Münir AKTOLGA

DAHA İLERİYE NASIL GİDECEĞİZ?..(2)
18.07.2023
1055
NEREYE GELDİK, NEREDE DURUYORUZ, “KÖŞEYE Mİ SIKIŞTIK”, DAHA İLERİYE NASIL GİDECEĞİZ?..(2)

KÜRESELLEŞME SÜRECİ VE KÜRESEL DEMOKRATİK DEVRİM DİYALEKTİĞİ...

“Yeni eskinin içinde gelişir” demiştik!..

Daha önceki çalışmalarda, soğuk savaşla birlikte ikiye bölünmüş  dünyada kapitalist dünyanın kendi içindeki ilişkilerin de değişmeye başladığından  bahsetmiştik... Ama giderekten, kapitalist dünya içindeki gelişmeler sadece kapitalist ülkelerin kendi aralarındaki ilişkilerle  sınırlı kalmıyor, mevcut yapının  işletme sistemi olan kayıtsız şartsız tekel egemenliğine dayalı  tekelci kapitalizmin kendisi de değişmeye başlıyordu. Çevrenin -dış dünyanın- değişmesi, eski biçimiyle tekelci kapitalizmin varoluş koşullarını da yok etmişti. Dünyanın ikiye bölünmesi bunun için bir milad olmuştu adeta. Tekelci kapitalizmin, yeni koşullarda daha önceki varoluş biçimini  devam ettirmesi  artık mümkün değildi…

Daha sonra da, “peki pratikte değişen ne oldu” diye sorarak demiştik ki;   “büyük kapitalist ülkeler yerli yerinde duruyorlardı, finans kapital de duruyordu yerinde,  değişen ne olmuştu gerçekten?  Öyle sanıyorum ki, bu soruya verilen cevabı geride kalan şu  son yirmi yıl  doğrulamıştır!..   

Değişen şu oldu: Eskiden tekel+ulus devlet bir bütündü. Egemenlik alanını genişletmek için bu ikili birlikte hareket ediyorlardı. Sermaye ulus devletin açtığı  güvenli yolda yürüyerek dünya pazarlarını istilâ ediyordu.  Ki bu da,  aynı hedefi güden,  herbiri diğerlerinin aleyhine olarak kendi nüfuz bölgesini genişletmek isteyen emperyalist ülkeler arasındaki çelişkileri ön plana çıkarıyordu. Ancak, bu sürecin ve bu sürece yön veren  çelişkilerin, yeni dönemde de -yani ikiye bölünmüş  dünya ortamında da- eskiden olduğu gibi aynen sürmesi artık mümkün değildi. Çünkü bu, bütün bir insanlığı topyekün yok oluşa götürebilirdi. İşte, iş bu noktaya gelince, durum, bütün diğer yasaların üstünde olan “yaşamı  devam ettirme” yasası (“survive”-“überleben”) açısından  sürdürülemez   hale gelince, sermaye yavaş yavaş ulus devlet yükünü sırtından atmaya,  dünya pazarlarına yayılmanın daha başka-barışçı yollarını aramaya başladı”.

“Ama ne olabilirdi bu “yeni-barışçı yollar” diye sorduktan sonra bu soruya da şöyle cevap veriyorduk:[1]

“Bir malı daha iyi kalitede, daha hızlı ve ucuza imal ederek rekabet gücünü elde tutmak, bu şekilde, daha çok satarak, dünya pazarlarında daha çok yer kapmak”!..

Ortaya çıkan sonuç gerçekten çok önemli idi; ki bunu da şöyle ifade etmiştik: “İşte, yeni dönemin, “soğuk savaş” döneminin, atom bombasından daha güçlü, en önemli “silâhı” bu olmuştur! Öyle bir silahtı ki bu, hem “sosyalist sisteme” karşı, hem de kapitalist ülkelerin kendi aralarındaki rekabette birbirlerine karşı etkiliydi; üstelikte, hiçbir kullanma riski taşımıyordu!.. 

Gerçekten de müthiş bir şeydi bu! İkiye bölünmüş dünyada, soğuk savaş devam ederken  yeni-küresel dünya sisteminin tohumu ana rahmine böyle düştü. Ve kimse farkına varmadan,  usul usul böyle gelişmeye başladı”...

Soğuk savaşı sona erdiren diyalektiğin özü buradan kaynaklanıyordu!.. 

Sonrasını biliyoruz!. Duvarların yıkılışı, ikiye bölünmüş dünya pazarlarının tekleşmesi, ve de, sermayenin  adeta zemberekten boşanmışcasına dünyanın dört bir tarafına doğru yayılması doğru gidiyordu...

“Bu o kadar önemli bir gelişmeydi ki, birkaç yıl içinde gelişmiş ülkelerdeki yatırımlar bıçak gibi kesilmeye başlamıştı. Sırtına dolarlarını eurosunu yükleyen kapitalistler Çin’e, Hindistan’a, Türkiye’ye, üretim maliyetleri nerede düşükse, kim kendilerine daha elverişli yatırım olanakları sunuyorsa oraya gitmeye başlamışlardı! Enformasyon teknolojisinin bu kadar geliştiği, küçük bir köy haline gelmiş  dünyada üretimin nerede yapıldığı hiç önemli değildi artık. Hatta öyle ki, bir malın bir parçasını Çin’de, bir parçasını Polonya’da  yaptırarak, sonra da bütün bu parçaları, örneğin Türkiye’de bir araya getirip monte etmek bile mümkündü. Önemli olan, rekabet mücadelesinde en iyi kalitede ve en ucuza üreterek azami kâr’ı gerçekleştirebilmekti.  Üretimin, yatırımların hangi ülkede olacağının sermaye açısından başka  hiçbir anlamı kalmamıştı.[2]

Sermaye, sırtındaki “ulusal” etiketini hiç düşünmeden çıkarıverince gelişmiş ülkelerin ulus-devlet yöneticileri de sap gibi ortada   kaldılar!.. Yatırım olmayınca işsizlik  ve devlet bütçesindeki açıklar  çığ gibi büyümeye başlıyordu  buralarda.  Ve işin ilginç tarafı, iktidara kim gelirse gelsin  hiçbir çözüm yolu da görünmüyordu ufukta! Hani öyle eskiden olduğu gibi, muhafazakârlar gider, sosyal demokratlar gelir, ya da tersi, işlemiyordu artık!.. 

Sonuç: Gelişmiş ülkelerde yatırımlar, ekonomik büyüme dururken,  gelişmekte olan ülkelerde kapitalizm-üretici güçler hızla gelişmeye başladı”...

„KÜRESEL DEMOKRATİK DEVRİM“,  „GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELER“   VE TÜRKİYE

Bugün, „gelişmekte olan“, ya da „azgelişmiş“ dediğimiz ülkeler, yakın geçmişte, şu ya da bu şekilde „bağımsızlıklarını“ elde ettikten sonra, bu sefer de, Soğuk Savaş dengelerinden  yararlanarak iktidarı elinde tutan “ulus devlet yaratıcısı”, bu anlamda „ulusalcı“ bürokratik elit bir   tabakanın -“Devlet sınıfının”- yönetimi altına giren, üretici güçlerin gelişmesinin adeta dondurulduğu,  kısır bir döngünün içinde debelenip duran ülkelerdir. Öyle ki, halâ „ulusal bağımsızlığı temsil ettiğini“ iddia eden bu “Devlet sınıfı”, artık ülkede üretici güçlerin gelişmesini engelleyen başlıca unsur haline gelmiştir. „Ulus-Devlet“, kapitalist-burjuva devlet demek olduğu halde, „ulusal bağımsızlıkçı“ bu “Devlet sınıfı”, ülkede kendisinden bağımsız bir burjuva sınıfının gelişmesini bile engellemekteydi. “Devletçilik”, Devlet mülkiyeti, bu mülkiyete tasarruf yetkisine sahip bürokratlarla -“Devlet sınıfıyla”- özdeşleştiği için, bunlar  kendilerini sosyalist ülkelere özenerek „ilericiler“ olarak ilân etmişler,  ülkede oluşturdukları Devlet tekelciliğiyle özel sektörün, bireysel kapitalistlerin yolunu tıkar hale gelmişlerdi!..

TÜRKİYE ÖRNEĞİ…

Bütün bu söylenilenlerin en güzel örneklerinden biri Türkiye’dir![3] Türkiye’deki „Devlet sınıfı“da „ulusal bağımsızlıkçılığı“, ulus Devlet savunuculuğunu kimseye bırakmaz! „Devletçilik“ onların da „ulusalcılığının“ vazgeçilmez unsurudur! Öyle ki, bunlar, iktidarı ellerinde tutabilmek uğruna, „Marksist“ oldukları için „Devletçi“ olan „solcularla“ ve faşist-ırkçı oldukları için Devleti yücelten “sağcılarla” da  kol kola girmişler, gelişmek, ilerlemek-zenginleşmek isteyen halkın karşısında adeta bir duvar örmüşlerdir. Bütün o „ulusalcı“ söylemlerin ardında yatan gerçek  budur! Bunlar tepeden inmecidirler!  Bunlar için „halk“ „cahil“, güdülmesi gereken bir sürüden-Reaya  başka bir şey değildir. Her şeyin en iyisini, doğrusunu onlar bilir! Çünkü onlar, „vatan, millet kurtarıcı“  “Devletin asıl sahipleridir”!..

Ne kadar ilginç değil mi, yukardaki paragrafı  2013’te kaleme almışım!..O zamandan bu yana şu son on yılda neler değişti ülkede bir düşünsenize!.. Çünkü şimdi artık bir değil iki “Devletçi Mahallemiz” ve “vatan-millet kurtarıcı” iki Devlet sınıfımız var!! “Batıcı-Beyaztürkler”e bu arada bir de “İslamcı-Siyahtürkler” eklendi!! ”Demokrasi cephesinin” baş oyuncuları durumunda olan eski yapının “ezilenleri”  Devleti “Beyaztürk ezenlerden” arındırma mücadelesi verirken  ne zaman ki demokrasi mücadelesinde başarıya ulaşma noktasına yaklaştılar ve iş “Devleti ele geçirme” noktasına vardı, o andan sonra bir de baktık,  daha önce “biz Devletçiliğin ve milliyetçiliğin her türlüsünü ayaklarımızın altına aldık” diyenler birden  ele geçirmeye çalıştıkları o Devlet tarafından ele geçirilen “yerli-milli  Devletçi Siyahtürkler” haline gelivermişler!.. Sil baştan!.. Sonuç mu; şimdi sanki, daha önce yaşayarak gördüğümüz filmin aynısının aynada yansıyan tersini görüyormuşuz gibi!..

Türkiye bu idi işte!  “Tarihsel devrim”  mekanizması ile yukardan aşağıya doğru “yoktan bir ulus yaratmaya çalışırken adeta iki kültürel “Mahalleden” oluşan bir yapı ve birbirine düşman iki ulus  yaratan  kahramanlar” ülkesi idi!..  

Ya „ilericiler, solcular„ demokrasi kahramanları“, onlar nerede duruyorlardı bu süreçte?[4]

Elbette ki, “Beyaztürk Devlet sınıfının saflarında!! 27 Mayıs sonrasında “Beyaztürk Devlet sınıfı”nın açtığı yolda siyaset sahnesine çıkmaya başlayan ve  hep onun gölgesi altında yol alan,  onların yedek gücü  “2. Kuşak Jöntürkler” olmaktan daha ileriye gidemeyen  bu insanlar daha başka nerede durabilirlerdi ki!.. Ondan sonra da,  „bu halk bizi niye desteklemiyor,  Türkiye’de sol neden güçlenemiyor” diye yakınıp durdular hep! Niye destekleyecekti ki halk sizi; bir kere halkın gözünde  siz hep o “Beyaztürk Devlet sınıfının” müttefikleri olarak yer almışsınız!.. 

İnsanlar önlerindeki sorunlarla ilgileniyorlar, akşam eve götürecekleri ekmeğin kavgasıdır onların kavgası. Ve hele Türkiye gibi henüz daha kültürel “Mahallelerden” oluşan bir toplumda onlar bu kavgada kim nerede duruyor sadece ona bakıyorlar. Sen ne dersen de, eğer sen o antika “Devletçi” yapının bulunduğu yerde duruyorsan, ağzınla kuş tutsan bile onlar için bir işe yaramazsın! Osmanlı’dan bu yana böyledir bu. Halkın kafasındaki pusula hiç şaşmaz!..

AK Parti’nin iktidara geldiği  ilk dönemi, bu döneme damgasını vuran atmosferi düşünelim, bir yanda küreselleşme sürecinin o ilk aşamasına özgü gelişmeler, buna paralel olarak da birden gündeme giren Avrupa Birliği’yle bütünleşme süreci!.. Bütün bunlar,  “ulusalcılığı” “batıcılıklarının” ayrılmaz bir parçası olarak gören  Beyaztürk Devlet sınıfını suç üstü yakalamıştı! Küresel sermaye ile ilişkilerin gelişmesine, Avrupa Birliği’yle bütünleşme sürecine karşı çıkmak zorunda kalmaları onların yüzündeki “çağdaşlık” “ilericilik” “batıcılık” maskesini birden indiriveriyordu! “Kral çıplak kalıyordu”!

Ama bu sürece hazırlıksız yakalanan sadece onlar mı idi! Daha düne kadar  koruyucu dinci kabuklarının içinde “Beyaztürk-Devlete” karşı ayakta kalabilme mücadelesi veren Anadolu kapitalistleri de şaşırıyorlardı bu işe! Ama onlar çabuk toparlandılar! Gökte aradıkları ilâhi yardımı birden  yerde, Avrupa Birliği’yle bütünleşme sürecinde, küresel demokratik devrim sürecine entegre olmakta  bulunca kısa zamanda toparlandılar! Eski “dinci” Anadolu burjuvalarını     birden bire “küreselleşmeci” yapan, “dinci” motiflerle  yerel düzeyde demokrasi mücadelesi veren “Anadolu Kaplanlarını”  küresel dış dinamikle birleştiren diyalektik budur işte! Bu süreçte başta Türkiye olmak üzere, gelişmekte olan  bütün  ülkeleri kasıp kavuran devrimci dalganın esası budur. Bu nedenle, o dönemde bir değil iki kere devrimci idi bu ülkelerin burjuvaları! Birincisi, kendi ülkelerinde gerçekleşen demokratik devrimde taşıdıkları öncü rolden dolayı. İkincisi de  küresel demokratik devrime katkılarından dolayı…

Anadolu kapitalistleri  elbette ki  kendileri için demokrasi isteyerek ayağa kalkıyorlardı. Yani, özel olarak halkı, işçileri düşündükleri, onlara acıdıkları için, ya da ideolojik nedenlerden dolayı değil! Ama işte tam bu noktada, onların çıkarlarıyla halkın-işçilerin çıkarları  kesişiyordu, demokrasi mücadelesi bütün halkın mücadelesi haline geliyordu. Üretici güçlerin gelişmesini engelleyen “Beyaztürk”-Devletçi  işletme sisteminin yerine serbest rekabetçi bir işletme sisteminin geçmesi sadece Anadolu kapitalistlerinin işine yaramıyordu, bundan çalışanlar da yararlanıyorlardı. Kapitalist, azami kâr peşinde koştuğu için,  özgürce  üretim yaparak daha da zenginleşmek için istiyordu demokrasiyi, Devletçi sistemin önüne çıkardığı engellere bu yüzden karşı çıkıyordu.  Ama bütün bunları gerçekleştirebilmesi için  onun kendi arkasında durarak işgücünü özgürce satabilen işçilere de ihtiyacı vardı. Zaten kapitalist bunun içindir ki köylüyü işçi yaparak  özgürleştiriyordu. Evet özgürleştiriyordu! „Bu da  bağımlılığın başka bir biçimi“ olsa bile gene de özgürleştiriyordu!..  

Devlete bağlı kamu iktisadi teşebbüslerinde, bir kişinin yapacağı iş için torpille işe alınan beş kişinin çalıştığı bir  düzeni savunmak mı idi „ilericilik“! „Hangi sistem altında gelişiyordu üretici güçler“, belirleyici olan bu değil miydi! Evet, geçmişte   „kamu iktisadi teşebbüslerini“ desteklemek o dönemde belki “ilericilikti”, ama artık ilericiliğin ölçüsü bu olamazdı…  

Bütün bu söylenilenleri  şöyle özetlemişiz on yıl önce: 

“Ey, küresel bir dünya sisteminin doğmakta olduğunu göremeyen eski “ilericiler”, kapitalizm bir dünya sistemi haline geldi artık! Sermaye küreselleşti. Sermayenin ulus’u kalmadı! Ulusalcı nutuklarla sizi uyutanlar, sizin „Devletçi ulusal-sermaye“ dedikleriniz, küresel rekabet mücadelesine girmek istemeyen, ulusal duvarların arkasına gizlenerek kendi tekel konumlarını muhafaza etmeye çalışan yerli bezirgânlardır. Bugün, içinde yaşadığımız küreselleşme sürecinde, „kim ki  taş üstüne  taş koyuyor, niyeti, menşei, „ulusal kökeni“ ne olursa olsun hoş geldi sefa geldi“ ülkemize demeyi öğrenmeden artık ne devrimci olunabilir, ne de çağdaş. Çünkü, kendi ülkende üstüste konulan o taşlardır ki,  hem yerel, hem de küresel düzeyde,  üretici güçlerin gelişmesini ifade eden  onlardır. Kapitalizmin kendini inkârı  sürecinin köşe taşlarıdır onlar! Bu diyalektiği anlayamıyorsanız  hiç olmazsa susun!..”

ANCAK, BU SÜREÇ GELDİ SONRA BİR NOKTAYA DAYANDI...

Küreselleşme sürecinin dış dinamiği olan küresel sermayenin   gelişmekte olan ülkelere doğru giderken   ön koşul olarak demokratikleşmeyi ileri sürmesinin („şunları, şunları yapar sistemi daha şeffaf, daha demokratik hale getirirseniz  gelir ülkenizde yatırım yaparım” deyişinin)   gelişmekte olan ülkelerin iç dinamiğiyle de   birleşince bunun son yıllara damgasını vuran bir küresel demokratik devrim rüzgarına neden olduğunu söylemiştik.  Öyle ki, küresel sermayenin, bu, „kim daha çok demokratikleşirse oraya daha çok gelirim“ deyişi, çoğu zaman, gelişmekte olan ülkeler açısından adeta bir yarışa bile dönüşüyordu!!. Bütün o Doğu Avrupa ülkelerini  getirin gözünüzün önüne,  bunların AB’ye katılmak için nasıl bir yarış içine girdiklerini düşünün! Bunun da ötesinde, o dönemde Türkiye’de yaşanılan “demokratikleşme çabalarını” düşünün, o “barış süreci” bile aslında itici gücünü bu dinamikten almıyor muydu! Yoksa siz,  bütün bunlar öyle birden bire bir  ilham geldi de öyle mi gerçekleşti  sanıyorsunuz! „Tanrının yer yüzündeki temsilcisi“ olarak kabul edilen o “Devlet anlayışı” nasıl olmuştu da  sarsılmıştı  birden bire![5] Daha, neyi başardığının bile tam olarak farkında olmayan o Anadolu burjuvazisi, nasıl olmuştu da öyle bütün bu işleri başarma yoluna girmişti!..

SON BÖLÜM (3): BUNDAN SONRA NASIL YOL ALACAĞIZ, NEREDE BULUNUYORUZ VE DAHA İLERİYE DOĞRU NASIL GİDECEĞİZ?.


[2] Bu konuda Zeki Alptekin’in yeni çıkan kitabını öneririm: “Küresel Üretim Zincirleri ve ‘Deglobalizasyon’ https://www.idefix.com/arama?q=Zeki%20alptekin&fbclid=IwAR0Z9M_JrnHlVkJCCEJ8k6mrlT6YMFopQhymHypF8xH8jnOHycm5EXVjKQ8

[3] Ama sadece Türkiye değil! Alın bir Suriye’yi, Arap ülkelerini, Afrika ülkelerini, ya da Asya’daki birçok diğer ülkeyi, bunların çoğunu genel olarak aynı “gelişmekte olan ülkeler” kategorisi içinde ele alabiliriz. Türkiye bunların belki de en ilerisidir...

[5] „Sarsıldı“ diyorum, çünkü yıkılmak bir yana, daha sonra gördük ki, rengini “Siyaha” boyayarak kendisini ele geçirmeye gelenleri ele geçiren gene o “kutsal Devlet” anlayışımız oldu!!..

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar