Bekir AĞIRDIR

Bekir AĞIRDIR
Bekir AĞIRDIR
Tüm Yazıları
Türkiye'de davaların portresine kısa bir bakış: Hâlâ en güçlü ortak talep neden adalet?
29.12.2025
167
Türkiye’de adalet algısı uzun süredir geriliyor. Toplum yaşananları sessizce izlese de belleğine kaydediyor. Adalet algısındaki çözülme, toplumda hem sessiz bir geri çekilme hem de küçük uyum pratikleri yaratıyor. Pek çok yurttaş artık mahkemeye gitmiyor, hakkını aramıyor. Hatta Sedat Peker davalara müdahil oluyor, kimse ‘Sana ne?’ demiyor. Araştırmalar toplumun en güçlü ortak talebinin hâlâ adalet olduğunu gösteriyor. Türkiye’nin bugün hâlâ sahip olduğu en geniş toplumsal ortaklık da bu, adale

Türkiye’de son yirmi beş yılın hikayesini, her kriz döneminde toplumdan yükselen iki soru özetliyor: “Nerede bu devlet?” ve “Nerede bu adalet?”  

Bu sorular artık yalnızca siyasetçilerin ya da akademisyenlerin değil, taksi şoföründen ev kadınına, esnaftan memura herkesin günlük konuşmalarının parçası. Sokakta, evde, ekranda dolaşan en yaygın duygu “adaletsizlik”. 

Bu duygunun kaynağına dair farklı açıklamalar var. Kimine göre 15 Temmuz sonrası hızlanan siyasal dönüşüm, kimine göre 2002’den beri süren iktidar stratejisinin son evresi, kimine göre ise Türkiye’nin uzun modernleşme sürecindeki yapısal sorunlar. Ama bakış açısı değişse de ortak bir sonuç var. Adalet duygusu eridiğinde yalnızca hukuk değil, toplumun ahlaki normları da çözülüyor. Hukuka güven azaldığında ortak yaşam iradesi de zayıflıyor. 

Son haftalarda ekran yüzleri üzerinden başlayan ve uyuşturucu operasyonlarına uzanan süreç bu kırılganlığın son örneklerinden biri. Türkiye’de adalet algısı uzun süredir geriliyor. Toplum yaşananları sessizce izlese de belleğine kaydediyor. Görünür bir tepki vermese de hukuka dair inancı değişiyor. Bu sessiz dönüşüm yalnızca adalet algısını değil, ülkenin demokrasi kapasitesini de aşındırıyor. Bu nedenle, yargıya güveni tek bir operasyonla yükseltmek artık pek mümkün görünmüyor. 

Ak Parti’nin iktidar yıllarına bakıldığında, ülkedeki büyük siyasi kırılmaların çoğunun doğrudan yargı süreçleri aracılığıyla görünür hale geldiğini görüyoruz. Bu yirmi üç yılı ve toplumun yargıyla ilişkisini davalar üzerinden analiz etmek mümkün. Darbe girişimleri, hükümet-asker çatışması, siyasi partilerin kapatılması davaları, örgüt suçlamaları, yolsuzluk iddiaları, ifade özgürlüğü davaları, yerel yönetimlere müdahale süreçleri… Tüm bu başlıkların ortak bir noktası var. Yargı, bu dönemde siyasetin en sert mücadelelerinin sahnelendiği bir alan haline geldi.

Türkiye’de siyasetin rekabet alanı yalnızca sandıkta değil, gittikçe artan biçimde mahkeme salonlarında da kuruldu. Toplumun adalet algısı ise siyasi gerilim ve mücadeleler kadar bu olayların “dava” haline geliş süreçleri üzerinden şekillendi. Son yılların büyük davalarını listelediğimizde algının da dönüştüğü süreci izlemek mümkün. 

Parti kapatma davaları ve kayyum: Siyasetin sınırlarının yeniden çizilmesi

Türkiye’nin çok partili siyasal hayatında parti kapatma davaları zaten tarihsel bir sorundu. Ancak 2000’ler sonrası bu davalar yeni bir boyut kazandı. 2008’de ilk kez iktidarda olan partinin, Ak Parti’nin kapatılması için açılan dava, Türkiye’de yargı-siyaset ilişkisinin en kritik dönüm noktalarından biri oldu. 2009’da DTP’nin kapatılması Kürt siyasetinin kolektif olarak hedef alındığı algısı yaratan bir sürece dönüştü. Ardından 2021’de HDP’ye kapatma davası açılması, bir yandan siyasal temsil hakkının hukuki araçlarla kısıtlanabileceği fikrini pekiştirdi, diğer yandan Kürt siyasetinin parlamenter zeminden zorla itildiği algısını güçlendirdi. 

Bazı yerel siyaset davalarının, örneğin İmamoğlu dosyası, Ahmet Türk, Selçuk Mızraklı, Gülten Kışanak ve benzeri yerel siyasete müdahale davalarının tümünde ortak bir tema var. Yerel siyasi temsil ile merkezi iktidarın hukuk üzerinden kurduğu müdahale mekanizmaları arasındaki gerilim.

Öte yandan halen sürmekte olan İmamoğlu operasyonuyla toplumdaki algının, iktidarın doğrudan siyasete müdahalesi olarak şekillendiği tüm araştırmalarda ortaya çıkıyor. 

adalet

Darbe ve vesayet davaları: Devlet içindeki güç mücadelesi

2007’de başlayan Ergenekon, Balyoz ve Askeri Casusluk davaları Türkiye’de yargının toplumsal algısının keskin biçimde değiştiği önemli bir eşikti. Muhalif askerler, gazeteciler, akademisyenler, STK temsilcileri ve siyasetçiler, devleti yıkmaya teşebbüs iddiasıyla tutuklandı. Bu yargılamalar toplumun bir kesimine göre askeri vesayetin kırılmasıydı, diğer kesime göre ise hukukun siyasallaşarak intikam aracına dönüşmesiydi. Davaların sonunda toplumun bir kesimi için vesayetin yargı üzerinden tasfiyesi yaşandı, diğer bir kesimi içinse hukuka duyulan güven aşındı. 

Bu davaların sonrasında bu kez davaların mimarları sanık sandalyesindeydi. 15 Temmuz darbe kalkışması sonrası açılan binlerce davada geniş çaplı tutukluluklar, KHK rejimi, hukuk sistemine olan toplumsal güvenin daha da kırılmasına yol açtı. 

Kürt siyasetine yönelik davalar: Temsil ve siyasal alanın daraltılması

Kürt siyasi hareketi, 2000’ler sonrası hukuk sisteminin en yoğun müdahalelerine maruz kalanlardan oldu. 2011’den itibaren geniş çaplı KCK operasyonları, binlerce kişinin tutuklanmasına yol açtı. Siyasi faaliyet, yerel yönetim çalışmaları ve toplumsal örgütlenmelerin “örgüt üyeliği” kapsamında değerlendirilmesi, çok geniş tutuklamalara yol açtı. Bu süreç Kürt siyasetinin hukuki zeminini daraltırken, aynı zamanda toplumun bir kesiminde “hukukun etnik ve siyasi kimlikler üzerinden farklı uygulandığı” yönünde bir algıyı güçlendirdi. Selahattin Demirtaş’ın tutukluluğu, AİHM kararlarına rağmen devam eden süreçler ve Kobane davası, Türkiye’de hukuk devletinin uluslararası standartlarla ilişkisini de tartışmaya açtı. 

Gezi ve sivil toplum davaları: Sivil toplumun kriminalizasyonu

2013’teki Gezi protestoları Türkiye’de hukuk-siyaset-toplum ilişkisinin köklü dönüşüm yaşadığı bir zaman aralığı oldu. Milyonların katıldığı kitlesel eylemler zaman içinde yargı alanına taşınarak yeniden tanımlandı. Gezi davası, Osman Kavala davası, ardından Büyükada’da toplantıya katılan sivil toplumcuların casuslukla suçlanmalarıyla genişleyen süreç toplumsal muhalefetin ve tüm toplumsal hareketlerin, protesto eylemlerinin kriminalize edilmesinin zeminine dönüştü. Bu kararlar, kamusal protesto alanının yargı eliyle yeniden çizildiğini gösterdi.

Medya ve ifade özgürlüğü davaları: Kamusal alanın yeniden inşası

Gazetecilik faaliyetlerinin yargı konusu haline gelmesi, toplumun bilgi alma hakkıyla devletin güvenlik politikaları arasındaki sınırları muğlaklaştırdı. Ahmet Şık ve Nedim Şener davalarıyla başlayan seri, Cumhuriyet gazetesi davaları, MİT Tırları ve Can Dündar davası, Barış Akademisyenleri derken neredeyse diziler şeklinde sürdü. Expression Interrupted’ın yayımladığı üç aylık rapora göre yalnızca 2025’in ilk çeyreğinde 90 ayrı davada 157 gazeteci yargılandı, 25 gazeteci tutuklandı, 50 gazeteci gözaltına alındı. 

Son birkaç yıldır ise sosyal medya mesajları, sokak röportajları gibi sade yurttaşların günlük görüş ve eleştirilerine açılan davalarla ifade özgürlüğü kısıtlamaları başka bir seviyeye yükseldi. Tüm bu dosyalar, toplum için ifade özgürlüğünün sınırlarının hukuki değil siyasal bir kararla çizildiği duygusunu güçlendirdi. Bu tablo, kamusal alanın yargı üzerinden yeniden kurulduğunun açık bir işaretine dönüştü.

basın özgürlüğü sansür

Ekonomik davalar: Hesap verilebilirliğin çöküşü

Ekonomik davalar grubundaki Zarrab dosyası, Halkbank davası gibi dosyaların bir kısmı yolsuzluk iddiaları üzerineydi. Bu davalar aynı zamanda iktidar içi güç bloklarının çatışmasının dramatik şekilde görünür olduğu süreçlerdi. Bu dosyaların sonuçları bakımından toplumda oluşan algı, yolsuzluk iddialarının artık hukuki değil, tamamen siyasetin kontrol ettiği alanlar olduğudur. 

Kanal İstanbul, 3. Havaalanı davaları, bazı özelleştirme dosyalarına itirazlar ve zeytin yasası gibi kimi çevre konularındaki davalarda, hukuksuzluğu tespit eden hiçbir dosyanın iktidar tarafından dikkate alınmadığı bir dönem yaşandı ve de sürüyor. Bu dosyaların ve süreçlerin sonunda toplumsal algıda siyasi iktidarın hesap verebilirliği çöktü.   

Toplumsal adalet dosyaları: Hukukun gündelik hayattaki meşruiyet sınavı

Hrant Dink ve Tahir Elçi cinayetleri, Pınar Gültekin, Şule Çet, Ceren Özdemir, Özgecan Aslan gibi bazı kadın cinayetlerine dair dosyalar, Rabia Naz cinayetinde faillerin siyasi güçlerce gizlenmesi, Ensar Vakfı ve tarikat istismar dosyaları, Soma, Aladağ ve İliç gibi facialar, Çorlu tren kazası, Kartalkaya yangını, deprem felaketinin boyutlarını artıran bazı yerel müteahhit dosyaları… İşte asıl bu dosyalar toplumda “eşit adalet” algısının sınandığı davalar oldu. Bu dosyaların neredeyse tamamında toplumda cezasızlık algısı yerleşti.

Hele son aylardaki iki olayın toplumdaki adalete, yargıya güveni yerle bir ettiğini not etmek lazım. Ahmet Minguzi cinayeti davasında katiller herhangi bir nedamet göstermeden mahkeme salonunu performans alanına çevirdiler. Diğer yandan şoven ve lümpen bazı dürtülerle sosyal medyada gelişen söylemler ve aile üzerinde baskılar yaşandı. Ve Sedat Peker’in avukatını aile için görevlendirmesiyle dosya henüz sonuca değilse de sükunete ulaştı. İkinci olay ise bir genç kızın şüpheli kayboluşuydu. Üniversite öğrencisi Rojin Kabaiş, Diyarbakır’dan eğitimi için gittiği Van’da kayboldu. Arama sonucunda cesedi bulundu ve hala dosyada bir ilerleme yok. Yine Sedat Peker olaya müdahil oldu, tanıklığa para ödülü vadetti. Her iki olayda da ne siyasi otoritelerden ne güvenlik ne de yargı hiyerarşisinden hiçbir yetkili henüz Sedat Peker’e “Sana ne” demiş değil.

Toplumda adalet algısının çözülmesi: Güven, kültür ve gündelik yaşam

Adalet algısını yalnızca büyük davalar üzerinden açıklamak da yeterli değil. Türkiye’de adalet duygusu, insanların günlük hayatlarıyla şekilleniyor. Bugün üç temel kültürel dinamik bu duyguyu zayıflatıyor. 

Birincisi, devlet algısı. Devlet çoğu zaman düzenleyen değil, denetleyen bir güç olarak görülüyor. Yetkililer yurttaşı koruyan ya da cezalandıran figürlere dönüşüyor. Üstelik bu ilişki kişiselleşmiş durumda: Devlet “baba”, adalet ise “kişiye göre” işleyen bir mekanizma. Yurttaşın beklentisi hukuka değil, yetkilinin iradesine yöneliyor. 

İkincisi, kentleşme ve belirsizlik arttıkça informal ağlara yaslanma güçleniyor. Hukuka güven azaldıkça insanlar tanıdık, akraba, hemşeri ve aracı ağlarına yöneliyor. Birçok kişi için adalet mahkemeden değil, belediyedeki bir tanıdıktan, karakoldaki bir memurdan geliyor. Kamu hizmetlerinde ortaya çıkan “muameleci” iş kolları bunun açık bir göstergesi. 

Üçüncüsü, devletle temas ve hukuktan kaçınma davranışı normalleşmiş durumda. Araştırmalar yurttaşın hakkı olsa bile mahkemeye gitmediğini gösteriyor. Düzenin güçlü olanı koruyacağına dair inanç, hak aramayı zayıflatıyor. İmar ve vergi afları gibi uygulamalar da hukuk dışı çözümleri meşrulaştırıyor. 

Sonuçta adalet algısındaki çözülme, toplumda hem sessiz bir geri çekilme hem de küçük uyum pratikleri yaratıyor. Pek çok yurttaş artık dava açmıyor, mahkemeye gitmiyor, hakkını aramıyor. Bu geri çekilme, sessiz bir siyasi tavır haline geliyor. Devletle karşı karşıya gelme kaygısı özellikle gençler, kadınlar ve yoksullar için daha güçlü hissediliyor. 

Yurttaş artık hukuka değil, “uygun yolu bulmaya” odaklanıyor, uygun kişi, uygun zaman, uygun makam… Bu yüzden bazı çıkışlar ve müdahaleler, örneğin Sedat Peker’in çıkışları, toplumda geniş bir tepki üretmiyor. Sistem çözemediğinde insanlar pragmatik yolları kendiliğinden normalleştiriyor. Bu “stratejik yurttaşlık”, hukukun boşalttığı alanı dolduran fiili bir düzene dönüşmüş durumda. 

Bugün toplumda adalet duygusu zayıflamış olabilir. Ama tamamen kaybolmuş da değil. Araştırmalar toplumun en güçlü ortak talebinin hâlâ adalet olduğunu gösteriyor. Türkiye’nin bugün hâlâ sahip olduğu en geniş toplumsal ortaklık da bu, adalet istiyoruz.


Oksijen'den alınmıştır.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar