Alper GÖRMÜŞ

Misyoner ‘tehdidi’, MGK, MİT, Ergenekon (1)
15.06.2012
5139

 Ne zamandır ortalıkta tuhaf bir hava oluştu: Özel yetkili mahkemeler üzerinden yürüyen tartışma, Türkiye’nin darbeli, karanlık geçmişini hatırlatmayı ve o geçmişle hesaplaşmayı kararlılıkla savunmayı neredeyse “ayıp” bir şey haline getirdi.

Bu çerçevede ortaya çıkan ve birçok karanlık noktayı birbirine bağlayarak o geçmişi aydınlatmada önemli roller oynayabilecek yeni bulgular, bu hava nedeniyle fazla bir heyecan yaratmıyor. Mesela Malatya’daki Zirve katliamına dair yeni iddianameden sızan bilgiler ve gazeteci Adem Yavuz Arslan’ın yeni kitabı tam böyle bir duruma işaret ediyor.

Ortaya çıkan yeni bilgiler başlıca üç noktaya işaret ediyor: a) 2002-2007 arasındaki azınlıklara ve misyonerlere karşı kampanya, “ciddi” derin devletle “süfli” Ergenekon şebekesinin yollarının en fazla kesiştiği alandır, b) İşte bu nedenle asıl Ergenekon davası Zirve davasıdır, c) Hrant Dink cinayeti çözülecekse eğer, bu noktadan gidilerek çözülecektir.

Bugün ve salı günü, 2003-2007 arasındaki kampanyayı ve bu kampanyanın aynı dönemdeki darbe girişimleriyle bağlantısını ele alan iki yazı kaleme alacağım.


Korkutarak “kafes” içinde yaşamaya razı etmek!

Türkiye’nin “normal” bir demokrasi olmasını istemeyen darbeci-vesayetçi güçlerinin siyasi“proje”lerine toplumun bir bölümünü de katmak için kullandıkları temel motif artık bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı: Muhtelif korku nesneleri üreterek toplumu paralize etmek, bu arada en fazla korkmuş kesimleri kendi ürettikleri güvenlikli “kafesler” içinde yaşamaya razı etmek (yani ölümü göstererek sıtmaya “eyvallah” dedirtmek). Bu üretilmiş rıza, en iyi ifadelerinden birini “Türkiye darbeyle 20 yıl geriler, irticayla 100 yıl” şeklindeki internet vecizesinde bulmuştu.

2002’de Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) iktidara gelene kadar temel olarak iki korku nesnesi etkili bir biçimde kullanılmıştı: İrtica ve bölücülük.

Gerek AK Parti’nin bu alanların darbeciler-vesayetçiler tarafından sömürülmesinin önünü tıkayacak siyasetler uygulaması, gerekse de bu eski korku nesnelerinin çiğnene çiğnene etkisini kaybetmiş olması, 2002’den sonra yeni korku nesnelerinin toplumun “kullanımına” sunulmasını gerektirdi.

İşte 2003-2007 arasında Hıristiyan misyonerlere ve azınlıklara karşı yürütülen büyük kampanya bu ihtiyaç doğrultusunda tasarlanıp piyasaya sunuldu ve hepimizin bildiği gibi bu operasyona zaman zaman kanlı tuzaklar da eşlik etti.

Geçtiğimiz günlerde tamamlanıp mahkemeye sunulan Malatya Zirve katliamı iddianamesi ve gazeteci Adem Yavuz Arslan’ın yeni çıkan kitabı Ergenekon’un Zirvesi, Hıristiyan misyonerlere ve azınlıklara karşı yürütülen kampanyanın kodlarını çözmede yeni ipuçları sunuyor.

Önceki bilgilerimiz ve ortaya çıkan yeni bilgiler, 2003-2007 arasındaki kampanyanın a) doğrudan doğruya devletin en yüksek karar organı olan Milli Güvenlik Kurulu kararıyla ve inisiyatifiyle başlatıldığını, b) Milli İstihbarat Teşkilatı’nın, kampanyanın kanlı tuzakları dâhil işin içinde olması ihtimalini güçlendirdiğini, c) Ergenekon teşkilatıyla devletin kampanyayı işbirliği içinde kotardığını gösteriyor.

Yani 2002’den sonra AK Parti’yi devirmek amacıyla yürütülen faaliyetin esas damarını misyonerlere ve azınlıklara karşı kampanya oluşturuyordu ve çok tuhaf bir biçimde AK Parti, üzerinde derinlemesine düşünmediği ve refleksleriyle hareket ettiği için, hiç değilse başlangıçta kampanyanın bir parçası olarak davrandı ve onu destekledi. (Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, bu kampanyanın en cüretkâr eylemi olan Hrant Dink cinayetinden birkaç saat sonra sarf ettiği şu cümleler bu açıdan çok manidar:“Kanlı ellerin bu kez Dink’i seçmiş olması son derece manidardır. Özellikle bazı ülkelerde sözde Ermeni soykırımı iddialarının gündemde olduğu günlerde bu cinayetin işlenmiş olmasını manidar buluyoruz.”)


“Tehdit piramidinin en tepesinde azınlıklar bulunmaktadır”

Her şey MGK’nın 2004’te “misyoner tehlikesi ve tehdidi”ne karşı mücadelenin bir devlet politikası olduğunu ilan etmesiyle başladı.

Aslında ortaya atılan yeni korku nesnesi, doğru varsayımlara ve iyi hesaplanmış tepki-beklenti tahminlerine dayanıyordu.

Yukarıda da anlatmaya çalıştığım gibi eski korku nesneleri bayatlamıştı ve iş görmüyordu. Yeni bir korku nesnesi bulunmalı ve toplumun mümkün olduğu kadar geniş bir kesimi buna tepki vermeliydi.

Azınlık ve misyoner “tehlikesi”, bu ihtiyacı mükemmel bir biçimde karşılayabilecek, dâhiyane diyebileceğim bir keşifti. Çünkü böylece hem “Bu işin arkasında Türkiye’yi bölmek isteyen AB ve ABD emperyalizmi var” propagandası üzerinden laik-ulusalcılar, hem de “İslam dinini Hıristiyanlığa karşı koruma” hassasiyeti üzerinden Müslüman dindarlar mobilize edilebilecekti.

Plan muhteşemdi, uygulama da hiç fena gitmedi. Hatta Başbakan ve AK Parti dahi tavlanmıştı! Darbe Günlükleri’nin 23 Ocak 2004 tarihli bölümünde anlatılan, benim de 5 Nisan 2011 tarihli yazımda aktardığım bir MGK toplantısı, bunu açık bir biçimde gösteriyordu.

AK Parti kısmen görevi saydığı “dini korumak”, kısmen de iktidarının başında MGK’da askerlerle ortak bir noktada buluşmuş olmanın sevinciyle “misyonerliğe karşı kampanya”nın ardındaki planı sezemedi. “Devlet aklı”nın bir ürünü olarak ortaya konan yeni tehlike konsepti ise bu arada hızla devletin ve toplumun kılcal damarlarına yayılıyordu.

Ergenekon davasının belgeleri arasında yer alan, Ergenekon tutuklusu Sevgi Erenerol’un 2006’da Genelkurmay’da ve Hava Kuvvetleri Karargâhı’nda subaylara verdiği “misyoner tehlikesi”brifingindeki sözler, işlerin nerelere kadar vardığını gösteriyordu:


“Misyonerlik her ne kadar bir din değiştirme olarak biliniyorsa da siyaset satrancının bir piyonudur. Tek amaç din adına bu toprakların ele geçirilmesidir. İstanbul’un 2010 Kültür Başkenti ilan edilmesi de bu ekümeniklik meselesinin bir parçasıdır. Bu yüzden son yıllarda Bizans görünümlü bir tarihi yapılanma başlatıldı. Restorasyonlar hızla sürdürülmektedir. Bu şekilde devletin parçalanma süreci de başlatılacaktır. İstanbul’u ayrı bir İstanbul devleti olarak yapılandırmaya gitmektedirler.”

Şu muhteşem tesbit de Sevgi Erenerol’un: “Ülkenin bölünmez bütünlüğüne yönelik tehditler bir piramit arz ederse, bunun en tepesinde azınlıklar bulunmaktadır.”

 


Anti-misyoner kampanyanın temel hedefi

2004-2006 arasındaki yoğun propaganda, “AB ve ABD emperyalizmine karşı mücadele ettiklerini” söyleyen ulusalcılarla, “İslam dinini koruduklarını” söyleyen dindarlar arasında etkili olmuştu ama, kampanya bu hâliyle Batı’da arzu edilen hassasiyeti uyandırmakta yetersiz kalıyordu. Gerçi kampanyanın müsebbibinin olağan suçlu “irtica” ve dolayısıyla AK Parti olduğu kanısı Batı’da yerleştirilmişti ama, nihayet yürütülen bir ideolojik mücadeleydi ve şiddet içermediği sürece Batı’dan fazlaca bir itiraz gelmiyordu.

İşte ülkedeki Hıristiyan azınlıklara ve sayıları birkaç yüzü bile bulmayan Hıristiyan misyonerlere karşı şiddet içeren eylemli protestolar esas olarak bu ihtiyacı karşılamak üzere uygulamaya sokuldu. Amaç, Türkiye’de “irtica”nın nihayet harekete geçtiği ve onlara karşı duracak yegâne gücün ordu olduğu fikrini, “beyinleri demokrasiyle sulanmış, Türkiye’nin gerçeklerinden bîhaber saf Batılılar”a ispat etmekti.

Ergenekon davasının başlamasıyla birlikte anti-misyoner kampanyanın bıçakla kesilmiş gibi bitmesinin anlamı üzerinde ne kadar dursak azdır.

Ben daha önce yazdığım yazılarda, AK Parti’nin düzenlenen kampanyanın gerçekte kendisine karşı olduğunu, bir ihtimal kampanyanın şiddet ayağının uygulamaya konmasından sonra anlamış olabileceğini belirtmiştim. Fakat bunları yazarken, Hrant Dink’in öldürüldüğü gün, cinayeti“Avrupa’daki Ermeni soykırımı tartışmaları”na bağladığını bilmiyordum, daha doğrusu bunu unutmuştum. Geçtiğimiz günlerde Bahattin Cal adlı okurumuz hatırlattı, döndüm baktım, hakikaten tam olarak öyle demiş.

Bu bilgiyle birlikte şimdi artık, Başbakan Erdoğan’ın 2007’de bile azınlıklara ve misyonerlere karşı kampanyanın esas muhtevasını idrak edemediğini düşünüyorum.

Peki şimdi? Yani Ergenekon davasında, Zirve davasında ortaya çıkanlar; Adem Yavuz Arslan’ın kitabında ortaya koyduğu yeni bilgiler ışığında Tayyip Erdoğan ne düşünüyor acaba?

Salı günü devam edeceğim.


[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar