlığıyla özel bir rapor sundu. “Stalin’in suçları”nı kabul, teşhir ve mahkûm etti; “sosyalist legalite”nin ayaklar altına alınmasını “kişiye tapma kültü”nün (kul't lichnosti) gücüne bağladı. Böylece bu kavram, günümüz siyasî literatürüne âdetâ yeniden girdi ve benzer olayları karşılaştırmalı biç,imde gözden geçirmek için elverişli bir çerçeve sundu. Marksizm-Leninizm kadar sert çekirdekli bir teori ve o kadar katı bir “öncü parti” üzerinde yükselmese, dolayısıyla görece daha esnek, daha ampirik-pragmatik kalsa bile, Kemalizmin de üstün otoriteyi “Ebedî Şef” Atatürk ile “Millî Şef” İnönü’nün şahıslarında yoğunlaştırdığını görüp anlamak, biraz bu yaklaşımla mümkün oldu, ya da yerli yerine oturdu. 1945’ten sonra da, gerek Doğu Avrupa’nın Sovyetizasyonu, gerek Çin ve Küba gibi çok daha otantik devrimler, gerekse de-kolonizasyon ve Üçüncü Dünya’nın yükselişi bağlamlarında, aynı morfoloji tekrar tekrar gözlendi. “Halk demokrasileri”nde Tito, Enver Hoca, Çavuşesku ve Kim İl-sung (sonra Kim Jong-il, sonra Kim Jong-un); Afrika’da Robert Mugabe; Arap ülkelerinde Nâsır, Saddam Hüseyin, Hafız Esad, Muammer Kaddafi, hep böyle kült-odaklı liderler haline geldi. Ulu Önder’in her yaptığı, her aşamada doğru sayıldı. Kitaplara geçti, yazıya döküldü. Nutuk (1927), Millî Mücadele sırasında ve sonrasında, bütün kritik noktalarda en doğruyu sadece Mustafa Kemal’in gördüğü, başka herkesin ise derece derece yanıldığı, en azından bocaladığı iddiasını döne döne işledi. (Farklı anlatımlar, örneğin Kâzım Karabekir’in İstiklâl Harbimiz’i ise 1933’te toplatıldı, yasaklandı, birinci kaynaklarına el kondu, yazarı yıllarca polis takibinde tutuldu.) Nutuk’la aynı doğrultuda, Lenin’in ve Lenin’le birlikte Stalin’in yanılmazlığı, SBKP (B) Tarihi’ne; Enver Hoca’nın yanılmazlığı, Arnavutluk Emek Partisi Tarihi’ne damgasını vurdu.
Gelelim bugüne. Son haftalarda CHP’yi dünyanın ve Türkiye’nin gerçek gündemlerinden koparacak derecede uğraştıran resim olayı, işte böyle bir düşünsel mirasın kalıntısı. 1920’ler ve 30’ların kurucu ideolojisi, yarattığı Tek Adam’ın etrafına bu tür sembol ve törenselliklerden oluşan bir kişi kültü ördü. Gene de Türkiye bu açıdan biraz şanslı sayılır. Tarihsel gerçeklerin manipülasyonu, daha çok siyasî metinlerle, basınla, ders kitaplarıyla sınırlı kaldı. Bunların da büyük bir ikna ve yanıltma gücü vardı ve vardır, kuşkusuz. Ancak görsel kanıt ve tanıklıkların etkisiyle karşılaştırılamaz. İngilizcede, ilk 1911-1913 yıllarında zuhur ettiği söylenen bir deyiş vardır, “bir resim bin kelimeye bedeldir” diye (a picture is worth a thousand words). Zamanın gazetecilerinin, bir gazetecilik ilkesi olarak ortaya attığı anlatılır. Gerçekten de özellikle fotoğraflar zihnimizde kuvvetle yer eder; belirli bir tartışılmazlık ve inkâr edilmezlik izlenimi uyandırır.
Peki, ya fotoğraflarla dahi sistematik olarak oynanırsa? İktidar katındaki her kavga, her yeni bölünme, liderin etrafındaki her değişme ve ayrışma, görsel kayıtların da habire değiştirilmesine; gerçeğin ta kendisi gibi düşünmeye alıştığımız fotoğraflardan bazı kişilerin çıkmasına, bazılarının ise yer değiştirmesine yansırsa? Reel politikadaki tasfiye hareketlerine, arşiv ve albümlerdeki tasfiyeler eşlik ederse? Elbette her rejim altından kalkamaz böyle bir sahtekârlığın. İktidarın çok kapalı, çok monolitik olmasını; basın yayın üzerinde son derece katı, sızıntısız bir tekel uygulanabilmesini gerektirir. Cumhuriyet tarihinde, Tek Parti döneminde bile söz konusu değildir, böyle bir teknolojik tekel ve böyle bir su geçirmezlik. Ama Stalin döneminin Sovyetler Birliği’nde mevcuttur ve sonuçları, sosyalizm tarihin en acı, zira en yalancı, en ikiyüzlü, en zavallı ve grotesk sayfaları arasında yer almayı hak eder.
Tepedeki başlık resmine iyi bakın lütfen. Tarih 7 Kasım 1919... mu dersiniz? Üstte, ortada görülen Lenin’in iki yanında bazı boşluklar var mı sizce? Voldemort’tan çok daha zalim yöntemlerle hayattan ve fotoğraftan silinmiş bazı hayaletler, yerlerine geri dönmeye çalışıyor olabilir mi? Bu soruların cevabı, bizi, şu “resim” olayı ile “dar çizgicilik” olayının kesişme noktasına; dar çizgici sektarizmin geçmişi ve bugünü değiştirme çabasının nerelere varabileceğine getirir.
Yazarlar
-
Nevzat CİNGİRTBürokrasi, tarımın gerisinde kaldı 28.10.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUÇözümün kolaylaşması isteniyorsa… 28.10.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNMenzile doğru bir adım daha 28.10.2025 Tüm Yazıları
-
Taha Akyol‘Süreç’te yeni safha 28.10.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİREN“İnsanın ümüğüne bu kadar çökülmez…” 28.10.2025 Tüm Yazıları
-
Selva DemiralpFed mi, TCMB mi? Çetrefilli bir soru, ironik bir cevap 28.10.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciFaizi MB’mi yoksa Adliye mi belirliyor? 28.10.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZPKK’nın son açıklaması: Süreç devam ediyor, ama nasıl ? 28.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mehveş EVİNBu bir haber değildir: Türkiye, doğal alan kaybında birinci 28.10.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUTrafik, yargı ve casusular 28.10.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİİmamoğlu'na casusluk tutuklamasının akla getirdikleri 28.10.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞHamdi Ulukaya (Çobani) en zengin Türkiyeli seçilmesi üstüne... 28.10.2025 Tüm Yazıları
-
Seyfettin GürselMerkez Bankası zor bir viraja girdi 28.10.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNPKK’nin çekilme hamlesi ne anlama geliyor? 27.10.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRBatı’nın krizi, küresel düzenin çözülüşü: Türkiye için dönüm noktası üzerine senaryolar ne? 27.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluÇözüm süreci… Yüzlerde hâlâ niye kaygı ifadesi var? 27.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanBöyle giderse bu tren bu tünelden çıkmaz 27.10.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞURPKK neden Schrödinger'in kedisine benzedi? 27.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞALTINA, DÖVİZE BAK GÖR HALİNİ… 27.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünAsker göndermek ya da göndermemek… 26.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEÇete savaşı mı? 26.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYABarışın Halklaşması ve Demokratik Toplum Sürecine Çağrı... 26.10.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit Akçayİstikrarsızlık üreten istikrar programı 26.10.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CANNereye doğru gidiyoruz? 26.10.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçYoğurtsuz, tereyağsız ve tavuk etiyle iskender kebap olur mu? Olur ama… 26.10.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKTürkiye’de milliyetçiliğin reformu meselesi 26.10.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKDünyanın araf dönemine denk gelen Türkiye’nin çözümü 25.10.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasHukuk binasını yıkmayın efendiler 25.10.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUKronik siyaset bunalımı… 25.10.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan TuğalProtestolar Amerika’yı sallıyor (mu?) 25.10.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet Berkan‘Büyük iddialar, büyük kanıtlar gerektirir’ 25.10.2025 Tüm Yazıları
-
Etyen MAHÇUPYANKemalizm mi daha ‘iyi’, (Yeni) İttihatçılık mı? (2) 25.10.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇİki din, iki tanrı tasavvuru 23.10.2025 Tüm Yazıları
-
Doğu ErgilBir toplum geleceğe nasıl hazırlanır? 23.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİTürkiye’nin dilleri, İslam’ın lehçeleri, Allah’ın ayetleri 20.10.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin SönmezKültürel hegemonya: “Hay Bin Yakzan” bize ne söyler? 19.10.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜRMilyonlarca dolarlık LPG filosu ve otel zinciriyle Paramount operasyonunun en dikkat çekeni: Şaban K 19.10.2025 Tüm Yazıları






































Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
10.03.2025
8.03.2025
8.03.2025
6.03.2025
10.02.2025
29.01.2025
25.01.2025
16.01.2025
24.12.2024
20.11.2024