Münir AKTOLGA
“KENDİNİ FEDA ETME” DUYGUSUNUN TOPLUMSAL-NÖROBİYOLOJİK TEMELLERİ.. BU KONUNUN POZİTİVİST DÜNYA GÖRÜŞÜYLE VE İDEOLOJİYLE OLAN İLİŞKİSİ..
İÇİNDEKİLER
EVET; DUYGU NEDİR, DUYGULARIN NÖROBİYOLOJİK TEMELLERİ NELERDİR?.2
DUYGULARIN ORTAYA ÇIKIŞI - SİSTEM NASIL ÇALIŞIYOR?. 3
TOPLUMSAL SİSTEM GERÇEKLİĞİ VE “KENDİNİ FEDA ETME” DUYGUSUNUN NÖROBİYOLOJİK TEMELLERİ..4
PEKİ, İDEOLOJİ NEREDE VE NASIL DEVREYE GİRİYOR?.6
PEKİ YA DAHA ÖNCESİ.. YANİ, SINIFLI TOPLUM ÖNCESİ DURUM NEDİR?. 8
BİLGİ TOPLUMUNA GİDEN YOLDA ARTIK HİÇBİR İDEOLOJİ İÇİN KENDİNİ FEDA ETMEYE GEREK YOKTUR!..10
KÜRESELLEŞME SÜRECİ VE İDEOLOJİLERİN SONU. 12
GİRİŞ
“İnandığın bir dava için, savunduğun bir ideoloji için ölümü göze almak”, “kendini feda etmek”; bunu, savunduğun “dava”nın -ideolojinin- inancın hedefe ulaşması için gerekli olan siyasetin aracı haline getirip başka insanlara da örnek bir davranış olarak sunmak, savunduğun “dava”nın -ideolojinin- inancın ne kadar “haklı” olduğunu ispat için kullanmak; kısacası, “kendini feda” anlayışı üzerine kurulu bir ruh haliyle, yaşarken ölümü kutsayan bir siyasetle hedefe ulaşmaya çalışmak..
Nedir bu meselenin aslı? Epeydir kafamı kurcalayan bir konu bu, ama bir türlü sıra gelmiyordu yazmaya!. Hani tamam, 11 Eylülcüler falan gibi, dini inançlarından dolayı “cennete gitmek için” bu yola girenleri anlıyorduk; çünkü insan, “kendi nefsiyle varolarak doğaya-ilahi dengeye (Allah’a) karşı başkaldırdığı için” “cennetten kovulmuştu”;[1] bu nedenle, “eğer nefsini-yani kendini- yok ederse, bunun ödülü tekrar kaybolan o cennete -o ilahi dengeye, yani Allah’a- kavuşmak” olacaktı!.
Kollektif bir kimlik-irade yaratmaya çalışan belirli bir ideoloji uğruna (ki, bütün ideolojiler son tahlilde birer duygusal-inanç sistemleridir) “kendini feda etmeyi” de anlıyordunuz; çünkü, farklı nedenlerle olsa bile, ideolojilerin-inanç sistemlerinin hedefi de, son tahlilde gene o kendi nefsiyle varolmaya çalışan birey-insan değil miydi!. Bir sınıfın, ya da devletin bireylerin üstündeki varlığı bilincini yaratmaya çalışan ideolojiler, kollektivist dünya görüşüne ters düşen birey-insan anlayışına bu nedenle karşı çıkmazlar mıydı.. Çünkü onlar için de bireyin önemi yoktu, sınıf, ya da devletti varlığı önemli olan..
Kısacası, hangi türden olurlarsa olsunlar bütün ideolojilerin hepsi de bireyi yok sayan-yok etmeye çalışan bir anlayıştan yola çıkarlardı. Onlara göre en iyi birey, kendi varlığını, Allah için, veya, sınıfı, ya da devleti için feda edebilen (örneğin, “varlığım Türk varlığına armağan olsun” diyebilen) yok hükmündeki bireydir!.. Hatta, çoğu zaman bu noktada dini de yardımına çağıran -yedeğine alan- ideoloji, kollektif varoluş için kendini feda eden bireyin mükafatının cennet olacağını ilan etmekten de geri kalmaz!.
Derken, sonunda Erdoğan da bu kervana katılarak, “biz bu yola kefenimizi giyerek çıktık” demeye başlayınca (hatta, o meşhur “danışmanı”, “onu kefenli olarak gördüğünü” falan söylemeye başlayınca!!) “Allah Allah” dedim kendi kendime, “iş bu noktayageldi artık demekki; eskiden sadece “solcular” kefenle dolaşırlar sanırdık biz”! Bir yanda, iç ve dış dinamiklerin etkisi altında kendi doğal akışı içinde evrilen bir süreç vardı ortada; AK Parti’nin iktidar olduğu şu son on iki yıl boyunca hiçte öyle “kefen giyme”, “kendini feda etme” gibi duygusal söylemlere yer vermeyen objektif-bilişsel bir süreçti bu; ama şimdi, bunun yanı sıra, bununla içiçe, bir de “dava” giriyordu artık işin içine; tabi “dava” girince de “kefen”, “feda” söylemleriyle falan ideoloji!..
Olayı biraz daha yakın plana almaya çalışınca, sonunda aşağıdaki yazı çıktı ortaya!.
Okumaya başlayınca sizin de farkedeceğiniz gibi bu yazı sadece Türkiye’deki politik ortamı dikkate alarak yapılan bir çalışma değildir. Aynı zamanda olayın nörobiyolojik düzeyde bilimsel yanı da ilgilendiriyor beni. Kim bilir bakarsınız belki bu yönde bir tartışmanın da önünü açar!..
“Kendini feda etme duygusu” diyorduk, isterseniz önce, “duygu” nedir diye sorarak girelim konuya:
EVET; DUYGU NEDİR, DUYGULARIN NÖROBİYOLOJİK TEMELLERİ NELERDİR?
Daha önce şunları yazmışız bu konuda:[2]
“Duygular beyinsel faaliyetler üzerinde kilit rolü oynarlar. Aslında onları, organizmanın alarm sistemi olarak da tanımlayabiliriz. Zaten, evrim sürecinde duyguların ortaya çıkmasından amaç da budur. Onlar, yaşamı devam ettirebilme sürecinde sorunların çözülebilmesi için bütün zihinsel kaynakların seferber edilmesine, tek bir nokta üzerinde yoğunlaşılabilmesine yardımcı olurlar”. Biraz açalım:
“Bir nesnenin organizmayı etkilemesiyle başlayan herhangi bir süreci düşünüyoruz (bu nesnenin dışardan gelen bir nesne olmasıyla, daha önceden hafızada kayıt altına alınmış- zihinsel bir nesne olması arasında hiçbir farkın olmadığını biliyoruz). Örneğin gene, ormanda gezerken karşılaştığımız o yılan örneğini düşünelim. Burada süreç, ilk aşamada, daha biz ne olup bittiğini bile farketmeden, bilinç dışı olarak gerçekleşen bir reaksiyonla başlıyor, Thalamus [3] üzerinden, beyinde organizmanın savunmasından sorumlu bölge-alt sistem olan Amiygdala’ya [4] gelen informasyon, burada, belirli bir nöronal reaksiyon modelini aktif hale getirdiği zaman ortaya çıkan etkinlik [5], o an’a ilişkin olarak organizmal varlığı temsil eden bir ön benlik, bir “proto self” şeklinde ortaya çıkıyordu.[6]Bir kopyası beyin kabuğuna -Çalışma belleğine- gönderilen bu nöronal reaksiyon modelinin, bir diğer kopyası da (elektriksel bir impuls şeklinde) Beyinkökü’ne (Hirnstamm’a) iletiliyor, buradan da, gerçekleştirmeleri gereken davranış modelleri olarak organlara gönderiliyordu. Daha sonra, organlardan gelen faaliyet raporlarıyla, Amiygdala tarafından buraya gönderilmiş olan reaksiyon modelinin (proto self), burada (Çalışma belleğinde) süperpozisyon yaparak birleşmesiyle ortaya çıkan aksiyon potansiyelinin ise, bizim benlik (self) adını verdiğimiz, organizmayı temsil eden instanzı oluşturduğunu biliyoruz. Bir girdi olarak Çalışma belleğine düşen bu instanzın- aksiyon potansiyelinin (benliğin), çalışma belleğinde çıktı-output olarak gerçekleşerek kendini ifade ederken, korkma duygusuyla birlikte kendinin farkına varmasından amaç, tamamen, bütün zihinsel kaynakların tek bir noktaya, benliğin kendi varoluş noktasına -nedenine- yöneltilmesidir. Çünkü, bir reaksiyon modeli olarak gerçekleşmek onun varoluş nedeni-biçimi iken, korku duygusunun altında yatan da, varolma, varlığını devam ettirebilme kaygısıdır. Dış dünyada (ya da organizmanın içinde bir yerde) ortaya çıkan bir etken organizmanın varlık şartını oluşturan denge durumunu tehdit etmektedir. Verilen mesaj budur. Organizma, varlığını sürdürebilmek için, ortaya çıkan bu etkene karşı bir reaksiyon oluşturarak, bozulan dengeyi muhafaza edebilmelidir. İşte, Çalışma belleği’nde ortaya çıkan korku duygusu bu dengenin yeniden kurulmasına yönelik bir uyarı sinyalidir. Gerçi organizma, ilk anda bilinç dışı bir ilk reaksiyonla (yılana basmamak için kenara sıçrayarak) bir tepki oluşturmuştur, ama bu tepkinin yeterli olup olmadığı henüz belli değildir. Evet, o ilk tepkiyle birlikte (kenara sıçranılarak) o an için tehlike atlatılmıştır, ama yılan halâ karşıda durmaktadır. Bu yüzden de, tehlikenin ortadan kalkıp kalkmadığı henüz belli değildir. İşte, korku tam bu anda ortaya çıkıyor ve bütün zihinsel kaynakları olayın aydınlatılması için harekete geçiriyor. Çalışma belleği’nde korku duygusu olarak ortaya çıkan (output)- elektriksel impuls yukardan aşağıya doğru (“Top-down processing”) bütün alt sistemleri harekete geçirerek (aktif hale getirerek) onlardan olaya ilişkin daha ayrıntılı raporlar ister. Duyu organlarından hafıza sistemlerine kadar beyindeki bütün alt sistemler tek bir olaya-nesneye konsantre olurlar. Duyu organlarından daha ayrıntılı raporlar gelmeye başlarken, hafıza da tekrar taranır, daha önceki deneyler yeniden gözden geçirilir, mevcut örnekler çalışma belleğine indirilerek bunlar tekrar incelenirler. Ve sonunda bir “karar verilerek” bu uygulamaya koyulur. Basit bir korku duygusuyla başlayan süreç, şu ya da bu şekilde bilinçli bir kararla sonuçlanır. Ve yeni, bilinçli davranışlar ortaya çıkarlar. Olay, bu olayla birlikte öğrenilen yeni bilgiler, yaşanılmış, yaşanılarak öğrenilmiş şeyler olarak daha sonraki süreçlerde de kullanılmak üzere hafızada kayıt altına alınırlar”. Mekanizma budur.
DUYGULARIN ORTAYA ÇIKIŞI - SİSTEM NASIL ÇALIŞIYOR?
Duyguların beyin kaynaklarını yönlendirdiğini söyledik. Örneğin, karnınız açken ister istemez bunu düşünürsünüz. “Açlık duygusu” ister istemez zihninizi meşgul eder. Olay (açlığın giderilmesi) yaşamı devam ettirebilmek için bir zorunluluk boyutlarına geldiği an ise, artık açlık duygusunun yönlendirdiği “karnınızı doyurmak” hedefinden başka birşey düşünemez hale gelirsiniz. Boşuna “aç ayı oynamaz” dememişler! Çünkü iş belirli bir noktaya gelince, motivasyon sistemi sadece bu amaca hizmet edecek şekilde çalışır. Ve “siz”, sadece tek bir hedefe kilitlenir, tek bir şeyi “ister” hale gelirsiniz. Aynı şey, “susamak”, vücudun ısı dengesini korumak vb. için de geçerlidir. Peki neden böyledir bu, “beyin kaynaklarımızı yönlendiren” duygularımızı ortaya çıkaran mekanizma nedir?
Organizma kendi içinde bir sistemdir, beyin ve organlardan oluşan bir AB sistemidir dedik. Ama o, aynı zamanda, sistem merkezinde temsil olunan varlığıyla, çevreyle birlikte oluşturulan bir başka sisteminin içinde, onun bir unsuru-parçası olarak da gerçekleşmektedir. Her sistem, kendisini meydana getiren parçalar (A ve B) arasındaki ilişkiden kaynaklanan orijinal bir BİRLİK ve MÜCADELE platformu olduğundan, organizma gibi organizma-çevre sistemi de kendi içinde bir birlik (denge durumu) ve mücadele (etkileşme) zeminidir.[7]“Birlik”, yani ortaklaşa varoluş, taraflar arasındaki belirli bir denge durumuna denk düşer ve bu denge muhafaza edildiği sürece sistem varlığını sürdürebilir. “Mücadele” ise, bu denge bozulmaya başladığı zaman ortaya çıkar ve tarafların dengeyi bir şekilde tekrar kurma çabaları olarak anlam kazanır..
Organizma söz konusu olduğu zaman, sistemin içindeki denge durumunun (birlik zemininin) korunması ilkesine HOMÖOSTASE deniliyor.[8]Bütün diğer sistemler gibi organizma da, son tahlilde, madde-enerjinin belirli bir yoğunlaşma biçimi olduğundan, korunmaya çalışılan “denge” de son tahlilde bir enerji alış-verişi dengesidir. Sistemin belirli bir “an”da sahip olduğu enerji dış dünyayla ilişkiye bağlı olarak değişime uğradığından, sistem sürekli olarak bu dengeyi koruma mücadelesi içinde varolmaktadır..
Duygulara gelince! Bütün mesele organizmanın içinde bulunduğu dengenin bozulmasıyla ilgilidir! Duygular, bu dengenin bozulduğunu ilân eden bir alârm sistemi olarak ortaya çıkıyorlar; ama onlar aynı zamanda dengenin yeniden kurulması için Homöostase mekanizmasını harekete geçiren, bütün beyinsel-zihinsel kaynakları bu noktaya yönelten bir organizatör, bir itici güç rolünü de oynarlar.[9]Örneğin, kandaki şeker oranı düştüğü an, durum hemen Hipotalamus’taki[10]merkeze bildirilir. Organizmanın savunmasından sorumlu olan alt sistem -Amiygdala- nasıl ormanda gezerken yılana basmamak için hemen kenara sıçramamızı sağlıyorsa, aynı şekilde, bu kez de Hipotalamus aracılığıyla, birşeyler yiyerek bozulan dengeyi yeniden kurmak için belirli reaksiyonlar oluşturulur. Ve bu arada da durum Çalışma belleği’ne bildirilerek, olayın burada “açlık duygusu” şeklinde kendini ifade etmesi sağlanır. Daha sonra ortaya çıkacak olan bütün zihinsel etkinlikler, kendini bu “açlık duygusuyla” ifade ederek-gerçekleştiren “icra fonksiyonu”nun, beyin kaynaklarını yöneterek (hafızadan Çalışma belleği’ne indirilen bilgileri vs. tarayarak, eldeki imkânları araştırarak) sorunu çözme çabaları olacaktır.
Görüldüğü gibi mekanizma hep aynıdır. Süreç önce hep bilinç dışı olarak gerçekleşen bir reaksiyonla başlıyor. Yani önce vakit kaybetmeden ilk tedbirler alınıyor. Daha sonra, bunun ardından da olay duygusal olarak bilince çıkarılarak gereği yerine getiriliyor. Peki bütün bu işleri nasıl başarıyor organizma? Sistem nasıl çalışıyor da bilinç dışı olarak başlayan süreç daha sonra bilinçli bir süreç haline geliyor”?
Bir de tabii, bütün bunların, direkt olarak toplumsal kimlikle ilişkili olarak ortaya çıkan “kendini feda etme” duygusuyla ilişkisi konusu var ortada..
TOPLUMSAL SİSTEM GERÇEKLİĞİ VE “KENDİNİ FEDA ETME” DUYGUSUNUN NÖROBİYOLOJİK TEMELLERİ..
“Toplum, elementlerini insanların oluşturduğu bir sistemdir” demiştik. “Nasıl ki çok hücreli bir organizma, elementlerini hücrelerin oluşturduğu bir sistemse, toplum da insanlardan oluşan bir sistemdir. Milyarlarca hücre bir araya geliyorlar, biribirleriyle bağlaşarak insanı oluşturuyorlar. Sonra, bu insanların bir araya gelmesiyle de toplum ortaya çıkıyor”.
Peki, insan ve hayvan, bunların her ikisi de çok hücreli organizmalar, ikisi de hücrelerden oluşuyor, bir hayvanlar topluluğu olan sürüyle, insan toplumu arasındaki fark nedir?[11]
İnsan, üretme yeteneğiyle hayvandan ayrılıyor. Hayvan, çevrenin karşısında “duygusal reaksiyonlarla” hayatta kalma mücadelesi vererek varlığını sürdürürken, insan, buna ilaveten bilişsel bir faaliyetle üreterek varoluyor. O halde, işin özü gelip üretime-üretim faaliyetine dayanmaktadır. Çünkü, üretim faaliyeti-yeteneği, bütün hayvanlarda ortak olan duygusal faaliyetlerin-yeteneklerin ötesinde bilişsel (cognitive) bir faaliyettir-yetenektir. Yani, ancak üretim ilişkileriyle biribirlerine bağlı olan insanlar tarafından planlı bir şekilde yapılabilir. Daha başka bir deyişle, belirli bir hedefe ulaşmak için plan yaparak problem çözmeye dayanan kollektif bir faaliyettir üretim. İnsanlar ve toplumlar ancak bu tür yaratıcı bir faaliyet içinde duygusal benliklerinin yanı sıra bilişsel bir benliğe de sahip olarak varolurlar-gerçekleşirler. Adına “sürü” dediğimiz hayvanlar topluluğuyla, elementlerini insanların oluşturduğu insan toplumu arasındaki esasa ilişkin en önemli farklılık buradadır. İnsan toplumu, her biri bilişsel-üretken bir unsur olan elementlerin (insanlar) oluşturduğu karmaşık bir sistemdir. Hayvan toplumu-sürü ise, elementlerinin duygusal-reaksiyoner unsurlar olduğu basit bir sistemdir.
Şu an’a kadar söylenilenlerden ortaya çıkan iki önemli sonuç var:
1-İnsan bir toplum yaratığıdır. Bu, insanın insan olarak varolduğu daha o ilk an’dan itibaren ancak toplumsal bir sistemin içinde, onun bir elementi olarak varolabileceği anlamına gelmektedir.
2-İnsanı ve insan toplumunu var eden ise, bilişsel bir faaliyet olan üretim faaliyetidir..
O halde, insanlık durumu bilişsel faaliyette bulunabilme yeteneğiyle birlikte ortaya çıkıyor ki, bu da, direkt olarak, nörobiyolojik düzeyde, Prefrontal korteks adı verilen “Önbeyin’in” gelişimiyle ilgilidir. Bu durumda insan, daha o ilk andan itibaren, bir yandan kendi içindeki biyolojik hayvana ait duygusal varlığıyla yaşamı devam ettirme mücadelesi verirken, diğer yandan da, tıpkı iki katlı bir bina gibi, üst katta -beyin kabuğunda- bulunan bilişsel işlem yapabilme yeteneğiyle üreterek-üretim faaliyeti içinde kendini yaratarak varlığını sürdürüyor.
Bu nokta çok önemli!. Bilişsel işlem yapabilme yeteneğiyle, yani üreterek varolabilme yeteneğiyle birlikte bir toplum yaratığı olarak ortaya çıkan insan varoluşunun bu iki katlı yapısal özelliğine uygun olarak, hem bireysel, hem de toplumsal düzeyde, duygusal ve bilişsel olmak üzere iki katlı bir kimliğe sahip olarak gerçekleşir.
Şimdi, insandaki bu iki katlı biyolojik yapıyı temel alarak yola devam edersek, karşımıza çıkan tabloyu şöyle açıklayabiliriz:
Örneğin, tek bir arının, sürünün -arılar topluluğunun- varlığı söz konusu olunca (çünkü, onun bireysel olarak kendi varoluş mücadelesi de buna bağlıdır) hiç düşünmeden kendini feda etmesiyle, bir toplum yaratığı olan, ancak toplumsal olarak varolabilen insanın içinde bulunduğu- yaşadığı toplum için kendini feda etmesi arasında çok önemli bir fark vardır. Birincisinde, yani arı örneğinde, bu kendini “feda etme” eylemi arı için üzerinde hiç düşünmeye gerek olmayan-otomatik olarak gerçekleşen “tabii” bir davranıştır. Çünkü, arının benliği-kimliği tamamen bilinçdışı duygusal bir varoluş halinden kaynaklanmaktadır. Duyguların ve duygusal benliğin oluşumuna ilişkin nörobiyolojik mekanizmayı ele alırken altını çizdiğimiz yolun dışında başka bir kimlik oluşturma yolu-mekanizması yoktur onlarda. Yoktur, çünkü beyin kabuğu -Prefrontal Korteks- Önbeyin diye birşey yoktur.
Ama insan öyle değil işte. Bir insanın içinde yaşadığı toplum için, toplumsal varlık için kendini-kendi bireysel varlığını feda edebilmesinin yolu, aynı zamanda, bu konuda onun bilişsel işlem mekanizmasının da onay vermesinden geçer. Yani, öyle olmalıdır ki, örneğin ülke işgal altındadır, ya da, toplumsal olarak varoluşu tehdit eden başka çok önemli objektif bir tehlike söz konusudur.. Bu durumda, onun bireysel varlığıyla toplumsal olarak varoluşu arasındaki sınır çizgisi kaybolur ve birey olarak insan, aynı zamanda kendi bireysel varlığını da korumak uğruna toplumu için kendisini feda edebilir.
PEKİ, İDEOLOJİ NERESİNDE BU İŞİN VE NASIL DEVREYE GİRİYOR?.
İnsan ve insan toplumu söz konusu olduğu zaman herşey hayvanlardaki kadar basit bir şekilde olup bitmiyor demiştik. Olayın ilkel komün boyutunu biraz sonra ayrıca ele alarak inceleyeceğiz, ancak ondan önce yukardaki açıklamalara ilave etmemiz gereken çok önemli bir nokta daha var.
Soru şu: Sınıflı toplumlar süreci içinde insanlar her durumda sahip oldukları bilişsel yeteneklerini kullanarak mı karar verirler?.
Hayır! Hayır, çünkü bu aşamada işin bir de inanca dayalı yanı-ideolojik yanı vardır! Bu durumda, yani duygusal kimliğinin bilişsel mekanizmaları kontrolü altına aldığı durumlarda insan, gene aynı şekilde -tıpkı bir arı gibi- otomatik olarak kendini feda etme yoluna girebilir. Ama tabi bunun için önce mutlaka o ideolojinin -inancın- onu bireysel varlığının ne kadar önemsiz olduğu konusunda ikna etmesi gerekir ki, bunun da yolu, ideoloji adı verilen hazır nöronal programların tıpkı bir virüs gibi rasyonel
-bilişsel düşünme- bilgi üretme süreçlerinin gerçekleştiğı Önbeyin’i bloke etmesinden, onu devre dışı bırakmasından geçer. Peki bunu nasıl başarır ideoloji? Tıpkı bir virüs gibi beyne girerek mi!. Nasıl yani?
İdeoloji ne idi; önce bir kere daha tarif edelim onu:
İdeoloji, sınıflı toplumlarda, toplumsal sınıfların, ya da kendisi de bir sınıflı toplum gerçekliği olan bir devletin, yaşamı devam ettirme mücadelesinde olaylara ve süreçlere, dış dünyaya, toplumdaki diğer sınıf ve tabakalara, veya başka toplumlarla olan ilişkilere kendi bireysel varoluş eksenini-„kendinde şey“ olarak, „kendisi için“ varlığını- temel alan bakış açısıdır;dış dünyaya ve kendisine, kendi varoluş zeminine yerleştirdiği koordinat sisteminden baktığı zaman görünenlerin (ortaya çıkan düşünce ve fikirlerin) rasyonal -sistematize- hale gelmesiyle ortaya çıkan paradigmal dünya görüşüdür.
Bilişsel işlem ise, üretim süreciyle birlikte, onun içinde ortaya çıkar demiştik. Ürün, organizma nesne etkileşmesinin bir sonucu -sentez- olduğu için, üretim süreci, nefsin ve nesnenin yanı sıra üçüncü bir varlığı temsil eden yeni bir koordinat sisteminin daha ortaya çıkmasına neden olur. İşte, bilişsel benlik, sürece ürünü temel alan bu üçüncü koordinat sisteminden bakabilen benliktir(insan, üretirken, kendini-kendi kimliğini de yeniden üretir). Dikkat ederseniz, bu durumda insan-insanın bilişsel kimliği artık varlığı kendinde şey olan bir mutlak gerçeklik olmaktan çıkıyor. Çünkü, bu durumda artık o hem kendisine, hem de kendi dışındaki olaylara ve süreçlere sadece kendisini temel alan bir koordinat sisteminden değil, kendi dışında kollektif bir oluşum olan ürünü temel alan bir koordinat sisteminden bakmaktadır. Bu durumda o (yani bilişsel benlik), kendi içimizde oturan insana ilişkin “bilim insanı” kimliğidir! Evet aynen böyle!Tıpkı ata binmiş bir jokey gibi kendi içindeki hayvanla birlikte varolan insan, bilişsel kimliğiyle, olaylara ve süreçlere objektif olarak bakarak, onları “bilim insanı” gibi görebilen bir varlıktır.
Sanırım olay bütün açıklığıyla ortada! Sınıflı toplumlar süreci içinde, ideolojiler ve inanç sistemleri bireylerin, toplumsal sınıfların ve devletlerin ergenlik çağı dünya görüşleri olarak, sistemin bağımsız bilişsel işlem yapabilme yeteneğini bloke eden, bilişsel işlem yeteneğini ve bilişsel benliği-kimliği kontrol altına alan nöronal düzeydeki virüs programlar haline dönüşürler.
Dikkat ederseniz, bu aşamada, bilişsel işlem yaparak olaylara ve süreçlere karşılıklı ilişkilere bağlı olarak ortaya çıkan sonuçları -ürünü- temel alarak bakıp sonuçlar çıkarmaya çalışmakla, nefsin kendisini mutlak gerçeklik olarak görerek herşeyi kendisini temel alan bir sisteme göre değerlendirmesi arasında muazzam bir çelişki vardır. Kendi varlığının karşılıklı ilişkilerin-etkileşmelerin ürünü olarak ortaya çıkan izafi bir oluşum olduğunu farkedemeyen duygusal ben, kontrolü altına aldığı bilişsel işlem yapabilme yeteneğini de yedeğine alarak kendisine bir dünya görüşü oluşturur. İşte bizim ideoloji dediğimiz nöronal programın özü budur.
Ama burada karşımıza çok ilginç-paradoksal bir durum çıkıyor:
İdeoloji yaratma, ve yaratılan bu ideolojiyi benimseme sürecinde kendisini “kendinde şey”-“mutlak gerçeklik” olarak görerek yola çıkan “ben”-sınıflı toplum bireyi- sonunda, kendi iradesiyle yarattığı o ideolojisinin içinde birey olarak kendi varlığını yok etmiş, kendini inkar etmiş olur!. Çünkü, bir sınıf, ya da devlet -ve bunların ideolojik kimlikleri- söz konusu olduğu zaman artık burada, bunların yanı sıra bir de bunlardan ayrı bir bireysel varlığa-kimliğe yer kalmaz. Bu nedenle, hangi türden olursa olsun bütün ideolojiler -ve inanç sistemleri- sonunda bireyi, bireysel varoluş iradesini kendilerine en büyük düşman olarak görüp onu yok ederek gelişmeye çalışırlar. Onlar için, birey yoktur, sınıf, ya da devlet vardır artık. Birey, ait olduğu sınıfın ya da devletin varlığının içinde kaybolmuş gitmiştir; ama o, bu işi, görünüşte “kendi iradesiyle”de yaptığından, bu yok oluş “kendini feda etmek” şeklinde gerçekleşir!.. Aynı durum dinsel ideolojiler-inanç sistemleri için de geçerlidir. Bu durumda da gene birey o büyük tanrısal iradenin içinde varlığının hiçbir değeri olmayan bir “kul’dan başka birşey değildir!.. İşte size ideoloji.. ve de, bireyin ideoloji için kendini feda ederek intihar edişinin (nörobiyolojik temelleriyle birlikte) diyalektiği!..
Burada, olayın (ideoloji olayının) pozitivist dünya görüşüyle olan ilişkisine girmiyorum. Çünkü bu konuyu daha önceki bir çalışmada bütün ayrıntılarıyla ele almaya çalışmıştık.[12]Yalnız, konunun bütünlüğü açısından bir noktanın altını çizmeden geçmeyelim: Bireyi yok ederek kendilerine alan açmaya çalışan bütün ideolojiler pozitivist dünya görüşünden kaynaklanırlar ki, bu da pratikte döner dolaşır sonunda bir toplum mühendisliği faaliyeti olarak karşımıza çıkar!. Bu nedenle, “kendini feda etme duygusu”-ve eylemi de, son tahlilde, bireyin kendini yokluğa sürükleyerek- inkarı sürecinin son eylemi-mühendislik faaliyeti olur!.
Dikkat ederseniz, buraya kadar yapılan açıklamalarda, bireyin “kendini feda etme duygusunu” -bunun ideolojiyle olan ilişkisini- ele alırken hep sınıflı toplum zemininden yola çıktık. Olayın iki boyutu olduğunu söyleyerek işe başladık ve önce, bir toplum yaratığı olan insanın içinde yaşadığı toplum tehlike altında olduğu zaman, bilişsel olarak da bu tehlikenin doğrulanması halinde sistemin bütünü için kendisini feda edebileceğinin altını çizdik. Sonra da, işin ideolojik yönü üzerinde durarak, hangi türden olursa olsun (ister dinsel, ister toplumsal düzeyde) bir ideoloji yaratma sürecinin, dönüp dolaşıp eninde sonunda, belirli bir hedefe yönelik kollektif bir kimlik yaratma uğruna bireyin feda edilmesine varacağını gösterdik (hem de bu kendini yok etme eylemini “gönüllü olarak” onun kendisine yaptırıp, onu, “dava uğruna kendini feda eden bir kahraman” olarak kutsayarak!).
PEKİ YA DAHA ÖNCESİ.. YANİ, SINIFLI TOPLUM ÖNCESİ DURUM NEDİR?
Ama hepsi bu kadar mı, yani, “kendini feda etme duygusunun” gerçekliği bununla mı-sınıflı toplum gerçekliğiyle mi sınırlı? Sınıflı toplum öncesi dönemde -yani ilkel komünal sınıfsız toplumda- nasıl oluyordu bu iş; çünkü o zaman henüz daha ortada bizim anladığımız şekilde “birey” diye bir instanz olmadığından, olmayan birşeyin “bir dava uğruna kendisini feda etmesinden” de bahsedilemezdi! Bu nedenle, oradaki “kendini feda” olayı bir dava-ideoloji uğruna kendini feda etmekten, ya da bilişsel bir değerlendirme sonunda bu yolu seçmekten ziyade, daha çok bir arının kendi topluluğu için hiç düşünmeden otomatik bir şekilde kendini feda edebilmesine benziyordu..
Bu durum aslında bir yerde şu “mülkiyet” -sahip olma- duygusuna benziyor!. Bugün, sınıflı toplum insanları olarak bizler için “bir şeye sahip olma” duygusunun anlamı açıktır. “O benim” diyerek ona sahip çıkar, onu kimlik oluşturma sürecinde kendi nefsimizin bir parçası haline getiririz. Bu anlayış “kollektif mülkiyet” söz konusu olduğu zaman da kendini belli eder. Örneğin, “toplumsal mülkiyet” deyince de bundan bütün toplum adına devletin sahip olduğu mülkiyeti anlarız. Çünkü, sınıflı toplumlarda toplumsal varlık en üst düzeyde devlet olarak örgütlüdür. Başka türlü, “topluma ait” sözünün bir anlamı kalmaz!.. Ama, sınıfsız toplumda birey-toplum ikiliği bulunmadığından, bireye özgü bir mülkiyet duygusuna yer olmadığı gibi, bu durumda, “toplumsal mülkiyet eşittir devlet mülkiyeti” anlayışına da yer kalmaz! Çünkü, henüz daha devlet de yoktur ortada!. Mülk, bilinç dışı bir şekilde (böyle bir sahip olma duygusunun oluşmasına yer kalmadan, otomatikman, verili bir gerçek olarak) herkese, ama hiç kimseye aittir (yani “Allah’ındır”)!.. Öyle ki, bu durumda içinde yaşadığı toplumu için kendisini feda eden bir insan da, bunu hiçbir zaman böyle bir bilince sahip olmadan otomatik bir şekilde yapar. Çünkü, aynen kendi dışındaki bir objeye sahip olma duygusu gibi kendi nefsine sahip olma duygusu da gelişmemiştir onda! Öyle ya, insan ancak “sahip olduğu” bir şeyden feragat edebilir!..
Komünal bir sistem içinde çevreyle etkileşerek yaşam kavgası veren insanlar için toplumsal olarak örgütlü bir şekilde var olmanın anlamı, ancak bu şekilde sahip olunabilecek bir bilgiyle çevreyi işleyebilecek bir yapıya sahip olabilmektir. Yoksa öyle, oturup da, “nasıl bir toplum- örgüt yaratsak” diye düşünerek toplum haline gelmemiştir o insanlar! Her durumda, nasıl varolunabiliyorsa ve bunun gereği olarak ne yapmak gerekiyorsa o yapılmaktadır. Ve her durumda esas olan, insanların çevreyle etkileşme içinde kendilerini-yaşamı nasıl devam ettirebilecekleridir.
İlkel komün insanının, ancak bir bütün -toplum- halinde kendini üretebilen bir sistemin içinde, onun bir elementi olarak “varolabilmesi”, onun, bu toplumsal varlığın yanı sıra ayrıca bireysel bir varlığa da sahip olmasını engelliyordu. Bizim gibi sınıflı toplum insanları için anlaşılması en zor gerçek budur işte. Çünkü biz şöyle düşünürüz: “Ne yani, bugün de insan gene bir toplumun üyesi olarak varlığını sürdürmüyor mu; bu, onun aynı zamanda bir birey olarak da varlığına ters bir şey değil ki”? Sınıflı toplum insanları olarak “var olmak” anlayışımız mekanik, yüzeysel olduğundan, “birey olarak varolmak” deyince de bizim gözümüzün önünde hemen, son tahlilde, “kendinde şey olarak var olan” (“objektif-mutlak gerçeklik olarak var olan”) varlıklar canlanır. Bu yüzden de, “komün üyesi insan, kendi varlığını ancak komünün varlığıyla birlikte gerçekleştirebiliyordu”, “bireysel düzeyde o kendi varlığında yoktur” deyince, bu bize “anlaşılmaz” gelir!. Olaya sadece nörobiyolojik açıdan yaklaştığımız zaman, “insan dün de bugün de biyolojik olarak gene aynı insandır, ne fark var ki arada” der çıkarız işin içinden! Sistemin -bu biyolojik mekanizmanın- üretici güçlerin gelişmişlik seviyesine göre içinde bulunulan objektif koşullara bağlı olarak farklı biçimlerde çalışacağını, gene buna bağlı olarak, ortaya çıkan kimlik sorununa ilişkin ürünün de
-nöropsikolojik sonuçların da- farklı olabileceğini hiç hesaba katmayız..
Bütün mesele, var olma sürecinin -nöropsikolojik düzeyde kimlik üretimi olayının- varolan maddi üretim süreci içinde gerçekleştiğini kavrayabilmekle ilgili aslında. Evet; bugün de insanlar -aynı nörobiyolojik mekanizmalara sahip olarak- bir toplumun içinde varoluyorlar, ama, bugünkü toplum, her biri “bireysel olarak üreten”-bireylere ayrılmış insanlardan oluşan sınıflı bir toplumdur. Komün insanı ise, bireysel olarak üretim faaliyetinde bulunamayacağı için (üretici güçlerin gelişme seviyesi bunun için henüz daha yetersiz olduğu için, insan bireysel olarak üreterek yaşamı devam ettirme mücadelesinde başarılı olamayacağı için) bireysel olarak o bir hiçtir. O ancak, komünal üretimle birlikte, komünün varlığını ve kimliğini kendi varlığı-kimliği olarak gerçekleştirerek “varolabilir”.
Bu konuyu, yani, nasıl varoluyoruz konusunu çok iyi anlayabilmek gerekiyor. Yoksa gerisi boş laf olarak kalır![13] Daha önceki çalışmalarda, içinde bulunduğumuz sınıflı toplumlarda bireysel ve toplumsal düzeyde üretim faaliyeti içinde ortaya çıkan varoluşun çevrenin etkisine karşı bir reaksiyonla birlikte meydana geldiğini söylemiştik (sonra da, bu reaksiyon temeli üzerine ikinci bir kat olarak bilişsel kimlik oluşuyordu). Komün insanları ise, üretim sürecinde, çevrenin karşısında birey olarak değil de komün olarak durdukları için, bu durumda, çevreden alınan madde-enerji-informasyon tek tek bireyler tarafından değil, bir bütün olarak komün tarafından işlenir. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak da, bu durumda, duygusal anlamda var oluş instanzı bireysel olarak değil, komünal olarak, komünal reaksiyon temelinde gerçekleşir. İşin özü burada yatıyor. Bu arada tabii, komün üyesi insanların beyninde kendisinin-kendi varlığının farkına varan bilişsel instanz da bu komünal bilişsel varlık oluyor. Yani, komün insanı “ben” deyince, bu, hem duygusal, hem de bilişsel düzeyde “komünal olarak ben” anlamına geliyor. Bu durumda onun, bireysel düzeydeki varlığı-benliği-kimliği tamamen ikinci planda kalan, komünal varlığın içinde her an erimeye hazır bir oluşumdur. Aynı komünün üyesi başka bir insanın bireysel varlığıyla kendi varlığı arasında bir fark -rekabet- ya da çelişki göremeyen insan, “diğer insanlar varsa ben de varım” bilinciyle hareket eder (hem bilinç dışı olarak duygusal bir bilinçle, hem de bilişsel olarak)..Bu nedenle, komün insanı, gerekli olduğu zaman, hiç düşünmeden otomatikman (ayrıca “kendini feda etme duygusuna” dahi sahip olmadan, tıpkı o arı gibi) komün uğruna kendini feda edebilir. Ve de onun bu davranışı diğer komün üyeleri tarafından son derece normal karşılanır..
“İlkel komünal kimlik” böyle oluşuyor işte!. Çevre, ve onun karşısında toplum-komün. İnsanların bildiği tek şey var: Komün olarak kendi varlıklarını nasıl üretecekleri, çevrenin karşısında komün olarak nasıl ayakta durabilecekleri. “Yaşamı devam ettirebilme sanatının” o ilkel komünal bilinci bu şekilde ortaya çıkıyor.
YARIN...
BİLGİ TOPLUMUNA GİDEN YOLDA ARTIK HİÇBİR İDEOLOJİ İÇİN KENDİNİ FEDA ETMEYE GEREK YOKTUR!....
[1]Bütün hayvanlar, bitkiler ve de diğer nesneler, bunların hepsi doğa’nın -doğal dengenin- bir parçası olarak „cennette“ bulunmaktadır. Sadece insandır ki, o da, „ne, neden, nerede, nasıl“.. sorularını sorarak bunlara cevap aramaya başladığı andan itibaren (yani, bilişsel faaliyette bulunmaya başladığı andan itibaren) bu doğal dengeden koparak „cennetten kovulur“!.. Bu nedenle, bütün dinler „insanın tekrar cennete dönüşünün“ yolunun „çok fazla soru sorup bunlara cevaplar arayan o illetten-yani nefsinden kurtulmaktan“ geçtiğini söylerler. Tasavvuf dilinde „ölmeden evvel ölmek“, ya da „nefsini bilerek Rabbini bilmek ve kendi varlığında yok olmak“ gibi bambaşka bir konteksle ifade edilen bu oluşum, ortodoks dinsel inanç sistemleri söz konusu olduğu zaman, nefsin -yani benliğin- Tanrı’yı temsil eden o mutlak denge içinde -onun için- „kendini, kendi maddi varlığını feda ederek“ yok etmesi şeklinde anlaşılır..
[2]http://www.aktolga.de/t6.pdf s.194, www.aktolga.de 2. Çalışma
[3]Thalamus, beyinde sinyallerin dağıtımı görevini yerine getiren bir tür sinyal dağıtım istasyonudur.
[4]Beyinde organizmanın savunmadan sorumlu bölgesi-alt sistemi.
[5]Bu „etkinliğin“, bir elektriksel sinyaller-„aksiyon potansiyelleri“- birliğinden-ağından başka birşey olmadığını unutmayalım..
[6]Tabii buradan, Amiygdala’nın sadece daha önceden mevcut olan nöronal modelleri aktif hale getirebildiği, bunlara yeni ağlar-sinapslar ilâve edemeyeceği, yeni şeyler öğrenemeyeceği anlamı çıkmaz. Beyindeki bütün diğer sistemler gibi Amiygdala da “plastikidir”. Yani o da öğrenir, yeni informasyonları eskiden beri mevcut olanlarla değerlendirerek o da yeni sinapslarla kendini geliştirebilir.
[7]www.aktolga.de 4. Çalışma
[8] Olayı çok basitleştirirsek, bunu, bir odayı ısıtan, ya da soğutan bir termostadın çalışma ilkesine benzetebiliriz. Sistem belirli bir değere göre ayarlanmıştır. Isı bu değerin altına ya da üstüne çıkınca mekanizma çalışmaya başlar. Amaç, oda ısısını daima verili değerde tutmaktır..
[9]Çalışma belleğinde ortaya çıkan “icra fonksiyonu” duygusal olarak kendini ifade eden benliktir.
[10]Hipotalamus da gene beyindeki bir alt sistemdir..
[11]Burada bu konuya girmek, konuyu açmak zorundayız, çünkü, “kendini feda etme” olayı bilinç dışı bir şekilde hayvanlarda da -örneğin arılarda da- vardır. Ama onlardaki -örneğin arılardaki- bu davranışı hiçbir zaman bir ideolojiyle, ya da dinsel inançla açıklamayı düşünmeyiz!.
[12]http://www.aktolga.de/t8.pdf
[13] Bu konuyu daha önce bütün ayrıntılarıyla ele alarak incelemiştik: www.aktolga.de 2. ve 6. Çalışmalar
Yazarlar
-
Zeki ALPTEKİNÜretici Güçlerin Gelişiminin Motorlarından Biri Olarak Toplumsal-Sınıfsal Mücadeleler 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluGeri dönülmez çözümde son düzlük... 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENSüreç Olmasaydı 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİHakan Fidan'ın diploması 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUSiyaset CHP’siz, CHP siyasetsiz olmaz 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞURMehmet Ali Sebük’ü neden kimse hatırlamıyor? 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasHükümet yalanladı konu kapandı 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçKürt sorunu, komisyon ve Marx… 8.08.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolTefessüh… 8.08.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUAnayasa engeli olduğu halde yeniden seçilmek isteyen başkan ne yapar? 8.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanAK Parti kendini nasıl bu hallere düşürdü… 8.08.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuÇeteler çağı ve muhteşem çöküş… 8.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Y. YılmazAYM kararı yargıyı bağlayacak mı? 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraÇağdaş Türkiye 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Gökçer TahincioğluKalorifer kazanından rektör danışmanlığına ve öğretim görevliliğine uzanan yol: Sahte diplomaya ne g 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet Berkanİktidar ülkeyi yönetebiliyor mu ki? Tek kişi ne kadar yönetebilirse o kadar işte… 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTUtanmazlığın ve Çürümüşlüğün Belgesi: Sahte Diploma Skandalı 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Cemile BayraktarŞeffaf, açık ve çoğulcu 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANBasın Tarihi: “İmralı’da Bir Mahkûm” 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞAdemimerkeziyet: Dikey güçler ayrılığı ya da paylaşımı 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇİsa’nın takipçilerine sığınan Muhammed’in takipçileri 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUDemokratlar, ümmetçiler, ırkçılar 6.08.2025 Tüm Yazıları
-
Doğu ErgilBüyük Aldatmaca: Popülizmin (Halkçılığın) Yolsuzluk Ve Eşitsizlik Konusundaki Yalanları 6.08.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞMeslek liseleri tartışmaları (1) 6.08.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit Akçay2025’in kalanı nasıl geçecek? 6.08.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜR‘Dijital devlet’ işgali: Girilmedik kurum yok! 6.08.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEKaş yaparken göz çıkarmak 6.08.2025 Tüm Yazıları
-
Çiğdem TOKERİki öncü şirkete nasıl sızıldı: Denetimsizliğin çürüttüğü devlet 6.08.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZTerörsüz Türkiye hedefi: Hukukun ve siyasetin rolü 5.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi EgilmezEkonomiyi düzeltmekle iş bitmez 5.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNESiyasî kimlikler panayırı kapandı 5.08.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNKalemşörler ve Çubuk Ustaları da Silah Bıraksın! 5.08.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNMisak-ı Suriye! 4.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYABarış ve Demokratik Toplum Çağrısı; Hasta Tutsaklar 4.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞKUVVETLER AYRILIĞI YOK İSE… 4.08.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRGüvensizliğin gölgesinde siyaset: Geçen yıla kıyasla korku düzeyimiz yükseldi, peki neden? 4.08.2025 Tüm Yazıları
-
Akdoğan ÖzkanBatı artık Kiev’de Zalujni’yi görmek istiyor gibi 4.08.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciÇürüme! 4.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANErdoğan’ın korktuğu başına geldi 3.08.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKBatı, Türkiye, ulus-devlet: Vazgeçmenin fırsatları ve riskleri 3.08.2025 Tüm Yazıları
-
Abdurrahman DilipakPartiler ve toplum nereye gidiyor? 3.08.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRKomisyon hayırlara vesile olsun inşallah… 2.08.2025 Tüm Yazıları
-
Berat ÖZİPEKEzberler bozulurken mağduriyetler de son bulmalı 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇERSüreç ya da Çözüm Komisyonu 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AKSAYAzerbaycan ile Rusya arasında savaş çıkar mı? 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİHıristiyanlıktaki “kurtuluş” fikrinin İslamda yeri olabilir mi? 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Alper GÖRMÜŞZora girmiş bir anlatı: “ABD emperyalizminin değişmez stratejik hedefi bağımsız Kürt devleti” 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunSuyun akışı ya da meramı barış olmak 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet AKAYAnkara, CHP, Çözüm Süreci ve Şam Arasındaki Tıkanıklık: 29.07.2025 Tüm Yazıları
-
Umur TALUKötülük durur durur, seni de vurur! 29.07.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRKÜRT ULUSAL BİRLİK KONFERANSI 28.07.2025 Tüm Yazıları
-
Abdullah KıranYeni süreç ve Suriye denklemi 27.07.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENBeyaz Toroslu savcı olayına iktidar nasıl bakıyor? 27.07.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünSuriye’de istikrarı sağlamak mümkün mü? 27.07.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKİktidarın soğuk matematiği 23.07.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CANTartışmayı kazanmaktan önce becermek gerek 21.07.2025 Tüm Yazıları
-
Sedat KAYABeşiktaş düzene karşı çıktı: Sessiz devrimin adı olacak 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerULUSAL KİMLİK DAVASI 18.07.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMANTaşıyıcı koalisyonlar ve ormanın içindeki CHP 17.07.2025 Tüm Yazıları
-
Taner AKÇAMAcaba Kürt sorununun önündeki engel “Atatürk miti” mi? 14.07.2025 Tüm Yazıları
-
DOĞAN ÖZGÜDENKürt ulusunun kavgasında bir sosyalist lider 13.07.2025 Tüm Yazıları
-
KEMAL GÖKTAŞDemirtaş’a Kobane mahkumiyeti: Gerekçedeki “10 kusurlu hareket” 28.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan AKTAŞTahran bir kez daha bombalanırken 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cansu ÇamlıbelCHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın: CHP anayasa değişikliği masasına oturmayacak, öyle bir komisy 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın SelcenDemokrasiye giderken cumhuriyetten olmak 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hikmet MUTİAsoyşeytit Pres ' den Cemşit K.nın canlı PKK kongre izlenimleri... 13.05.2025 Tüm Yazıları
-
Metin Karabaşoğlu‘Türkiye Müslümanları’ kimler oluyor? 11.05.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet ÖZTÜRKÇetin Uygur bir kitaba sığar mı? 10.05.2025 Tüm Yazıları
-
Sezin ÖNEYKopukluk ve “Anadolu Kırılması” 25.04.2025 Tüm Yazıları
-
Baskın ORANRahip Brunson ve öğrenci Rümeysa 25.04.2025 Tüm Yazıları
-
Yüksel TAŞKINİktidar milli iradeyi “tapulu arazisi” sandığı için büyük bir bedel ödeyecek 22.04.2025 Tüm Yazıları
-
Ayhan ONGUNDEMOKRATİK EĞİTİM MÜCADELESİNE ADANMIŞ YAŞAMLAR 21.04.2025 Tüm Yazıları
-
Nuray MERTVeda ediyorum 15.04.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan CEMALTerörsüz Türkiye! İyi güzel, peki ya demokratik Türkiye?.. 14.04.2025 Tüm Yazıları
-
Gülçin AVŞARŞizofrenik yurttaşlık 14.04.2025 Tüm Yazıları
-
Pelin CENGİZTrump’ın yeni vergileri diye yazılır, ‘post modern merkantilizm’ diye okunur 7.04.2025 Tüm Yazıları
-
Mehveş EVİNBoykot ve sokaklar neden bu kadar korkutuyor? 2.04.2025 Tüm Yazıları
-
Cennet USLUİktidar neden umduğunu bulamadı? 2.04.2025 Tüm Yazıları
-
Hayko BAĞDATSokaklarda yükselen ses 28.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selva Demiralpİmamoğlu krizi ve ekonomik yansımaları 20.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selami GÜREL“Adı belirsiz” süreç hızlı ilerliyor 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Halil BERKTAYPKK ve Türk solcuları (4) “Dağlarında gerilla var memleketimin” 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Etyen MAHÇUPYANKürt ‘açılımı’nın nedeni Suriye değil, Türkiye! 15.03.2025 Tüm Yazıları
-
Haluk YurtseverKaosta 'hegemonya' arayışı 11.03.2025 Tüm Yazıları
-
Arzu YILMAZHodri Meydan 10.03.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin SönmezCumhur İttifakı'nın ‘muhalefeti dönüştürme görevi…’ 28.02.2025 Tüm Yazıları
-
Doğan AKINAhmet Sever: Eşsiz, kırgın, yalnız… 26.02.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın ÜnalParti ve iktidar 25.02.2025 Tüm Yazıları
-
Murat YETKİNCHP’ye açılan soruşturmaların ortak hedefi Ekrem İmamoğlu 12.02.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KIVANÇİç duvarlar 10.02.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet İNSELOtoriter Nasyonal-Kapitalizmin Yeni Eşiği: II. Trump Devri 5.02.2025 Tüm Yazıları
-
İhsan DAĞIİmamoğlu nasıl kurtulur? 1.02.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ata UÇUMDEVLET VE KÜRTLER SORUN DEĞİL KONU! 26.01.2025 Tüm Yazıları
-
Şeyhmus DİKEN“Mesele”yi hayatın içinden çözmek 26.01.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal ÖZTÜRKKürt meselesindeki psikolojik bariyerler 17.01.2025 Tüm Yazıları
-
Seyfettin GürselEkonomik büyümede iyimser olunabilir mi? 13.01.2025 Tüm Yazıları
-
Münir AKTOLGABATI’DAN FARKLI BİR ÖRNEK OLARAK TÜRKİYE’DE VE ARAP ÜLKELERİNDE DEVRİMCİ DÖNÜŞÜM DİYALEKTİĞİ... 16.12.2024 Tüm Yazıları
-
Necati KURBÜYÜK TÖS BOYKOTU 15.12.2024 Tüm Yazıları
-
Hakan AlbayrakDevrim 10.12.2024 Tüm Yazıları
-
Cenk DoğanÜRETİCİLERE İLK OLARAK KOOPERATİF LAZIM 4.12.2024 Tüm Yazıları
-
Cevat KORKMAZFiller ve Çimen... 22.11.2024 Tüm Yazıları
-
Tuncer KÖSEOĞLUTamirhanelere giden toplar… 4.11.2024 Tüm Yazıları
-
Ayşe HÜRDevletin Muhteşem Örgütlenmesi: 6-7 Eylül 1955 Pogromu 9.09.2024 Tüm Yazıları
-
Ferhat KENTEL“Maarif” marifetiyle yeni “makbul vatandaş” kurma çabaları 26.07.2024 Tüm Yazıları
-
Banu Güven“Bozkurt” Almanya’da sahaya indi 4.07.2024 Tüm Yazıları
-
İBRAHİM Ö. KABOĞLUDevlet ve yürütme kaç başlı? 27.06.2024 Tüm Yazıları
-
Gürbüz ÖZALTINLICHP’nin normalleşme politikası Erdoğan’a mı yarar? 21.06.2024 Tüm Yazıları
-
Oya BAYDARBir yazamama yazısı 14.06.2024 Tüm Yazıları
-
Bayram ZİLANAK Parti’de değişim gecikiyor mu? 4.06.2024 Tüm Yazıları
-
Soli ÖzelBetül Tanbay'ın gözünden "Gezi"nin tarihi 30.05.2024 Tüm Yazıları
-
Reha RUHAVİOĞLUTürkiye’de Kürtçenin Durumu: Gidişat, İmkânlar ve Fırsatlar 18.05.2024 Tüm Yazıları
-
Abdulmenaf KIRANNeden Yeterli Halk Desteği Alamıyoruz! 8.04.2024 Tüm Yazıları
-
SİBEL HÜRTAŞ31 Mart'ın merkez üssü: Pazarcık ve Elbistan 8.04.2024 Tüm Yazıları
-
Atilla AytemurBingöl Erdumlu Kitabı: Film gibi hayat* 24.01.2024 Tüm Yazıları
-
Zülfü DİCLELİ“Gazze’deki Uzun Savaş” 10.01.2024 Tüm Yazıları
-
Şahin ALPAY"Ergun Abi"ye veda 10.11.2023 Tüm Yazıları
-
Ahmet ALTANYüzyıllık cumhuriyet başarılı mı başarısız mı? 29.10.2023 Tüm Yazıları
-
Levent GültekinDin, insanları kardeş yapar mı? 26.09.2023 Tüm Yazıları
-
Ayhan AKTARŞair Roni Margulies’in ardından… 7.08.2023 Tüm Yazıları
-
Ceyda KaranBiden ve iki cephede birden yenilgi 30.06.2023 Tüm Yazıları
-
Orhan Kemal CENGİZMuhalefetin sınavı asıl şimdi başlıyor 1.06.2023 Tüm Yazıları
-
Roni MARGULIESMutlu bitmiş bir göç öyküsü 20.05.2023 Tüm Yazıları
-
Burhanettin DURANTarihi Yol Ayrımındaki Kritik Seçim 6.05.2023 Tüm Yazıları
-
Celal BAŞLANGIÇKendini kurtarmak için Erdoğan, Erdoğan’ı reddedecek! 14.04.2023 Tüm Yazıları
-
Ergun AŞÇIErsagun Hanım 5.03.2023 Tüm Yazıları
-
Uğur Gürses‘Dolambaçlı katlı kur’ yolunda 23.01.2023 Tüm Yazıları
-
Besim F. DellaloğluMesafenin Sosyolojisi 16.12.2022 Tüm Yazıları
-
Hidayet Şefkatli TUKSALKur’an kurslarında yatılı eğitim ve çocukların korunması 15.12.2022 Tüm Yazıları
-
Nergis DemirkayaAltılı Masa ortak yönetim planı: Her partiye bir yardımcı bir bakan 17.11.2022 Tüm Yazıları
-
Nabi YAĞCIŞaşıyorum gerçekten… 24.10.2022 Tüm Yazıları
-
Berin UYARONLAR İÇİN... 12.09.2022 Tüm Yazıları
-
İbrahim UsluSeçmen yolsuzluğu önemsiyor mu? 9.09.2022 Tüm Yazıları
-
Hasan GÜRKAN“SEVMEK YİNE DE BİR SARRAF İŞİDİR, YERYÜZÜ KİTAPLIĞINDA” 18.08.2022 Tüm Yazıları
-
Oktay Cansın EMİRALSAVAŞ VE ZAMAN 7.08.2022 Tüm Yazıları
-
Özgül Üstüner COŞKUNİnceden 5.07.2022 Tüm Yazıları
-
Namık ÇINARBir toplumun geri kalma inadı 21.06.2022 Tüm Yazıları
-
Barış SoydanGıda Komitesi’nin ve enflasyonla mücadelede başarısızlığın acıklı öyküsü 21.06.2022 Tüm Yazıları
-
Mehmet BARLASAnkara’yı sel aldı 14.06.2022 Tüm Yazıları
-
Melih ALTINOKAna muhalefet lideri Akşener mi olacak? 14.06.2022 Tüm Yazıları
-
M.Latif YILDIZİKİ MEZAR, İKİ İNSAN ve IRKÇILIK 12.06.2022 Tüm Yazıları
-
Atilla YAYLAKanunlar ve fiyatlar 10.06.2022 Tüm Yazıları
-
Fatma Bostan ÜNSALBu kez Günah Keçisi SADAT mı? 23.05.2022 Tüm Yazıları
-
Fikret BilaKılıçdaroğlu’nun adaylığı 23.05.2022 Tüm Yazıları
-
Ahmet İlhanBurhan Sönmez’in İstanbul İstanbul’unda Yerin Altı ve Üstünde Ne Yaşanıyor? 15.05.2022 Tüm Yazıları
-
Yavuz BAYDARİmamoğlu olayı ardından: ’Altılı Masa’ bir ortak aday çıkarabilecek mi? 9.05.2022 Tüm Yazıları
-
Kübra ParSessiz İstila belgeseli ve sığınmacı meselesi 9.05.2022 Tüm Yazıları
-
Ergun BABAHANTürkiye’nin patlamaya hazır yeni kırılma hattı: Suriyeliler 22.04.2022 Tüm Yazıları
-
Kemal BURKAYİSVEÇ DEMOKRASİSİ VE KURAN YAKMA OLAYI… 17.04.2022 Tüm Yazıları
-
Tarık Ziya EkinciGAZETECİ AYDIN ENGİN VEFAT ETTİ 24.03.2022 Tüm Yazıları
-
İbrahim KaragülBu bir Avrupa savaşı ve çok uzun sürecek. -Batı, Türk-Rus savaşı istiyor! 1.03.2022 Tüm Yazıları
-
Cengiz AKTARSavaş notları 1.03.2022 Tüm Yazıları
-
Aydın ENGİNBir MHP’nin 2. Başbuğ’undan, bir benden 7.02.2022 Tüm Yazıları
-
Nezih DUYGUMete Toksöyle (30 Mart 1954 - 02 Şubat 2022) 3.02.2022 Tüm Yazıları
-
Ahmet KARDAM28/29 Ocak Karadeniz Katliamı'nın 101. Yılı 1.02.2022 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAKAN“Ya herro ya merro” mu dedi?.. 7.01.2022 Tüm Yazıları
-
Mustafa PAÇAL2022 yılı karamsarlıklarımızı tersine çevirebilir mi? 4.01.2022 Tüm Yazıları
-
Galip DALAYOrtadoğu’nun ‘Yeni Dönemi’ 9.12.2021 Tüm Yazıları
-
Muharrem SarıkayaOylardaki yükselişin ağırlığı 7.11.2021 Tüm Yazıları
-
Şevki ÇELİKCİKEMAL ARABACI 17.10.2021 Tüm Yazıları
-
Metin GürcanFırat batısı, Suriye, riskler, tespitler: Ufukta bir operasyon mu var? 13.10.2021 Tüm Yazıları
-
Metin MünirErkeğin kadını ezmesi 22.09.2021 Tüm Yazıları
-
Mehmet AcetSon anketler ne diyor? 9.09.2021 Tüm Yazıları
-
M.Latif YILDIZKONYA KATLİAMI VE GAZETECİLİK MESLEĞİ ÜZERİNE 2.08.2021 Tüm Yazıları
-
Süleyman Seyfi Öğün2023’e doğru Türkiye 26.07.2021 Tüm Yazıları
-
Yasin AKTAYTaliban’ın inancıyla ters olma arzusu 26.07.2021 Tüm Yazıları
-
Cem SANCARHanımefendi diyeceksiniz 28.06.2021 Tüm Yazıları
-
Yusuf KaplanFetih ruhu ve rüyası 28.06.2021 Tüm Yazıları
-
Ali AYDINİşsiz Kalan Antikorlar, Lanetli Pay ve Siyaset 17.06.2021 Tüm Yazıları
-
Ömer F. GergerlioğluMuhafazakârlar çürümeye niye sessiz? 8.06.2021 Tüm Yazıları
-
Mustafa ÖztürkNiyet ve akıbet 29.05.2021 Tüm Yazıları
-
Ayşe BöhürlerTarih büyük harflerle yazılmaz 28.05.2021 Tüm Yazıları
-
Gazi BAŞYURTBir zamanlar sayılamazdık parmak ile, şimdi eksiliyoruz birer birer… 25.05.2021 Tüm Yazıları
-
Yıldız ÖNENİsrail’in sonu gelmez işgalciliği 15.05.2021 Tüm Yazıları
-
Ömer Ahmet ÖZERENBİR 1 MAYIS Anekdotu… 10.05.2021 Tüm Yazıları
-
Osman CAN24 Nisan 1915: Kardeşimin Cenazesini Kaldıramadım Hala! 29.04.2021 Tüm Yazıları
-
Verda ÖZERBırak artık eski normali 28.04.2021 Tüm Yazıları
-
Yetvart DANZİKYAN24 Nisan’ı anmak 24.04.2021 Tüm Yazıları
-
Kurtuluş TAYİZPandemide Erdoğan'ı devirme planı çöktü 22.04.2021 Tüm Yazıları
-
Ali Saydam23 Nisan ‘Çocuklara Hürmet’ Günü 22.04.2021 Tüm Yazıları
-
Vedat BilginSistem değişti de ne oldu! 22.04.2021 Tüm Yazıları
-
Ali TarakçıZEVZEK'in asıl amacı Montrö değilmiş! 17.04.2021 Tüm Yazıları
-
Burak Bilgehan ÖzpekVesayet Nedir, Nasıl Kurulur, Niçin Çöker? 16.04.2021 Tüm Yazıları
-
Firuz TÜRKERDARBE GİRİŞİMİNE HAZIR OLMAK 4.04.2021 Tüm Yazıları
-
Yıldız RamazanoğluYeni metin ne söyleyecek? 25.03.2021 Tüm Yazıları
-
RAGIP DURAN'Bir tek kişinin otoritesi suçtur!' 22.03.2021 Tüm Yazıları
-
Sevilay YALMANMesele Gergerlioğlu meselesi değil! 19.03.2021 Tüm Yazıları
-
Mehmet AKBACAKİZMİT KÖRFEZİ YAKIN, DENİZ BİZE ÇOK UZAK! 17.03.2021 Tüm Yazıları
-
Ural ATEŞERANADİL... 21.02.2021 Tüm Yazıları
-
Demir Küçükaydınİki Devrimci – Türeci ve Şahin 4.01.2021 Tüm Yazıları
-
Perihan MAĞDENHayaller: ETHOS, Gerçekler: BİR BAŞKADIR BENİM MEMLEKETİM 18.11.2020 Tüm Yazıları
-
Talat ULUSOY9 Eylül 1922, İzmir’in “KURTULUŞ” Günü’nde… 9.09.2020 Tüm Yazıları
-
Mahmut ÖVÜRAK Parti mi “İhvan’cı” siz mi operasyon çekiyorsunuz? 8.09.2020 Tüm Yazıları
-
Mustafa Yurtsever2010 YILI REFERANDUMU’NUN BİTMEYEN HİKAYESİ 29.08.2020 Tüm Yazıları
-
Hilâl KAPLANİstanbul Sözleşmesi yaşatır mı? 7.08.2020 Tüm Yazıları
-
Eşref ÇAKARKonca Yazışmaları... 5.08.2020 Tüm Yazıları
-
Zekeriya KurşunOsmanlı Kudüs’ü 4.06.2020 Tüm Yazıları
-
Ahmet ALTANÜmitliyim, çünkü… 26.05.2020 Tüm Yazıları
-
Kadri GÜRSELTürkiye’de darbe mi olacak gerçekten? 16.05.2020 Tüm Yazıları
-
Sinan ÇİFTYÜREKTürbülanstan mayın tarlasına dalış yapan AKP! 13.05.2020 Tüm Yazıları
-
Yaşar YAKIŞTürkiye’nin iktidar partisi yardımlaşmayı da tekeline almak istiyor 25.04.2020 Tüm Yazıları
-
Orhan PamukEski salgınlar ve bugün biz 24.04.2020 Tüm Yazıları
-
Bejan MATURÖlüm hangi boşluğu doldurur? 12.04.2020 Tüm Yazıları
-
Umut ÖZKIRIMLIKorona ve milliyetçilik 8.04.2020 Tüm Yazıları
-
Raffi Hermon Araks‘ARTSAX (Dağlık Karabağ) MESELESİ, NEDİR VE NE DEĞİLDİR? 1.04.2020 Tüm Yazıları
-
Serdar KAYAİslam, Bilim, Virüs, Kumaş 24.03.2020 Tüm Yazıları
-
Markar ESAYANKarantina günlerinde yalnızlık... 20.03.2020 Tüm Yazıları
-
Eyüphan KAYACorona Virüs bir musibettir 19.03.2020 Tüm Yazıları
-
Metehan DemirMoskovanın samimiyet testi 23.02.2020 Tüm Yazıları
-
Merve Şebnem OruçSürreel bir devrim: Gezi 23.02.2020 Tüm Yazıları
-
Tayfun AtayGoebbels korosu söylüyor: "Her şey mükemmel efendim!" 18.02.2020 Tüm Yazıları
-
Hüseyin GÜLERCECHP, şimdi de İlker Başbuğu alet ediyor 8.02.2020 Tüm Yazıları
-
Yalçın AKDOĞANBirilerini suçlama yarışı 8.02.2020 Tüm Yazıları
-
Ufuk COŞKUNCemevleri için Cumhurbaşkanı’na Çağrı! 20.01.2020 Tüm Yazıları
-
Yalçın ERGÜNDOĞANGökdelen hançeri tam İzmir’in kalbine saplanıyordu ki… 16.12.2019 Tüm Yazıları
-
Nihat Ali ÖzcanOrtadoğu’nun karmakarışık halleri 22.10.2019 Tüm Yazıları
-
İbrahim TenekeciDün ve bugün 11.09.2019 Tüm Yazıları
-
Haşmet BABAOĞLUİçerisini iyi anlamak için dışarıya bak! 9.09.2019 Tüm Yazıları
-
Esat KORKMAZYOLDAŞIM YAVUZ ÇANAK 29.08.2019 Tüm Yazıları
-
Ali KİREMİTCİDÜNYADA VE TÜRKİYE’DE SİYASET YENİDEN ŞEKİLLENİYOR 13.07.2019 Tüm Yazıları
-
Tayfun TURANAYILANA GAZOZ, BAYILANA LİMON. 11.07.2019 Tüm Yazıları
-
Mustafa DAĞCIÖTEKİLEŞTİRMENİN ÖTESİ= DÜŞMANLAŞTIRMAK 3.07.2019 Tüm Yazıları
-
Gürkan-Zengin23 Haziran seçimleri: Bir vak’ayi hayriyye 25.06.2019 Tüm Yazıları
-
Celal DENİZIRKÇILIĞIN TEDAVİSİ VAR MIDIR? 9.06.2019 Tüm Yazıları
-
Serdar ESEN"Herşey Çok Güzel Olacak" mı? 9.06.2019 Tüm Yazıları
-
Ahmet AY14 Mayıs güzellemelerinin anlamı 15.05.2019 Tüm Yazıları
-
Salih TunaZincir sesleri 23.04.2019 Tüm Yazıları
-
Beril DEDEOĞLUİflas eden tüccar, eski defterleri karıştırırmış 27.02.2019 Tüm Yazıları
-
İbrahim TığlıBu ne iki yüzlülük!... 26.02.2019 Tüm Yazıları
-
İlnur ÇEVİKSUUDİLER UNUTMAK İSTİYOR AMA OLMUYOR 8.02.2019 Tüm Yazıları
-
Nermin ALPAYİNSAN VE EKONOMİK DEĞERİ 8.02.2019 Tüm Yazıları
-
Ümit FıratBir mahalli seçim hatırası 15.01.2019 Tüm Yazıları
-
Murat AKSOYUnutmayalım yerel seçime gidiyoruz 11.01.2019 Tüm Yazıları
-
Ekin GÜNBİR… İKİ… İZMİR MARŞIYLA KOŞ! 4.01.2019 Tüm Yazıları
-
Ahmet SeverTürkiye bu kadar tehdit ve hakaret eden bir Cumhurbaşkanı görmedi 18.12.2018 Tüm Yazıları
-
İbrahim SEDİYANİKirletme 15.12.2018 Tüm Yazıları
-
Nadi ÖZTÜFEKÇİUlusal mı Ulusalcılık mı? 15.12.2018 Tüm Yazıları
-
M.Şükrü HANİOĞLUDünya “biz”i parçalamak için mi savaştı? 26.11.2018 Tüm Yazıları
-
Cemil ERTEMEkonominin geleceğini simgeler anlatır! 31.10.2018 Tüm Yazıları
-
Amberin ZAMANCemal Kaşıkçı ve Türkiye’nin itibarı 10.10.2018 Tüm Yazıları
-
Mete YararCastle International 28.09.2018 Tüm Yazıları
-
Mehmet CANFilistin ulusal sorunu-II 25.09.2018 Tüm Yazıları
-
Leyla İPEKCİAile içi eğitimin maneviyatı (1) 18.09.2018 Tüm Yazıları
-
Ümit KurtTarihçi Kieser: Modern Türkiye'nin eş kurucusu Talat Paşa 17.09.2018 Tüm Yazıları
-
Güngör UrasABD’DE BORÇ KRİZİ 10.08.2018 Tüm Yazıları
-
Serpil Çevikcan24 Haziran sonrasındaki şema 30.05.2018 Tüm Yazıları
-
Hüseyin ÇAKIRVaatlerinizi sözleşme olarak imzalayın… 27.05.2018 Tüm Yazıları
-
Kürşat BUMİNLGS Türkçe: Çocuklarla dalga mı geçiyorsunuz? 7.02.2018 Tüm Yazıları
-
Aslı AydıntaşbaşYaklaşan facia 6.02.2018 Tüm Yazıları
-
Özgür MumcuTutuklu yargı 6.02.2018 Tüm Yazıları
-
Yusuf Ziya DÖGERTürkiye Seçimlerinin Kilidi Kürdler 6.02.2018 Tüm Yazıları
-
Arife KÖSEHawaii’den sonra nükleer savaş tehdidini yeniden düşünmek 1.02.2018 Tüm Yazıları
-
Güldalı COŞKUNSeçim kritiği desem de…. 1.02.2018 Tüm Yazıları
-
Ergün Diler23 gizli toplantı. 8.01.2018 Tüm Yazıları
-
Ceren KENARMusul sonrası DEAŞ 14.07.2017 Tüm Yazıları
-
Okay GÖNENSİNSertleşme mi normalleşme mi? 11.07.2017 Tüm Yazıları
-
İhsan ELİAÇIKDini çoğulculuk gereği kadından imam olabilir 23.06.2017 Tüm Yazıları
-
Adil GÜRHay Allah yine çenemi tutamadım! 16.04.2017 Tüm Yazıları
-
Hüseyin SARIBAŞHAYIR, YETER ARTIK! 18.02.2017 Tüm Yazıları
-
Mustafa ARMAGANÇankaya’nın karakutusu Latife Hanım mı? 7.02.2017 Tüm Yazıları
-
İlhan ÇETİNFiliz 22 gündür hayata tutunmaya çalışıyor... 7.02.2017 Tüm Yazıları
-
Süleyman YAŞARVatandaşın dövizini devlete dört katı faizle satıyorlar 26.07.2016 Tüm Yazıları
-
A.Turan ALKAN40 $, hem de ‘döge döge’ 15.07.2016 Tüm Yazıları
-
İhsan YILMAZÜmmetin ortak dili: İngilizce 13.07.2016 Tüm Yazıları
-
Bülent KORUCUÖzel haber bayramı 11.07.2016 Tüm Yazıları
-
Gökhan ÖZGÜNBen HDP’ye oy veriyorum… 28.06.2016 Tüm Yazıları
-
Orhan MİROĞLUYazmaya kısa bir mola veriyorum 17.04.2016 Tüm Yazıları
-
Cemil KOÇAKVe Türkiye ‘hayır’ diyor! 16.04.2016 Tüm Yazıları
-
Sema İZOLCennette de hendek var mı anne? 15.02.2016 Tüm Yazıları
-
Lale KEMALMİT-Mossad kırılganlığı, Rusya ile IŞİD gerilimi 9.02.2016 Tüm Yazıları
-
Birgül HAKANAli Demirsoy 9.02.2016 Tüm Yazıları
-
Sanem ALTANAcılar usta, bizler çırağız.. 6.02.2016 Tüm Yazıları
-
Hadi ULUENGİNOtoriterlik yükselirken 4.02.2016 Tüm Yazıları
-
Demiray ORAL‘Serbest kötülük ortamı’nı icat ettik / Hep birlikte - Tev bi hev re* 2.02.2016 Tüm Yazıları
-
Enver SEZGİNEkrem Sezgin 1.02.2016 Tüm Yazıları
-
Mehmet BARANSUYasadışı dinleme suç değilmiş! 1.02.2016 Tüm Yazıları
-
Gülay GÖKTÜRKAYM’den AİHM’e cevap 12.01.2016 Tüm Yazıları
-
Yasemin YILDIRIMSayın Kılıçdaroğlu elinizi yükseltin ve “Demirtaş 15 Temmuz gecesi neredeydi?” diye sorun 5.01.2016 Tüm Yazıları
-
Ayhan BİLGENYalanın gücü tükenir, onur kavgası tükenmez 30.12.2015 Tüm Yazıları
-
Zeliha AKPINARNefretiniz elektriğe dönüştürülebilseydi bütün dünyayı aydınlatırdı 29.12.2015 Tüm Yazıları
-
Umur COŞKUNSöz Geçmez, Top Mermisi İşlemez 28.12.2015 Tüm Yazıları
-
Abdülkadir Küçükbayrak“Analar ağlamasın”dan “Analarını ağlatacağız”a nasıl gelindi! 28.12.2015 Tüm Yazıları
-
Ekrem DUMANLIGeç kaldın ey Müslüman 17.11.2015 Tüm Yazıları
-
Semra POLATFransa'nın mülteci ayarlı bombaları 14.11.2015 Tüm Yazıları
-
Ferdan ERGUTHDP içi bir PKK eleştirisi mümkün müdür? 12.11.2015 Tüm Yazıları
-
Nejat ERDİMIŞİD,KÜRTLER VE KAPIMIZDAKİ TEHLİKE! 22.07.2015 Tüm Yazıları
-
Mazlum ÇETİNKAYAEşitlik yoksa kardeşlik de yok! 26.06.2015 Tüm Yazıları
-
Hakan DEMİRCANKoalisyon hava durumu 3 21.06.2015 Tüm Yazıları
-
Tuncay TOPCamide propaganda ve ucuz taşra siyasetçiliği 27.05.2015 Tüm Yazıları
-
Mithat SANCARİnkarın bedeli 30.04.2015 Tüm Yazıları
-
Bülent KARATAŞBirol Başören 28.03.2015 Tüm Yazıları
-
Hasan ÖZTÜRKİLMİK İLMİK 26.02.2015 Tüm Yazıları
-
Kelemet Çiğdem TÜRKMUNZUR’UN ŞİFASI 6.02.2015 Tüm Yazıları
-
Gürbüz Çimen2 Dil 1 Bavul 2.02.2015 Tüm Yazıları
-
Kerem ALTANHayaller duşakabin 20.01.2015 Tüm Yazıları
-
Mehmet YILDIZEnseyi karartmamalı ama nasıl? 8.01.2015 Tüm Yazıları
-
Eylem YILMAZDemokratı az olan toplumlar az demokrasi ile yönetilirler! 3.01.2015 Tüm Yazıları
-
Muhteşem ÖZDAMARHDP'yi BEKLEYEN TEHLIKE 29.12.2014 Tüm Yazıları
-
Mehmet DOĞANHADİ KALK 7.08.2014 Tüm Yazıları
-
Haydar TOPAYSevgili Yoldaşımız, ağabeyimiz Burhanettin Çetinkaya... 13.07.2014 Tüm Yazıları
-
Erdal TALUPolitikada Yeni Paradigmanın Doğuşu 7.06.2014 Tüm Yazıları
-
Mehmet KIRARSLANHalklar nasıl karar verir? 20.04.2014 Tüm Yazıları
-
Yasemin ÇONGARKiev’den notlar: Avrupalılaşmak ile güdülmek arasında… 4.02.2014 Tüm Yazıları
-
Zülfikar ÖZDOĞANTarih, Tarih Olalı... 2.01.2014 Tüm Yazıları
-
Neşe DüzelHata ve devlet gazetecileri 11.12.2013 Tüm Yazıları
-
Selçuk UZUN1915/16´da Erzurum Vilayeti Valisi Tahsin Uzer (1) 25.07.2013 Tüm Yazıları
-
Dr.Sivilay GENÇSibirya ablası 2.05.2013 Tüm Yazıları
-
Nihat TAŞTANBU GÜNÜN MÜŞRİKLERİ MEKKE MÜŞRİKLERİNİ ARATMIYOR 16.03.2013 Tüm Yazıları
-
Nabi YAĞCI-Taraf YazılarıBelirsizlikler zamanı ve ütopya zamanı 21.10.2012 Tüm Yazıları
-
Orhan MİROĞLU-Taraf yazılarıESAT’IN YENİ HAMLESİ.. 8.10.2012 Tüm Yazıları
-
Ayşe HÜR-Taraf yazıları1922’de Güzelim İzmir’e Kimler Kıydı? 9.09.2012 Tüm Yazıları
-
Cevdet AŞKINŞiddetli çatışma dönemi başladı 22.05.2012 Tüm Yazıları
-
nevzat cingirtTüm Yazıları
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
16.11.2024
9.11.2024
31.07.2024
3.06.2024
9.04.2024
20.07.2023
18.07.2023
17.07.2023
20.06.2023
18.06.2023