Haluk Yurtsever
2024 yılı tamamlandığında 40 ülkede, 4.2 milyar kişi genel ve yerel seçimlerde oy kullanmış olacak. Yılın daha ortasına varmadan bu ülkelerin bir bölümünde seçimler yapıldı. Ortaya çıkan sonuçlar, genel ve güçlü bir eğilim olarak oylamalara katılımın hemen her yerde sürekli olarak azaldığını, yerleşik düzen partilerinin çözülmekte olduğunu, parlatılmış yıldız kişiler çevresinde halkalanan yeni siyasal oluşumların saman alevi gibi yanıp söndüğünü gösterdi. ABD’de bile, “bir kişi bir oy”a dayanan “liberal demokrasi”nin haklılığı ve geleceği tartışılıyor.
Sınırda kapitalizme göstermelik seçim düzenekleri bile fazla geliyor. Taze bir itiraf: IMF Başkanı Georgieva “gündemdeki çok sayıda seçimin” dünya ekonomisindeki durgunluğu, yavaş büyümeyi aşmak, enflasyonu, borçlanmayı düşürmek için gerekli önlemleri almayı zorlaştırdığını söyledi.
Yalnız son seçimler değil, daha onlarca gösterge kapitalist demokrasinin geçmişten devraldığı liberal/liberter değerleri taşıyamadığını, seçim ve oyla istikrar ve toplumsal meşruiyet sağlama kapasitesinin daraldığını gösteriyor.
Günümüz dünyasında siyaset ve demokrasiyi tartışabilmek, bu kavramlarla anlatılan ilişkilerin özünü kavrayabilmek için iki soru üzerinde düşünmek gerekiyor: Bir: Buraya, nereden, nasıl geldik? İki: Sermaye birikiminde tıkanıklıkların kronikleştiği, “bilişim”, “bulut sermaye”, “bilgi rant”ı ve benzeri onlarca yeni ilişki ve kavramın boy verdiği, “Yapay Zeka” uygulamalarının toplumsal ve kişisel yaşamlarımızda daha şimdiden sarsıcı değişikliklere yol açtığı sınırda kapitalizm koşullarında siyaset nasıl bir dönüşüme uğruyor?
Sorun tarihsel, evrensel ve yakıcı bir içerikte güncel.
Bu yazıda birinci sorunun yanıtını arayacağız.
***
Bir saptamayla başlayalım: Halkın, “halk” tarafından yönetimi tanımıyla “demokrasi” bugüne dek dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir zaman gerçekleşmemiştir.
Halkın gerçekten yönetimi ancak hak ve yetkinin doğrudan, devredilemez biçimde yurttaşın kendisine ait olduğu koşullarda gerçekleşebilir. Doğrudan demokrasi ise pratikte ancak birkaç yüz kişiyi aşmayan topluluklarda uygulanabilir. Vekalet ve temsil bu nedenle kaçınılmaz olmuş, vekil ya da temsilcilerin nasıl, hangi yöntemle belirleneceği sorusu siyaset-demokrasi konusunun kırılgan noktasını oluşturmuştur.
Oylama ya da seçim, yaratılan algının tersine, son derece yalın nedenlerle demokratik olamamaktadır: Varlık, mülkiyet, statü, bilgi, eğitim vb. açılarından eşit olmayanlar arasından kimin seçileceğini, eşit “oy”lar değil, güçlü/üstün durumda olanlar belirlemektedir!
“Atina demokrasisi” “eşit yurttaş” kategorisini küçük bir azınlığa daraltarak, yani köleleri, kadınları, serfleri ve borç esirlerini “yurttaş” saymayarak ve temsilcilerin kura ya da kişi adlarının alfabetik sırasıyla belirlenmesini getirerek bu ikilemden kurtulmayı denemişti. Eşit yurttaşlar toplumunda kimin, kimlerin yönetici, temsilci olacağının önemsizleşeceği düşünülmüştü. Çok ayrıksı örnekler dışında böyle olmadığını biliyoruz.
Bu giriş notlarından sonra tezimizi özetleyebiliriz: Eşitliğin olmadığı bir toplumda oylama ve temsil ile halk-yurttaşın kendini yönetmesi, hatta siyasete katılması gerçekleşmemektedir!
***
Bir yöneten-yönetilen ilişkisi ve biçimi olarak seçim-siyaset ilişkisini, dolayısıyla demokrasiyi böyle anlayıp değerlendirmek yüzlerce yıldır sürmekte olan, siyasal- toplumsal hak ve özgürlükler için yürütülen mücadelelerin varlığını ve etkisini yadsımak anlamına gelmez. Hak ve özgürlükler, ilk yazılı anayasa uygulaması olan Magna Carta’dan (1215) bu yana devlet erkini elinde tutanların irade ve eylemine fiili ve hukuksal sınırlar, kurallar koyan sınıf mücadeleleriyle kazanılmıştır. 1215 İngiltere’sinde krala karşı baronlar, 1789 Fransa’sında aristokrasiye karşı burjuvazi ve yoksullar, yirminci yüzyıl boyunca kapitalistlere karşı işçi sınıfı bu kazanımların taşıyıcıları olmuşlardır.
Bu tarihsel gerçeklikten çıkarak, eşit ve özgür bireylerden oluşan sınıfsız topluma dek “demokrasi mücadelesi”ni, daha yerinde bir terimle “toplumsal-siyasal hak ve özgürlükler için mücadele”yi, devlet erkini elinde tutanların irade ve eylemlerini, sömürüyü sınırlama, denetleme etkinliği olarak anlamanın yerinde olacağını düşünüyorum. Aslolan biçim ve düzenekler değil, ilişki ve işlevin kendisidir.
Burada, kısa bir “genel oy” parantezi açmamız gerekiyor. Genel oyun uzun mücadelelerle adım adım, verili devletteki tüm yurttaşları, çok gecikmiş olarak kadınları da kapsayan bir hak olarak yerleşmesinin, siyaset-temsil-demokrasi-devlet ilişkileri açısından yeni bir durum yarattığı açıktır.
Bilindiği gibi, Engels, Marx’ın Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850 çalışmasına “Giriş”te (1895), Almanya’da 1886’da yürürlüğe giren oy hakkını büyük bir heyecanla karşılamış, 1848’e kadar sonuç belirleyici olan mücadele yöntemlerinin eskidiğini yazmış, Alman Sosyal Demokrat Parti’sinin (SPD) bu hakkı “akıllıca” kullanarak “şaşırtıcı” bir tempoyla büyümesini selamlamış, Alman işçilerinin genel oy hakkının nasıl kullanılacağını göstererek, bütün ülkelerdeki yoldaşlarına “en keskin silahlardan birini” sağladığını belirtmişti.
Genel oyun yarattığı koşul ve olanakları bugünden bir bakışla, deneyimin imbiğinden geçirmeden yok saymak doğru olmazdı. Araçların ya da silahların kime hizmet edeceği, bunları kimin nasıl kullanacağına da bağlı değil midir?
Tarihsel deneyimin iletisi ise son derece açıktır: Seçim ve oy düzenekleri, on dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren güçlü olanı egemen ve yöneten kılan, devleti ve demokrasiyi bu egemenliğin aracı haline getiren bir işlev görmüştür.
Kapitalist sınıf, 1848 Avrupa Devrimi’nde işçi sınıfının düzen için yarattığı tehlikeyi görmüş, bu deneyimden iki önemli ders çıkarmıştı: İşçi sınıfının kimi taleplerini devrim ve ayaklanma kertesine gelmeden karşılayarak işçi sınıfı hareketini “iyilikle öldürmek” (Bismark) ve genel oya dayanan parlamenter temsili sistemi ve sendikaları kendi sınıf egemenliğini pekiştiren düzeneklere dönüştürmek! Kapitalist sınıf bu stratejisini, işçi sınıfını kurallarını ve sınırlarını kendisinin belirlediği “oyuna” ortak ederek yaşama geçirdi. Dayatılan düzlemin meşruluğunu ve bağlayıcılığını kabul etmek işçi sınıfını ve komünist hareketi düzenin uzlaşmaz karşıt ucu olma konumundan, devrim programlarından uzaklaştırdı.
***
Bu öykünün öteki yüzünde ise yukarıda değindiğimiz sermaye erkinin ve sömürünün sınırlandırılması, bu yolla emekçilere kapitalizm altında görece iyi çalışma ve yaşama koşulları, hak ve kazanımlar sağlanması var.
Sözü uzatmadan, bu koşulları birbirini var eden üç tarihsel gelişmenin doğurduğunu belirtelim: İşçi sınıfının mücadelesi, 1917 Ekim Devrimi ve emperyalizm! Bu üç etmen kapitalizmin gelişmiş olduğu toplumlarda liberal demokrasi pratiklerinin ömrünü uzatmıştır. Kabaca on dokuzuncu yüzyılın ortalarından yirminci yüzyılın sonlarına kadar, bir tarafında örgütlü proletaryanın yer aldığı sınıf mücadeleleri Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da siyaset düzlemini belirlemiştir. “Refah devleti” örgütlü işçi sınıfı hareketinin reformcu temsilcisi sosyal demokrasi eliyle inşa edilmiştir. Sovyetler Birliği, bir yandan büyük bir dünya gücü olarak sermayenin küresel hareketine sınırlar getirmiş, bir yandan da eşitlikçi bir toplumun mümkün olduğunu örneğin gücüyle göstererek kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı hareketinin refah devleti kazanımlarının deyim uygunsa “dış” dinamiğini oluşturmuştur. Emperyalist süper kârlar, refah devletinin maddi temelini hazırlamıştır.
Yirminci yüzyılda da tarih düz bir çizgide ilerlemedi. Araya iki dünya savaşı, devrim ve karşı devrimler, kan ve barut girdi. 1945 ile 1980 arasındaki 35 yıl ise dünya tarihinin en barışçıl, kapitalizm açısından en istikrarlı, Avrupa işçi sınıfı açısından da en gönençli dönemi olarak kabul edildi. Şimdi, bu dönemin kapitalizmin “normali” değil, arızî (geçici, iğreti) durumu olduğunu söyleyebiliyoruz.
1991’de Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ile birlikte bu dönem kapandı. Yirminci yüzyıla siyasal rengini veren “sanayi kapitalizmi ideolojisi”, “ilerleme”, “kalkınmacılık”, “insan hakları”, “ulusların kaderlerini tayin hakkı” vb. kavram ve kategoriler gündemden ve gözden düştü.
Burada, geçerken kapitalist demokrasinin “evrensel insan hakları”, “düşünce ifade özgürlüğü” gibi değerler açısından nereye geldiğini çarpıcı ve yalın biçimde yansıtan iki örnek vereceğim. Birincisi geçen hafta, 13 Nisan’da Almanya’da yaşandı. Alman devleti, Filistin’le dayanışma için planlanan, eski Yunanistan Maliye Bakanı Yanis Varoufakis ile “Kârdan Önce İnsan” (People Before Profit) hareketi Dublin Milletvekili Richard Boyd Barrett’in konuşmacı olarak çağrıldıkları Filistin konferansını polis terörüyle engelledi. Dahası, Almanya İçişleri Bakanlığı, Varaoufakis’in, Almanya’ya girmesini, Zoom ve benzeri etkinlikler yoluyla politik etkinliklerde bulunmasını yasakladı. Birkaç yıl kadar önce de, İngiltere, Alman TV kanalı Deutche Welle’nin “İngiltere’de yoksulluk” üzerine hazırladığı bir videonun İngiltere’de yayımlanmasını yasaklamıştı. Bu yasaklama kararları, iki “gelişmiş” ülkeyi yönetenlerin, o toplumların tarih içinde oluşmuş değerlerinden ne ölçüde koptuklarını, sözcüğün tüm anlamlarıyla gericileştiklerini ilan eden bir ibret belgesi gibi duruyor.
Genel siyaset zeminindeki sarsıntının reel sosyalizm-reel kapitalizm karşıtlığı ekseninde biçimlenen sınıf mücadelelerini, sol ve sosyalist hareketleri etkilememesi düşünülemezdi. Etkiledi. Etkilemekle de kalmayıp, “büyük likidasyon”un kapılarını açtı.
Buraya nereden geldik sorusunu, tam olduğunu iddia etmeden, kısaca ve şimdilik kaydıyla böyle yanıtlıyoruz.
***
Bugüne gelince.
Kurulu siyasal düzenlerin ve düzeneklerin eskisi gibi işlemediği, sermaye-devlet-ulus ilişkilerinin, insanlar ve toplumlar arası iletişimin, etkileşimin yalnız araçlarının değil içeriklerinin de değiştiği, gidici olanın gönderilemediği, gelecek olanın gelemediği, “insan”ın “birey”in, “yurttaş”ın, birey-toplum ilişkilerinin geleceğinin tanımsız ve belirsiz hale geldiği, kurulu siyasal partilerin ve hukukun tüm bu süreçlerin çok gerisinde kaldığı, özetle kapitalizmin tarihsel, teorik sınırlarının belirginleştiği koşullarda siyaset paradigması da dönüşüme uğruyor. Dünyayı değiştirmek için bu kaotik, tehlike ve olanaklarla dolu durumun kavranması, yeniden yorumlanması gerekiyor.
Günümüzde ve ülkemizde seçim ve oy mühendisliği labirentlerinde tıkanan siyasetin yeni yollarını açmaya bir tutam katkısı olsun diye bu konular üzerinde düşünmeye, yazmaya devam edeceğim.
Yazarlar
-
Akif BEKİVicdansız senenin kelimesi dijital vicdanmış 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolKara bir yıl 2025 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ocaktan2026’da deliler çağına karşı bir umut ışığı yanar mı? 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünGemini’ye göre 2026’da Türkiye… 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞURHavf ve reca arasında yeni bir yıla... 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKErken Cumhuriyet dönemi eleştirileri: Revizyonizm mi, Türk usülü “woke” mu? 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYA2026’ya Girerken; Barış, Demokratik Toplum ve Enternasyonal Özgürlük Yürüyüşü... 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciOkudukça yoksullaşan bir ülkeyiz 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEBölücüler ve Ülkücüler 31.12.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORU2026: Beklentiler, beklentiler… 30.12.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZTürkiye’ye özgü sürecin muhasebesi 30.12.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUÇözüm için mücadele demokrasi için mücadeledir 30.12.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNAfrika Boynuzu’ndaki oyun: İsrail kime şah çekti? 30.12.2025 Tüm Yazıları
-
KEMAL GÖKTAŞBarış Akademisyenleri'nin göreve iadesine istinaf engeli: Daire, Danıştay kararına direndi 30.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENNasıl anılmak isterdiniz? 30.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞYENİ YILDA DA KURU EKMEK BİZİ BEKLİYOR… 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇER23 yılın en kötüsü 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTBir fotoğraf karesinden çok daha ötesi... 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞUlus devlet, milli egemenlik, çevre, insan hakları, uyuşturucu ve Venezuela 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANİktidar medyası infilak etti 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçLeyla Zana ve Gözde Şeker ne yaptı? 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRTürkiye'de davaların portresine kısa bir bakış: Hâlâ en güçlü ortak talep neden adalet? 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜRUyuşturucu dosyasındaki sürpriz isim! "Cumhurbaşkanımızın tensipleri ile…" 29.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa PAÇALRTÜK ve basın özgürlüğüne geçit yok… 28.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENRaporların Gösterdiği 28.12.2025 Tüm Yazıları
-
Abdulmenaf KIRAN11. YARGI PAKETİ, YENİ ADALETSİZLİK VE EŞİTSİZLİKLER YARATTI 28.12.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CAN2025 giderken 28.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet İlhanKararsızlığın Erdemi: Kesinliğin Gölgesinde Düşünmek 27.12.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUÜlke siyasetin neresinde, hangi evresinde? 27.12.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraYılın Kelimesi 27.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTAN100 Bin Dolar Kazanan “Yeni Yoksul” Mu? 26.12.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuSuriye, güvenlik ve 15 milyon bağımlı… 26.12.2025 Tüm Yazıları
-
Nuray MERTİslamcılık Öldü mü? 26.12.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan TuğalSovyetler ve Bookchin 26.12.2025 Tüm Yazıları
-
Yetvart DANZİKYANLeyla Zana vakası bir gösterge. Ama neyin? 26.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa Karaalioğlu‘Entegre strateji’ varsa, niye tek yönünü görüyoruz? 25.12.2025 Tüm Yazıları
-
Doğu ErgilGüvenlikten kimliğe, inkârdan yurttaşlığa 24.12.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanKomisyonda uzlaşma çıkmazsa süreç yine de ilerler mi? 24.12.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİSekülerleşme sorunu veya Müslümanlar nasıl modernleşecek? 23.12.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEYüzdük yüzdük 22.12.2025 Tüm Yazıları








































Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
11.02.2025
29.01.2025
5.01.2025
17.12.2024
3.12.2024
22.11.2024
7.11.2024
22.10.2024
15.10.2024
10.09.2024