Bekir AĞIRDIR
Güncel siyaset bakımından 2026’ya geçerken, Türkiye’de dört sürecin iç içe geçtiğini görüyoruz: Terörsüz Türkiye ve açılım tartışmaları, anayasa gündemi, muhalefet üzerindeki baskılar ve dış politikada Türkiye’nin stratejik konumu.
Bu süreçlerin arka planındaki genel siyasi gidişatın üç temel karakteristiği var. Birincisi, Türkiye bir dahaki seçimlere kadar Cumhur İttifakı’nın Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’nin kurumsallaşmasını tamamlamaya çalıştığı bir dönemden geçiyor. İkincisi, CHP ve genel olarak muhalefet, 2024 yerel seçimlerdeki sonuçlardan alınan motivasyonla yeniden yapılanma sürecinde. Üçüncüsü toplumun siyaset marifetiyle sorunların çözüleceğine dair umutları yarıya düşmüş, dolayısıyla siyasi aktörlere güveni de son derece gerilemiş durumda.
Açılım meselesi: Normalleşme mi, güvenlik ayarı mı?
2026’ya giderken “açılım” başlığı öncelikli gündem ağırlığını koruyor. Terörsüz Türkiye tanımıyla daha dar ve somut bir hedefle başlamış olsa da partilerin özel komisyona yazılı görüş ve politika önerilerini sunmasıyla nihayet “açılım” konuşabileceğiz. Ancak bu kez geçmişteki çözüm süreçlerinden farklı bir bağlamda. Çünkü hâlâ iktidar koalisyonunun önerdiği ve çizdiği tartışma çerçevesi kapsamlı bir barış ya da siyasal çözümden çok, kontrollü bir normalleşme arayışı. Devlet aklı, bu başlığı bir hak ve özgürlük meselesi olarak değil iç siyasette gerilimi düşürme, Kürt seçmenle temas kanallarını açık tutma ve esas olarak dış dünyaya reform mesajı verme aracı olarak ele alıyor. Daha da önemlisi süreci başlatan temel dinamik Suriye ve oradaki Kürtler’in yönetme hakkına sahip olabilecekleri coğrafya ve fonksiyon alanları üzerinde uzlaşma arayışı.
Bu çerçevede en muhtemel senaryo, “sessiz ve dağınık adımlar”. Açılım sözcüğü telaffuz edilmeden, bazı yasal düzenlemeler, yaşlı ve hasta mahkumlarla ilgili infaz düzenlemeleri ve siyaset dili üzerinden yumuşama işaretleri görülebilir. Daha ileri bir diyaloglu açılım ihtimali ise siyasal riskleri nedeniyle sınırlı kalıyor. Esas itibariyle iktidarın hem genel olarak memlekete ve siyasete güvenlikçi bakışı kendi sınırlarını belirliyor. Öte yandan bölgede ve Suriye’de güvenlik eksenli gelişmelerle bir sertleşme ise daha düşük ihtimal. Yine de sahadaki gelişmelere her an bağlı bir risk olarak da masada duruyor. Sonuçta 2026 boyunca çözümden çok, lafı ve tartışması bol ama nihai çözüme gidiş temposu düşük bir normalleşme denemesi beklenebilir.
Anayasa tartışmaları: Reform mu, vitrin mi?
“Yeni anayasa” başlığı, 2026 döneminde üç nedenle yeniden siyasetin merkezine yerleşecek gibi görünüyor. Bir yandan açılım tartışmalarının bağlandığı ana mesele olarak Kürtlerin eşit vatandaşlık talepleri çerçevesinde anayasa tartışması kaçınılmaz. Diğer taraftan iktidar blokunun ihtiyacı iki nedenden. İlki Cumhurbaşkanlığı sisteminin kurumsallaşmasının tamamlanması için merkeziliğin ve tekliğin esas olduğu değişiklikler isteniyor. Aynı zamanda Erdoğan’ın adaylığı, seçilme şartı olan “yüzde elli artı bir”de değişiklik arzusu var. Ancak 2026 boyunca anayasa tartışması, iktidar bloku için sistemsel değişikliklerden ziyade, siyasal meşruiyet ve gündem yönetimi işlevi görüyor. Meclis komisyonları, çalışma grupları ve kamuoyuna dönük söylem hareketlenirken, fiilî güç dengelerinde köklü bir dönüşüm beklemek henüz gerçekçi görünmüyor.
En güçlü senaryo, anayasa sürecinin çerçeve ve sembolik düzeyde kalması. Belki Meclis’te yeni bir özel komisyon kurulması, belki bazı maddelerin tartışmaya açılması, “sivil anayasa” vurgusu ve kimlik, vatandaşlık dili üzerinden yürüyen bir siyasal vitrin söz konusu. Parlamenter sisteme dönüş gibi iddialı başlıklar ise toplumsal karşılığı olsa da siyasal aritmetik nedeniyle zayıf. Bu nedenle anayasa meselesi 2026’ya kadar daha çok seçim öncesi bir pozisyon alma alanı olarak işleyecek. Ama mecliste büyük bir uzlaşma ve anayasa değişikliği ihtimali gündeme gelmeyecek.
İç siyaset: Kontrollü süreklilik mi, muhalefeti çerçeveleme mi?
Türkiye iç siyasetinde 2026’ya giderken baskın eğilim, kontrollü süreklilik. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi kurumsallaşma yolunda kayda değer mesafe aldı. Yürütme gücü tümüyle merkezîleşmiş, güçler ayrılığı fiilen işlevsizleşmiş durumda. İktidar tüm muhalefeti sindirmeye, muhalif siyaseti kısıtlamaya çalışıyor.
CHP bir yandan Cumhurbaşkanı adayı İmamoğlu ve birçok belediye başkanının tutuklanmasıyla başlayan süreçte, çoklu siyasi ve yargı operasyonlarıyla sıkıştırılmaya çalışılıyor. Diğer yandan üç gün arayla sürdürülen mitinglerle, program yenileme çalışmalarıyla parti hem kendini yenilemeye hem de iktidar kuşatmasını aşmaya çalışıyor.
Muhalefetin diğer aktörleri dağınık, hâlâ Altılı Masa hesaplaşmalarından çıkılamadığı gibi açılım süreci dinamikleri ve pozisyonları nedeniyle daha da parçalanmış durumda. Bu tablo, ani bir siyasal kopuştan ziyade, yönetilebilir ama gerilimli bir negatif dengeye işaret ediyor.
Bu hatta en olası senaryo, iktidarın “istikrar” söylemiyle mevcut düzeni ve baskılamaları sürdürmesi, muhalefetin ise toplumsal hoşnutsuzluğu siyasal bir sıçramaya çevirmekte zorlanması. Beka temelli söylem, güvenlik temelli siyasi gelişmeler iktidar bloku etrafında yeni bir milliyetçi hizalanma üretir, Cumhur İttifakı “milliyetçi cephe”ye dönüşür mü, göreceğiz.
Ekonomik baskının artması hâlinde erken seçim ihtimali güçlenebilirse de 2026’da bir erken seçim henüz uzak ihtimal görünüyor.
Dış politika ve Suriye: Diplomasi mi, sahaya dönüş mü?
Dış politikada 2026’ya yaklaşırken Türkiye’nin ana refleksi, çok yönlü ama temkinli denge siyaseti. 2026 yılında yapılacak NATO zirvesine ev sahipliği, Avrupa Birliği’nin kendi krizi ve ihtiyacı nedeniyle yumuşamış gibi görünen ilişkiler, esas itibariyle Batı ile tüm ilişkileri yeniden çerçeveleme fırsatı sunuyor. Yine de AB ile ilişkiler “yakınlaşma” düzeyinde kalacak büyük ihtimalle, tam üyelikten ziyade Gümrük Birliği güncellemesi ve göç anlaşmalarının öne çıkacağını bekleyebiliriz. Aynı zamanda Rusya, Orta Doğu ve Suriye dosyaları ve de her daim masada olan Kıbrıs ve Doğu Akdeniz meseleleri Türkiye’yi aynı anda birden fazla sahada dikkatli olmaya zorluyor.
Suriye hem Suriyeli mülteciler hem de Kürt meselesi ve açılım nedeniyle muhtemelen en yoğun gündem olacak yıl boyunca. Mülteciler meselesinde en güçlü senaryo, kontrollü normalleşme ve geri dönüş diplomasisi. Ama Suriye’deki yeni düzenin inşası ve o düzen içinde Kürtlerin rolü, alanı, yetkisi meselesi asıl duyarlı olunulan dosya. O dosyanın başında da Türkiye, Suriye, SDG değil başta İsrail ve ABD dahil tüm küresel aktörler var. Suriye’de yeniden iç savaş da Türkiye’nin askerî operasyon ihtimalleri de tamamen ortadan kalkmış değil. Özellikle Suriye sahasındaki açık veya gizli aktörlerin hamleleri bu dengeyi her an bozabilir. Ancak yine de genel eğilim, 2026’da kadar hem Suriye’de iç savaş hem de Türkiye’nin Suriye’de askerî operasyonları ihtimalleri görece düşük görünüyor.
Türkiye için 2026’ya giderken bütünleşik senaryo
Bu dört iç içe yürüyen süreci ve ekonomik dinamikleri de bir arada değerlendirirsek 2026’ya yaklaşırken Türkiye’nin önünde tek bir gelecek değil, aynı anda yürüyen üç farklı olasılık hattı bulunuyor. Bu hatlar kesin kopuşlar değil, birbirine geçen, zaman zaman iç içe geçen, ama yönleri itibarıyla ayrışan senaryolar. Hangisinin ağır basacağı, küresel ara buzul dönemin küresel dinamiklerinin sertliği kadar, Türkiye’nin kendi iç siyasal ve toplumsal tercihleriyle de belirlenecek.
Birinci ve en muhtemel senaryo, “kontrollü süreklilik” olarak tanımlanabilir. Bu hatta Türkiye, büyük bir kırılma yaşamadan ama belirgin bir sıçrama da yapamadan yol alıyor. Ekonomide sanayisizleşme, siyasette merkezîleşmiş ama yönetilebilir bir düzen, dış politikada çok yönlü fakat sürtünmeli bir denge siyaseti öne çıkıyor. Açılım, anayasa, normalleşme gibi başlıklar daha çok simgesel ve kontrollü adımlar üzerinden yürütülüyor. Ama yapısal dönüşümler yine erteleniyor. Toplumda yorgunluk artıyor ama bu yorgunluk henüz açık bir kopuşa dönüşmüyor.
İkinci senaryo, “sınırlı iyileşme ve yeniden dengeleme” ihtimalini barındırıyor. Küresel koşulların görece elverişli seyretmesi, ekonomi yönetiminde güven verici adımlar ve dış politikada gerilimi düşüren hamlelerle Türkiye, nefes alan bir alana geçebiliyor. Enflasyon baskısı azalıyor, dış kaynak girişi kısmen toparlanıyor, siyasette sertlik dili yer yer yumuşuyor. Bu senaryoda reform söylemi güçleniyor. Ancak bu iyileşme hâli kırılgan ve sürekliliği içerde yeni bir ortak hikâye üretilebilmesine bağlı.
Üçüncü ve daha düşük olasılıklı ama yüksek riskli senaryo ise “sıkışma ve sertleşme” hattı. Küresel şokların artması, ekonomik dengelerin bozulması ve bölgesel güvenlik risklerinin yükselmesi hâlinde Türkiye, içe kapanan, güvenlikçi refleksleri daha da ağır basan bir yola savrulabiliyor. Bu hatta siyasal kutuplaşma derinleşiyor, toplumsal gerilim görünür hâle geliyor ve ekonomik sorunlar siyasal meşruiyet krizini besliyor. Bu senaryo ani bir çöküşten çok, yavaş ama yorucu bir aşınma anlamına geliyor.
Bu üç senaryo birlikte okunduğunda ortaya çıkan tablo açık. Türkiye için 2026, ne “otomatik bir felaket yılı” ne de “kendiliğinden bir toparlanma” dönemi. Aksine, belirsizlik ve karmaşıklık içinde dayanıklılığın, yön tayininin ve siyasal aklın sınandığı bir eşik.
Sürekli köpüren ama karakteri değişmeyen gidişat
Tüm süreçler ve senaryolar birlikte okunduğunda, iktidarın ve Türkiye’nin 2026’ya tek bir istikametten değil, aynı anda birden fazla patikadan yürüyerek ilerlediği görülüyor. Bu patikaların ortak özelliği, büyük kopuşlardan kaçınan ama büyük sıçramaları da erteleyen bir siyasal akla işaret etmesi. Reform söylemi güçlü, fakat uygulama neredeyse yok, normalleşme arzusu var, ancak güvenlik refleksi her an devreye girebiliyor. Meclis’te komisyonlar kuruluyor, anayasa konuşuluyor, açılım ima ediliyor, fakat bütün bu başlıklar daha çok yönetilebilirlik ve zaman kazanma amacıyla ele alınıyor. Dış politikada denge, iç siyasette baskı ve gerilim, toplumsal alanda ise yorgunluk ve umutsuzluk hâkim. Türkiye’nin önündeki yol ayrımı tam da burada belirginleşiyor. Ya bu siyasi gidişat yeni bir ortak hikâyeye evrilecek ya da toplumsal sinme ve otoriteye rıza derinleşecek.
Türkiye’nin gelecek yılki meselesi, belirsizlikle yaşama becerisinin kalıcı bir stratejiye dönüşüp dönüşemeyeceği. Küresel ara buzul döneminde ülkeleri ileri taşıyan şey cesur hamleler kadar, zamanında yapılan küçük ama yön değiştirici kararlar olacak. 2026 bu kararların alınacağı son durak değil şüphesiz. Fakat hangi yola girileceğini belirleyecek kritik bir eşik. Bu yüzden önümüzdeki yıl ne sadece iktidarın ne de muhalefetin sınavı, toplum için de bir yön tayini yılı da olacak.
Bu çerçevede en muhtemel senaryo, “sessiz ve dağınık adımlar”. Açılım sözcüğü telaffuz edilmeden, bazı yasal düzenlemeler, yaşlı ve hasta mahkumlarla ilgili infaz düzenlemeleri ve siyaset dili üzerinden yumuşama işaretleri görülebilir. Daha ileri bir diyaloglu açılım ihtimali ise siyasal riskleri nedeniyle sınırlı kalıyor. Esas itibariyle iktidarın hem genel olarak memlekete ve siyasete güvenlikçi bakışı kendi sınırlarını belirliyor. Öte yandan bölgede ve Suriye’de güvenlik eksenli gelişmelerle bir sertleşme ise daha düşük ihtimal. Yine de sahadaki gelişmelere her an bağlı bir risk olarak da masada duruyor. Sonuçta 2026 boyunca çözümden çok, lafı ve tartışması bol ama nihai çözüme gidiş temposu düşük bir normalleşme denemesi beklenebilir.
Anayasa tartışmaları: Reform mu, vitrin mi?
“Yeni anayasa” başlığı, 2026 döneminde üç nedenle yeniden siyasetin merkezine yerleşecek gibi görünüyor. Bir yandan açılım tartışmalarının bağlandığı ana mesele olarak Kürtlerin eşit vatandaşlık talepleri çerçevesinde anayasa tartışması kaçınılmaz. Diğer taraftan iktidar blokunun ihtiyacı iki nedenden. İlki Cumhurbaşkanlığı sisteminin kurumsallaşmasının tamamlanması için merkeziliğin ve tekliğin esas olduğu değişiklikler isteniyor. Aynı zamanda Erdoğan’ın adaylığı, seçilme şartı olan “yüzde elli artı bir”de değişiklik arzusu var. Ancak 2026 boyunca anayasa tartışması, iktidar bloku için sistemsel değişikliklerden ziyade, siyasal meşruiyet ve gündem yönetimi işlevi görüyor. Meclis komisyonları, çalışma grupları ve kamuoyuna dönük söylem hareketlenirken, fiilî güç dengelerinde köklü bir dönüşüm beklemek henüz gerçekçi görünmüyor.
En güçlü senaryo, anayasa sürecinin çerçeve ve sembolik düzeyde kalması. Belki Meclis’te yeni bir özel komisyon kurulması, belki bazı maddelerin tartışmaya açılması, “sivil anayasa” vurgusu ve kimlik, vatandaşlık dili üzerinden yürüyen bir siyasal vitrin söz konusu. Parlamenter sisteme dönüş gibi iddialı başlıklar ise toplumsal karşılığı olsa da siyasal aritmetik nedeniyle zayıf. Bu nedenle anayasa meselesi 2026’ya kadar daha çok seçim öncesi bir pozisyon alma alanı olarak işleyecek. Ama mecliste büyük bir uzlaşma ve anayasa değişikliği ihtimali gündeme gelmeyecek.
İç siyaset: Kontrollü süreklilik mi, muhalefeti çerçeveleme mi?
Türkiye iç siyasetinde 2026’ya giderken baskın eğilim, kontrollü süreklilik. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi kurumsallaşma yolunda kayda değer mesafe aldı. Yürütme gücü tümüyle merkezîleşmiş, güçler ayrılığı fiilen işlevsizleşmiş durumda. İktidar tüm muhalefeti sindirmeye, muhalif siyaseti kısıtlamaya çalışıyor.
CHP bir yandan Cumhurbaşkanı adayı İmamoğlu ve birçok belediye başkanının tutuklanmasıyla başlayan süreçte, çoklu siyasi ve yargı operasyonlarıyla sıkıştırılmaya çalışılıyor. Diğer yandan üç gün arayla sürdürülen mitinglerle, program yenileme çalışmalarıyla parti hem kendini yenilemeye hem de iktidar kuşatmasını aşmaya çalışıyor.
Muhalefetin diğer aktörleri dağınık, hâlâ Altılı Masa hesaplaşmalarından çıkılamadığı gibi açılım süreci dinamikleri ve pozisyonları nedeniyle daha da parçalanmış durumda. Bu tablo, ani bir siyasal kopuştan ziyade, yönetilebilir ama gerilimli bir negatif dengeye işaret ediyor.
Bu hatta en olası senaryo, iktidarın “istikrar” söylemiyle mevcut düzeni ve baskılamaları sürdürmesi, muhalefetin ise toplumsal hoşnutsuzluğu siyasal bir sıçramaya çevirmekte zorlanması. Beka temelli söylem, güvenlik temelli siyasi gelişmeler iktidar bloku etrafında yeni bir milliyetçi hizalanma üretir, Cumhur İttifakı “milliyetçi cephe”ye dönüşür mü, göreceğiz.
Ekonomik baskının artması hâlinde erken seçim ihtimali güçlenebilirse de 2026’da bir erken seçim henüz uzak ihtimal görünüyor.
Dış politika ve Suriye: Diplomasi mi, sahaya dönüş mü?
Dış politikada 2026’ya yaklaşırken Türkiye’nin ana refleksi, çok yönlü ama temkinli denge siyaseti. 2026 yılında yapılacak NATO zirvesine ev sahipliği, Avrupa Birliği’nin kendi krizi ve ihtiyacı nedeniyle yumuşamış gibi görünen ilişkiler, esas itibariyle Batı ile tüm ilişkileri yeniden çerçeveleme fırsatı sunuyor. Yine de AB ile ilişkiler “yakınlaşma” düzeyinde kalacak büyük ihtimalle, tam üyelikten ziyade Gümrük Birliği güncellemesi ve göç anlaşmalarının öne çıkacağını bekleyebiliriz. Aynı zamanda Rusya, Orta Doğu ve Suriye dosyaları ve de her daim masada olan Kıbrıs ve Doğu Akdeniz meseleleri Türkiye’yi aynı anda birden fazla sahada dikkatli olmaya zorluyor.
Suriye hem Suriyeli mülteciler hem de Kürt meselesi ve açılım nedeniyle muhtemelen en yoğun gündem olacak yıl boyunca. Mülteciler meselesinde en güçlü senaryo, kontrollü normalleşme ve geri dönüş diplomasisi. Ama Suriye’deki yeni düzenin inşası ve o düzen içinde Kürtlerin rolü, alanı, yetkisi meselesi asıl duyarlı olunulan dosya. O dosyanın başında da Türkiye, Suriye, SDG değil başta İsrail ve ABD dahil tüm küresel aktörler var. Suriye’de yeniden iç savaş da Türkiye’nin askerî operasyon ihtimalleri de tamamen ortadan kalkmış değil. Özellikle Suriye sahasındaki açık veya gizli aktörlerin hamleleri bu dengeyi her an bozabilir. Ancak yine de genel eğilim, 2026’da kadar hem Suriye’de iç savaş hem de Türkiye’nin Suriye’de askerî operasyonları ihtimalleri görece düşük görünüyor.
Türkiye için 2026’ya giderken bütünleşik senaryo
Bu dört iç içe yürüyen süreci ve ekonomik dinamikleri de bir arada değerlendirirsek 2026’ya yaklaşırken Türkiye’nin önünde tek bir gelecek değil, aynı anda yürüyen üç farklı olasılık hattı bulunuyor. Bu hatlar kesin kopuşlar değil, birbirine geçen, zaman zaman iç içe geçen, ama yönleri itibarıyla ayrışan senaryolar. Hangisinin ağır basacağı, küresel ara buzul dönemin küresel dinamiklerinin sertliği kadar, Türkiye’nin kendi iç siyasal ve toplumsal tercihleriyle de belirlenecek.
Birinci ve en muhtemel senaryo, “kontrollü süreklilik” olarak tanımlanabilir. Bu hatta Türkiye, büyük bir kırılma yaşamadan ama belirgin bir sıçrama da yapamadan yol alıyor. Ekonomide sanayisizleşme, siyasette merkezîleşmiş ama yönetilebilir bir düzen, dış politikada çok yönlü fakat sürtünmeli bir denge siyaseti öne çıkıyor. Açılım, anayasa, normalleşme gibi başlıklar daha çok simgesel ve kontrollü adımlar üzerinden yürütülüyor. Ama yapısal dönüşümler yine erteleniyor. Toplumda yorgunluk artıyor ama bu yorgunluk henüz açık bir kopuşa dönüşmüyor.
İkinci senaryo, “sınırlı iyileşme ve yeniden dengeleme” ihtimalini barındırıyor. Küresel koşulların görece elverişli seyretmesi, ekonomi yönetiminde güven verici adımlar ve dış politikada gerilimi düşüren hamlelerle Türkiye, nefes alan bir alana geçebiliyor. Enflasyon baskısı azalıyor, dış kaynak girişi kısmen toparlanıyor, siyasette sertlik dili yer yer yumuşuyor. Bu senaryoda reform söylemi güçleniyor. Ancak bu iyileşme hâli kırılgan ve sürekliliği içerde yeni bir ortak hikâye üretilebilmesine bağlı.
Üçüncü ve daha düşük olasılıklı ama yüksek riskli senaryo ise “sıkışma ve sertleşme” hattı. Küresel şokların artması, ekonomik dengelerin bozulması ve bölgesel güvenlik risklerinin yükselmesi hâlinde Türkiye, içe kapanan, güvenlikçi refleksleri daha da ağır basan bir yola savrulabiliyor. Bu hatta siyasal kutuplaşma derinleşiyor, toplumsal gerilim görünür hâle geliyor ve ekonomik sorunlar siyasal meşruiyet krizini besliyor. Bu senaryo ani bir çöküşten çok, yavaş ama yorucu bir aşınma anlamına geliyor.
Bu üç senaryo birlikte okunduğunda ortaya çıkan tablo açık. Türkiye için 2026, ne “otomatik bir felaket yılı” ne de “kendiliğinden bir toparlanma” dönemi. Aksine, belirsizlik ve karmaşıklık içinde dayanıklılığın, yön tayininin ve siyasal aklın sınandığı bir eşik.
Sürekli köpüren ama karakteri değişmeyen gidişat
Tüm süreçler ve senaryolar birlikte okunduğunda, iktidarın ve Türkiye’nin 2026’ya tek bir istikametten değil, aynı anda birden fazla patikadan yürüyerek ilerlediği görülüyor. Bu patikaların ortak özelliği, büyük kopuşlardan kaçınan ama büyük sıçramaları da erteleyen bir siyasal akla işaret etmesi. Reform söylemi güçlü, fakat uygulama neredeyse yok, normalleşme arzusu var, ancak güvenlik refleksi her an devreye girebiliyor. Meclis’te komisyonlar kuruluyor, anayasa konuşuluyor, açılım ima ediliyor, fakat bütün bu başlıklar daha çok yönetilebilirlik ve zaman kazanma amacıyla ele alınıyor. Dış politikada denge, iç siyasette baskı ve gerilim, toplumsal alanda ise yorgunluk ve umutsuzluk hâkim. Türkiye’nin önündeki yol ayrımı tam da burada belirginleşiyor. Ya bu siyasi gidişat yeni bir ortak hikâyeye evrilecek ya da toplumsal sinme ve otoriteye rıza derinleşecek.
Türkiye’nin gelecek yılki meselesi, belirsizlikle yaşama becerisinin kalıcı bir stratejiye dönüşüp dönüşemeyeceği. Küresel ara buzul döneminde ülkeleri ileri taşıyan şey cesur hamleler kadar, zamanında yapılan küçük ama yön değiştirici kararlar olacak. 2026 bu kararların alınacağı son durak değil şüphesiz. Fakat hangi yola girileceğini belirleyecek kritik bir eşik. Bu yüzden önümüzdeki yıl ne sadece iktidarın ne de muhalefetin sınavı, toplum için de bir yön tayini yılı da olacak.
Yazarlar
-
Mehmet Ali ALÇINKAYA2026’ya Girerken; Barış, Demokratik Toplum ve Enternasyonal Özgürlük Yürüyüşü... 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünGemini’ye göre 2026’da Türkiye… 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİVicdansız senenin kelimesi dijital vicdanmış 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolKara bir yıl 2025 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciOkudukça yoksullaşan bir ülkeyiz 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEBölücüler ve Ülkücüler 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ocaktan2026’da deliler çağına karşı bir umut ışığı yanar mı? 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKErken Cumhuriyet dönemi eleştirileri: Revizyonizm mi, Türk usülü “woke” mu? 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞURHavf ve reca arasında yeni bir yıla... 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNAfrika Boynuzu’ndaki oyun: İsrail kime şah çekti? 30.12.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZTürkiye’ye özgü sürecin muhasebesi 30.12.2025 Tüm Yazıları
-
KEMAL GÖKTAŞBarış Akademisyenleri'nin göreve iadesine istinaf engeli: Daire, Danıştay kararına direndi 30.12.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORU2026: Beklentiler, beklentiler… 30.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENNasıl anılmak isterdiniz? 30.12.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUÇözüm için mücadele demokrasi için mücadeledir 30.12.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRTürkiye'de davaların portresine kısa bir bakış: Hâlâ en güçlü ortak talep neden adalet? 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçLeyla Zana ve Gözde Şeker ne yaptı? 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜRUyuşturucu dosyasındaki sürpriz isim! "Cumhurbaşkanımızın tensipleri ile…" 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞYENİ YILDA DA KURU EKMEK BİZİ BEKLİYOR… 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇER23 yılın en kötüsü 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANİktidar medyası infilak etti 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞUlus devlet, milli egemenlik, çevre, insan hakları, uyuşturucu ve Venezuela 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTBir fotoğraf karesinden çok daha ötesi... 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CAN2025 giderken 28.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa PAÇALRTÜK ve basın özgürlüğüne geçit yok… 28.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENRaporların Gösterdiği 28.12.2025 Tüm Yazıları



























Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
22.12.2025
15.12.2025
1.12.2025
24.11.2025
17.11.2025
11.11.2025
3.11.2025
27.10.2025
20.10.2025
6.10.2025