Bekir AĞIRDIR
Dünya tarihini uzun döngülerle okuyan Ray Dalio’ya göre her büyük uygarlığın yükselişi ve çöküşü beş temel dinamikle açıklanır: Ekonomik düzen, toplumsal düzen, jeopolitik düzen, gezegenin düzeni ve teknolojik düzen. Her bir düzenin kendi dinamikleri, aktörleri, ritmi vardır. Her bir dişli, kendi hızında döner; kimi ağırkanlıdır, kimi hızlı. Hepsi birlikte tarihin çarkını oluşturur. Bu düzenlerin herhangi birindeki köklü değişim bir ülkenin gidişatını değiştirir, bir uygarlığın yükselişini ya da düşüşünü belirler.
Peki, bu Dalio’nun beş düzen merceğinden baktığımızda Türkiye nasıl bir tablo çiziyor?
“Ekonomik düzen” neredeyse sekiz yıldır krizde, tüketimle ve inşaatla büyüyen, güvenle ve kayıt dışıyla çöken bir model. Ekonomiler yalnızca rakamlarla değil, hedeflerle, stratejiyle ve güvenle işliyor. Türkiye’nin neredeyse son yirmi yılı, krediyle şişen tüketimin, sıcak para girişlerinin ve inşaata dayalı büyümenin hikâyesiydi. Başlangıçta cazip görünen bu model, yüksek enflasyon, dışa bağımlı sanayi, kur kırılganlığı ve düşük verimlilik gibi kalıcı sorunlar üretti.
Bugün ekonomik krizin en derin boyutu strateji ve güven eksikliği. Ekonomi, kendi başına değil; tüm diğer düzenlerle birlikte sarsılıyor. Sonuç sanayisizleşen, kayıt dışılığı ve kuralsızlığı her geçen gün daha da büyüyen, enflasyonu ve işsizliği kronikleşen bir ekonomi.
“Toplumsal düzen” umutsuzluğa sıkışmış durumda. Cumhuriyetin sınıf atlama vaadi zayıflamış, eşitsizlikler derinleşmiş durumda. Eğitim hem erişim hem nitelik açısından adaletsiz. Toplum sadece kimliklere sıkışmış ve kutuplaşmış değil; birbirine temas etmeyen adacıklara dönüşmüş durumda. Mahalleler, dijital mecralar, hatta dil ve gündem ayrışmış. Ortak bir gelecek hayali kuramıyoruz.
Ve bu parçalanma sadece yatay değil, dikey olarak da derinleşiyor. Sınıflar arası geçişkenlik azaldıkça, toplumun farklı kesimleri farklı gerçeklikler içinde yaşıyor. Bir yanda yoksullukla boğuşanlar, diğer yanda güvenlikli sitelerde soyutlanmış hayatlar.
“Jeopolitik düzene” baktığımızda, güçler arasında denge arayan, ama bazen de yönünü kaybetmiş bir ülke görüntüsü veriyor Türkiye. Türkiye’nin coğrafyası, tarihi boyunca hem fırsat hem de risk oldu. Bugün Türkiye’nin çevresinde çatışmaların şiddetlenme ve yayılma riski yüksek, sarsıcı bir daire oluşmuş durumda. Türkiye, Batı ittifakı ile Avrasya bloğu arasında salınan bir sarkaç gibi.
Bölgede ve dünyada tarihsel referanslar ve barış arayışı arasında gidip gelen bir dış politika. Bu zikzaklar yalnızca dış politikada değil, iç siyasette de güven krizine yol açıyor. Sürekli değişen müttefiklikler ya da düşmanlaştırılanlar, topluma net bir yön hissi veremiyor.
“Gezegenin düzenindeki” değişim doğayı yok sayan hayatın sonunu yaklaştırıyor. İklim krizi, Türkiye’yi depremden kuraklığa, orman yangınlarından su krizine kadar her cepheden tehdit ediyor. Ama kriz yalnızca doğayı değil, tarımı, gıdayı, kırsal yoksulluğu da vuruyor. Deprem tehdidi her geçen gün büyüyor.
“Teknolojik düzende” kullanıcı olarak kalmanın maliyetini ödüyoruz her gün. Dünya yepyeni bir teknolojik düzene geçerken Türkiye bu dönüşümde büyük ölçüde pasif bir kullanıcı konumunda. Genç nüfus teknolojiye yatkın ama üretici değil, tüketici konumda. Dijitalleşme, eğitim ve Ar-Ge ile desteklenmediği sürece eşitsizliği artırıyor.
Kusursuz fırtına: Beş düzen de küresel ve yerel ölçekte, aynı anda krizde
Bu kez özgün olan, bir düzenin değil, beş düzenin de krizde oluşları. Ve yine özgün olan beş düzenin de hem küresel hem yerel düzeyde krizde oluşları. Bu bir bakıma kusursuz fırtına, ya da krizler yumağını oluşturuyor ve bir düzeni, bir ülkeyi değil tüm dünyayı bir değişime zorluyor. Yaşanan sürecin sonu sanayi toplumunu aşmak, yani bir çağ değişimi.
Sanayi toplumunun düzenlerine ve ritmine göre biçimlenmiş zihin haritalarımız bugünü kavramakta zorlanıyor. Bugünü kavrayamadığımız için bu ara buzul dönemden çıkamıyoruz. Çıkamadığımız gibi eskimiş ve kas gücüne dayanan ulus devlet modelleri, popülist ve otoriter iktidarları güçlendiriyor. Bu türden liderler ve iktidarlar da yeniyi inşaya yönelmek yerine yeniden küresel bölüşüm kavgasına tutuşuyorlar.
Türkiye de bu küresel ara buzul çağında yönünü arıyor. Ama bizim hikâyemiz yalnızca küresel gelişmelerle değil, içsel fay hatlarımızla da örülü. Dahası, Türkiye’nin içinde bulunduğu durumun iki ayrı katmanda özel bir yanı daha var. Birincisi, Türkiye küresel siyasal, ekonomik ve kültürel egemenlik bölüşüm kavgasının da hem sahnesi hem de öznesi konumunda. Yani Türkiye, yalnızca bu mücadelelerden etkilenen değil, aynı zamanda bu kavganın aktif bir parçası. Batı ile Doğu’nun siyasi ve ekonomik egemenliği yeniden bölüşüm kavgasının sahnelerinden birisi Türkiye. Aynı zamanda Müslüman coğrafya ile Batı arasındaki kültürel çatışmanın da aktif bir tarafı. O nedenle oyun kurucu iddiasıyla sahada bulunan aktörlerden biri de Türkiye.
İkinci katmanı ise Türkiye’ye özgü tarihsel, toplumsal, ekonomik ve siyasi nedenlerle yalnızca aktörler arasında değil eski düzen ile yeni düzen arasında da kalmış bir ülke. Sanayi toplumu olma sürecini tamamlayamamış, eğitim, hukuk, laiklik meselelerinde bile sanayi toplumu olabilmenin hedef ve standartlarını tartışmakla meşgul. Yönünün “Batı mı Doğu mu” tartışmasını döne döne yapmaktan yorulmamış bir ülke Türkiye. Gecikmiş bir kentleşme ve modernleşmeyi telaşla, kimlik ve kutuplaşma içinden yaşayan, ortak iyi-doğru-güzel tanımlarını da ortak ufku da kaybetmiş bir ülke. Öte yandan ekonomik ve toplumsal kümelerinin bir kısmı da sanayi toplumu ötesine geçmeye çalışan, küresel rolünü ve etkinliğini artırmaya çalışan da bir ülke. Aynı anda tarım toplumu, sanayi toplumu ve bilgi toplumu ritmini yaşayan toplumsal, ekonomik ve siyasal kümelerinin de bir arada olduğu bir ülke. Bu nedenle eski düzenin egemen aktörleriyle yeni düzenin aktörü olmak isteyen güç ve dinamiklerin çatışma alanı da.
Bu çoklu pozisyon hem stratejik fırsatlar hem de derinleşen riskler barındırıyor. Bir yandan enerji yolları, göç rotaları, dijital altyapılar gibi küresel ağların kilit kavşaklarından biri olma potansiyeli; öte yandan büyük güçlerin baskı, yönlendirme ve manipülasyon alanı haline gelme riski. Bir yandan yeni çağın düzen, kurum ve kurallarını geliştirebilme fırsatı veren vaka analizi laboratuvarı gibi bir ülke, diğer yandan küresel bölüşüm kavgasında masada olma iddiasıyla menüde mi olma korkusuna sıkışmış bir ülke.
Türkiye’nin kavşağı: Hangi yola sapacağız?
Türkiye’nin kendi hikâyesini yazabilmesi, bu çok katmanlı oyun sahasında çok denklemde özne kalabilmesine bağlı. Pasif bir oyuncu değil, kendi rotasını çizen bir aktör. Eski düzenin yeni egemenlerinden değil yeni düzenin etkin kurucuları arasında olan bir aktör.
Bütün bu krizler içindeki düzenler arasındaki geçişkenlik, yanı sıra merkezileşen, keyfileşen ve otoriterleşen yönetim krizi, bize başka bir gerçeği daha gösteriyor: Kriz sadece kurumsal, yapısal ya da ekonomik değil; aynı zamanda toplumsal, siyasal ve zihinsel.
Dalio’nun döngü analizine göre her toplum, büyük kırılmaların sonunda üç yoldan birine girer. Birinci yol, “yaratıcı yıkım ve reformla yeniden doğuş”. Bu yol, eski düzenin yapısal zaaflarını kabul edip onları dönüştürme cesaretiyle başlar. Toplumlar, geçmişin kurumlarını, alışkanlıklarını ve ön kabullerini sorgular; yerine yeni bir kurumsal mimari, yeni bir toplumsal sözleşme, yeni bir siyaset dili inşa ederler. Bu sancılı bir süreçtir çünkü bedel ödemeyi, konfor alanından çıkmayı ve geleceği birlikte kurma iradesini gerektirir.
Türkiye için bu, devletin şeffaflaşması, yargının bağımsızlaşması, eğitim sisteminin eşitlikçi ve nitelikli hale gelmesi, toplumsal kutuplaşmanın yerine ortak yaşam tahayyülünün geçmesi anlamına gelir. Bu aynı zamanda siyasetin temsil değil, katılım temelli dönüşümüdür. Ekonomide üretim odaklı, çevreyle uyumlu, katma değerli bir modelin benimsenmesi; toplumda liyakat, adalet ve güven duygusunun yeniden inşa edilmesi gerekir.
Savaş sonrası büyük yıkıma uğrayan Almanya, sosyal piyasa ekonomisi, demokratik kurumlar ve Avrupa Birliği ile entegrasyon sayesinde yeniden doğdu. 1980’ler sonrası Güney Kore otoriter bir rejimden demokrasiye geçiş yaptı. Aynı zamanda teknolojik üretim ve eğitim reformlarıyla toplumu ileri taşıdı.
İkinci yol, “daha da otoriterleşme”. Bu yol, krizi yönetemeyen sistemlerin “düzeni koruma” gerekçesiyle baskıyı artırmasına dayanır. Yargı bağımsızlığı zayıflar, medya tek sesli hale gelir, sivil toplum baskılanır. Güvenlik dili siyasetin merkezine yerleşir. Toplum, korku ve denetim altında tutulur. Türkiye özelinde bu yol, zaten zayıflamış olan kurumsal yapının daha da kişiselleşmesi, muhalefetin meşruiyetinin sorgulanması, farklılıkların düşman olarak kodlanması anlamına gelir.
Macaristan ya da Rusya örneklerinde görüldüğü gibi, otoriterleşme yalnızca yönetim biçimini değil, toplumsal yapıyı da dönüştürür.
Üçüncü yol, “sessiz çöküş ve toplumsal depresyon”. Bu en görünmez ama en sinsi yol. Toplum değişim iradesini ve umudunu kaybeder. Ne reform mümkündür ne de açık baskı vardır. Ama sistem içten içe çürür. Kurumlar işlemez, liyakat yerini kayırmacılığa bırakır, gençler yurtdışına gitmek ister, yurttaşlar kamusal alandan çekilir. Sessiz bir yılgınlık toplumu sarar. Gençlerin ve nitelikli emeğin ülkeyi terk etme eğilimi artar, toplum umutta değil kaygı ve korkularda ortaklaşır, siyasi gündemle toplumsal gündem ayrışmaya başlar. Bu yol, kriz anlarını değil, zamanla olan erimeyi tarif eder.
Örnek mi istersiniz, sürekli tekrarlanan ekonomik krizleriyle dünya gündeminden düşmeyen Arjantin. Ya da Lübnan, çökmüş bir düzen, ekonomik kriz, siyasi tıkanma, toplumsal depresyon ve dünyanın da umurunda olmayan bir ülke.
Bugün Türkiye bu üç yolun kavşağında duruyor. Güveni, adaleti, ortak aklı yeniden inşa edebilirsek, yaratıcı bir yeniden doğuş mümkün. Türkiye bu yol ayrımında sadece siyasal değil, zihinsel olarak da bir karar vermek zorunda. Bunun için yeni bir hikâyeye ihtiyaç var. Bu hikâye sadece ekonomik verilerle değil; eşitlik, adalet, liyakat ve ortak yaşam duygusuyla yazılabilir. Bu coğrafyada hâlâ birlikte yaşama iradesi, ortak gelecek arayışı diri. Evet, şu anda ara buzul dönemde yönünü şaşırmış bir gemi gibiyiz. Ama hâlâ ortak bir ufkun hikayesini yazma fırsatımız var. Belki de bu kez, onu birlikte yazmayı başarabiliriz.
Oksijen'den alınmıştır.
Yazarlar
-
Fehim TAŞTEKİNLevant’taki İsrail düşü Türkiye için kâbus mu? 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanBeslenmenin farklı yollarından kaçış yok 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKBir Demokrasi Kurultayı hikâyesi 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
Baskın ORANTürkiye’de ve Yunanistan’da Aleviler – Yeni Bir Tablo 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞAnayasa Madde 66: Türk vatandaşlığı 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
Galip DALAYKüresel Güney Neden Çin’den Vazgeçmiyor 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKMalazgirt ruhu: Sultan Alpaslan ve Cevdet Sunay yeni Türkiye’ye el sallıyordu 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluKim demiş İslam ülkeleri bir araya gelemiyor diye 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciBüyük Buhran… 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞ“Ortaklaşmacı demokrasi” örnekleri: İtalya-Güney Tirol Özerk Bölgesi 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIR'Kusursuz fırtına’nın tam ortasında: Türkiye krizler kavşağında hangi yola sapacak? 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞDİYANET NE ZAMAN ”KENTLİ” OLACAK? 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Y. YılmazRüşvetçileri merak eden bir savcı var mı? 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEİslâmcıların iki yüzü, Türkçülerin devleti ve Kürt sorununun çözümü 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYABarış, Demokratik Toplum ve Demokratik Sosyalizmin İnşası.. 31.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİPlazma Toplumu: Bir sinyal okyanusunda yüzen balıklar gibiyiz 30.08.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan TuğalKızışan Ortadoğu ve Amerikan sağında ihtilaflar 30.08.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜRAktaş serbest, Özer niye tutuklu? İşte skandalın kanıtı 3 rapor 30.08.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUErdoğan çok beğenmiştir… 30.08.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasLiderleri neden ‘insan üstü’ gibi görüyoruz 30.08.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞURSurvivor entelektüel! 30.08.2025 Tüm Yazıları
-
Umur TALUBir uğraktır sevgili… Bir durak olsa bile! 30.08.2025 Tüm Yazıları
-
Sedat KAYATürk futbolunun acı gerçeği: Kendimiz çalıp kendimiz oynuyoruz 29.08.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRCezaevinden yükselen çığlık: Yaşamak istiyorum! 29.08.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİTasarruf edilecek makam aracı bulunamamış mı yani? 29.08.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZKomisyon yol temizliği için harekete geçmeli 29.08.2025 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇERDemokratların çilesi 29.08.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunBarışın kaçınılmazlığı… 29.08.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENBüyük hesaplaşmaya doğru 29.08.2025 Tüm Yazıları
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
25.08.2025
18.08.2025
11.08.2025
4.08.2025
28.07.2025
21.07.2025
14.07.2025
7.07.2025
30.06.2025
16.06.2025