Münir AKTOLGA

KİMLİK SORUNU (3) KÜRESELLEŞME SÜRECİ…
18.06.2023
883

BATI’DA KAPİTALİZM NASIL GELİŞİYOR?

 

Kapitalist neden üretir? Kâr elde etmek için! Bir malın-ürünün maliyeti ne kadar az olursa işverenin kazancı-kâr’ı da o kadar fazla olacaktır. Yani, hammadde  ucuz ve bolsa, işgücü de pahalı değilse, işveren o kadar çok kazanır. Daima, azami -daha çok- kâr peşinde koşan işverenler, bunun için, mümkün olduğu kadar maliyeti düşük tutmaya çalışırlar.

 

Ama hepsi bu kadar değil! Çünkü bir ürün, sadece bir işyerinde değil, birçok işyerinde üretilir. Bu yüzden de, belirli bir ürünü kim daha ucuza üretiyorsa ve kimin malı daha kaliteliyse, onun malı daha çok alıcı bulacağı için onun kazancı daha fazla olacaktır. Aynı toplumun içindeki birbirine rakip firmaların, aynı malı daha ucuza ve daha iyi kalitede üretebilmeleri ise (diğer faktörlerin yanı sıra), daha çok bilgiye sahip olmakla mümkündür. Örneğin, bir  malı daha gelişmiş bir makine kullanarak daha ucuza üretebilirdiniz. Ama bunun için de önce o daha gelişmiş makineye ilişkin bilgiye sahip olmanız gerekirdi. Kalite sorunu da böyledir. Maliyeti yükseltmeden, daha iyi kalite mal üretebilmenin yolu da gene daha çok bilgiye sahip olmaktan geçiyor...

 

“Kapitalizmin üretici güçleri geliştirdiğini” söyleriz, nedir bu “üretici güç”, kim, hangi güçler üretirler bir malı? Makineler midir, teknik midir üretici güç?..

 

Üretici güç önce insandır, sonra da çevre-doğa. Bütün o makineler, teknik vs. bunlar hep insanın uzuvlarının uzantılarından başka bir şey değildir. Bir işçi, hammaddeyi eliyle de işleyebilir, bir makineyle de. Bununla işin özü, yani işleme olayı-üretim olayı değişmiyor. Ama, makine kullanarak üretince daha  hızlı ve daha çok üretebiliyorsunuz. Ya da, makine kullanarak, elle yapamayacağınız işleri de yapabiliyorsunuz. Ancak, son tahlilde, işi yapan insandır. Üretici güçlerin gelişmesi de insanın gelişmesidir…

 

Peki insan nasıl gelişiyor? Daha çok bilgiye sahip olarak. O halde, üretici güçlerin gelişmesinden kasıt, üreten insanların daha çok bilgiye sahip olmalarıdır. Daha ileri düzeyde üretebilme olayının  özü, insanların çevreden-doğadan alınan madde-enerjiyi-enformasyonu sahip oldukları daha ileri düzeydeki bilgiyle işleyebilmeleridir. Teknik vs. bunların hepsinin altında yatan bilgidir. Teknik havadan gelmez. Daha ileri tekniği daha çok bilgiye sahip insanlar yaratır. O teknik denilen şey de bir üründür aslında. Ve ürün hammaddenin bilgiyle işlenilmesi sonucunda oluşur.

 

Şimdi geldik sistemin -kapitalist sistemin- üretici güçleri nasıl geliştirdiğine: Üretici güçlerin gelişmesi insanın gelişmesidir dedik. İnsanın gelişmesi ise, onun bilgi seviyesinin yükselmesidir. Peki, kapitalist sistemde insanların bilgi seviyeleri nasıl yükseliyor?..

 

İnsan, çevreyle-doğayla etkileşerek  varlığını üretiyor. Bir mücadele bu. İnsanın doğay-la mücadelesi. Bu mücadelede  ayakta kalabilmenin, daha iyi yaşam koşullarına sahip olabilmenin yolu ise  doğayla-çevreyle etkileşerek onu bilmekten geçiyor. Yani ne kadar biliyorsan o kadar insansın ve o kadar “iyi” yaşam koşullarına sahip olabiliyorsun bu süreçte. Bilme-öğrenme sürecinin arkasında yatan motivasyon budur.[1] İşte, daha çok kâr elde etmek için daha çok bilgiye sahip olmak gerektiğinin bilincinde olan kapitalistler de, insanın bu temel varoluş güdüsünü kullanırlar. İnsanları, daha iyi yaşam koşullarına sahip olabilmeleri için daha çok bilgi üretmeleri gerektiğine ikna ederler. Gerekirse bu süreci finanse  de ederler. Çünkü, bilmektedirler ki, o bilgiyi üreten bireylerin, ellerinde sermaye olmadan bu bilgileri üretim sürecine sokarak kendilerine rakip hale gelmeleri mümkün değildir (bu en azından şimdiye kadar böyle idi!).

 

Kısacası, azami kâr peşinde koşan kapitalistlerin, rekabet ortamında, bir malı daha ucuza, daha hızlı ve daha iyi kalitede üreterek rakiplerine karşı üstünlük kazanabilmelerinin yolu daha çok bilgiye sahip olmalarından geçiyordu.  Kapitalizmin azami kâr yasasıyla  üretici güçlerin geliştirilmesi arasındaki ilişki  bu noktada anlam kazanıyordu. Yani kapitalistler azami kârı elde edebilmek için üretici güçleri geliştirmek zorunda kalıyorlardı. Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminin esası bu idi...

 

Şimdi burada bir nokta koyalım! Çünkü buraya kadarki sürecin bir mantığı var. İşin özü kâr elde etmeye dayanıyor. Sistemin hareket ettirici gücü bu. Sistem kendi varlığını-benliğini bu motivasyonla üretiyor.  Kâr elde edebilmenin ön koşulu ise, bir malı daha iyi kalitede, daha hızlı ve ucuza üretebilmek. Yani rekabet mücadelesinde galip gelebilmek. Buna, yeni bilgileri üretmek ve sonuç olarak üretici güçleri geliştirmek de eklenince, sistem geliştirici, ilerletici bir özelliğe sahip olmuş oluyor. Böyle bir zemin üzerinde gelişen toplumsal benlik-nefs ve buna bağlı olarak ortaya çıkan  milliyetçilik de, bununla övünmeye dayanan bir duygu olarak anlam kazanıyor. Yani, işin özü gene “benliğe” bencilliğe, “ben daha iyiyim”e dayanmaktadır ama, bu “ben” ürettikleriyle övünen bir ben olduğu için bir yerde zararsız bir benliktir! Hatta, rekabeti teşvik edici bir benliktir...

 

Fakat bu hep böyle devam etmez! Bu gelişme-ilerleme belirli bir noktaya ulaştığı zaman kendi içinde kendi zıttına dönüşmeye başlar, serbest rekabet tekelleri doğurur. Serbest rekabetçi kapitalizmin yerini tekelci kapitalizm almaya başlar…

 

Serbest rekabetin yerini tekel egemenliğine bırakması, kapitalizmin gelişme sürecinde esasa ilişkin çok önemli bir olaydır.  Çünkü bu, azami kâr elde etmeyle daha çok bilgiye sahip olma arasındaki bağlantının sona erdiğini gösteriyordu.  Kapitalizm altında üretici güçlerin artık gelişemez hale geldiğini, gelişmenin, ilerlemenin durduğunu gösteriyordu. Yeni bilgilerin  üretilmesinin, yeni ve daha ileri teknolojilere sahip olmanın, daha iyi, daha ileri kalitede mallar üretmenin anlamsız hale geldiği bir ortamda ise ne gelişme olurdu ne de ilerleme. Daha çok bilgiye sahip olmayla  rekabet mücadelesi ve azami kâr elde etme arasındaki ilişki koptuğu an her şey bitiyordu. Daha çok bilgiye sahip olmak  artık geriden gelenlere bir üstünlük sağlayamıyordu, çünkü o bilgiyi üretime sokarak en büyüklerle  rekabet edebilecek kadar gücü yoktu küçüklerin.  En büyüklerin ise umurunda değildi bütün bunlar! Onlar zaten tekel egemenliği sayesinde istedikleri fiyatı ve kaliteyi piyasaya dikte ettirebiliyorlardı. Onlar için daha çok kâr elde etmenin yolu artık daha çok bilgiye sahip olarak daha iyi kalitede mal üretmekten değil, başka alternatifi olmayan tüketicilere ellerindeki malı dayatmaktan geçiyordu. Yeni bilgilere sahip olarak bunları üretim sürecine sokmanın motivasyonu kalmamıştı ortada. Çünkü, yeni bilgiler demek yeni üretim teknikleri demekti.  Eski makinelerin yerine yenilerinin konulması demekti. Ortada zorlayıcı bir neden yokken  tutarda buna yanaşır mıydı tekelciler! Onlar nasıl olsa satıyorlardı mallarını. Rekabet de yoktu ortada! Çok bilenin de bildiği varsın kendisinde kalsındı umurunda mıydı tekelci kapitalistlerin!.. Ya da, her ihtimale karşı, belki birisi bu bilgileri kullanarak kendisine rakip çıkar diye,  bastırıyorlardı parayı ve o bilginin patent hakkını  satın alıyorlardı; sonra da   atıyorlardı onu çekmecelerine!.. 

 

Bütün bir 19. Yy’a ve 20. Yy’a damgasını vuran sürecin özü, esası budur. Şimdi, bu sürecin nasıl geliştiğini ve dünyayı nereye götürdüğünü kavrayabilmek için tabloda eksik kalan yerleri de tamamlamaya çalışalım:

 

Dünyanın paylaşılması...

 

Ulusal düzeyde bardak dolmuş su dışarıya taşmaya başlamıştı... Ulus devletle içiçe geçmiş  sermayenin dünyaya açılma zamanı gelmiştir artık. Bir adım daha atınca kapitalizm kapitalist emperyalizm haline gelir…

 

“Emperyalizm, genel anlamda, kapitalizmin bazı özelliklerinin gelişimi ve doğrudan doğruya devamı olarak ortaya çıkmıştır. Ama, kapitalizm, kapitalist emperyalizm haline ancak gelişmesinin belirli ve çok yüksek bir düzeyinde, kapitalizmin esas özelliklerinden bazıları kendi karşıtlarına dönüşmeye başladığı zaman; kapitalizmin yüksek bir iktisadi ve toplumsal yapıya geçiş döneminin bazı ögeleri bütün gelişme çizgisi boyunca biçimlenip belirdiği zaman gelebilmiştir. Bu süreç içinde iktisadi yönden en önemli olay, kapitalist serbest rekabetin yerine kapitalist tekellerin geçmesidir. Serbest rekabet, kapitalizmin ve genel  olarak meta üretiminin temel niteliğidir; tekel ise serbest rekabetin tam karşıtı oluyor”[2].

 

“Kapitalist düzen içinde nüfuz bölgelerinin, çıkarların, sömürgelerin paylaşılması konusunda, paylaşmaya katılanların gücünden, bunların genel iktisadi, mali, askeri vb. gücünden başka bir esas düşünülemez. Oysa paylaşmaya katılanların gücü aynı şekilde değişmemektedir, çünkü kapitalist düzende farklı girişimlerin, tröstlerin, sanayilerin, ülkelerin eşit şekilde gelişecekleri güşünülemez. Almanya, yarım yüzyıl kadar önce kapitalist gücü o zamanki İngiltere’nin gücüyle kıyaslandığında, zavallı, önemsiz bir ülkeydi; Rusya’yla kıyaslandığı zaman Japonya da aynı durumdaydı. On ya da yirmi yıllık bir süre içinde emperyalist güçlerin nispi kuvvetlerinin değişmeden kalacağını söyleyebilir miyiz? Kesinlikle söyleyemeyiz. Bu koşullar içinde  barışçı ittifaklar savaşlardan doğarlar ve yeniden savaşları hazırlarlar. Egemenlik, ilhak ve üstünlük üzerine kurulu emperyalist politikanın esası budur”…

 

İşte, birinci ve İkinci Dünya Savaşları, tekelci kapitalist ulus devletlerin dünyayı yeniden paylaşmak için çıkardıkları iki büyük savaş, bu zemin üzerinde gerçekleşmiştir.

KÜRESELLEŞME SÜRECİ…

 

“Küreselleşme” dediğimiz olay aslında sadece şu son onbeş yirmi yılın olayı değildir!.. İşin çok ötelere giden tarihsel temelleri vardır[3]. Ama, ana rahminde geçen süreci bir yana bırakarak biz hep çocuğun doğumunu esas alırız. Burada da öyle yapacağız.

 

Soğuk savaş sona eripte dünyayı birbirinden ayıran duvarlar yıkıldıktan sonra dünyada çok şeyler değişti. Her şeyden önce tek bir dünya pazarı çıktı artık ortaya. Pazarını genişletmek, dünya pazarlarında daha çok söz sahibi  olmak mı istiyordun, eskiden olduğu gibi ulus devletinin peşinde  militarist bir politika izlemene gerek yoktu artık. Önündeki bütün kapıları açabilmek için bir malı daha iyi kalitede, daha hızlı ve  ucuza üretebilmek yetiyordu…

Evet, sermaye, ulus-devletle birlikte doğmuştu. Onun içinde, onunla etle tırnak gibi gelişmiş, büyümüştü. Onunla birlikte dünyaya açılmıştı. Dünya pazarlarını onunla birlikte paylaşma mücadelesine katılmıştı.  Ama sonra, öyle oldu ki, tıpkı bir ipek böceğinin kendi kozasının içinde gelişip büyüyerek, kelebek haline gelmesi ve  onu delerek uçup gitmesi gibi, o da -sermaye de- ulus devlet kabuğunu delerek „küresel sermaye“ haline gelmeye, kanatlanıp uçmaya başladı, küresel dünya sisteminin esas oyuncusu oldu…

İşte, bu yeni süreçte ortaya çıkmaya başlayan yeni dünya düzeninin   belirleyici dinamiği budur. Ama, bu böyledir diye, eski dünya da öyle hemen birden yok olup gitmiyordu tabi! İçindeki kelebek kanatlanıp uçup gitmeye başlamış olsa da, ulus-devlet kabukları-sınırları halâ ortada duruyorlardı! Çünkü, doğum süreci halâ devam ediyordu! Devletler arasındaki eski dünyaya özgü  ilişkiler  halâ  sürüp gidiyordu. Eski dünya’nın egemenleri  halâ  kendilerini „yeni dünya düzeninin“ de egemenleri  olarak görüyorlardı! Çünkü halâ ne olup bittiğini kavrayamıyorlardı.  Kavramaları da mümkün değildi zaten! İnsanlar ve toplumlar kendi “yok oluş” diyalektiklerini öyle hemen kolayca kavrayamazlar. Kavradıkları an da zaten “kendi varlıklarında yok olmuş”,  yeniyle bütünleşerek yeniden doğmuş olurlar…

Şimdi, bu sürecin dinamiklerini biraz daha yakından ele almaya çalışalım:

 

Yeni oluşumun en önemli kaldıracının daha iyi kalitede, daha hızlı ve daha ucuza üretmek olduğunu söylemiştik. Daha iyi kalitede mal üretmek hadi neyse, o, daha çok bilgiye sahip olmayla ilgili bir şeydi. Ama ya daha  ucuza üretmek, bu problemi nasıl çözecekti kapitalistler? Çünkü,  bu noktaya gelinince işin içine direkt olarak üretim maliyetini etkileyen unsurlar giriyordu. İşçi ücretlerinden ve pazara yakın olmaktan tutun da, sosyal devlet harcamalarına kadar, geride kalan “refah döneminin” mirası giriyordu! Tekelci kapitalizm, sömürgelerden elde edilen artı değerin bir kısmını da içerde kendi halkına, işçilerine dağıtarak  belirli bir denge sağlamış, buna bağlı olarak da yaşam seviyesinin yükselmesine yol açmıştı. Tekel egemenliğinin sürdürülebildiği dönemde bu bir sorun teşkil etmiyordu. Bir parmak bal da kendi halkının-çalışanlarının ağzına çalmışsın ne olacaktı ki! Nasıl olsa sömürgelerden geliyordu yeteri kadar! Ama şimdi artık bu bir sorun haline gelmişti. Çünkü, rekabet küresel bir boyut kazandığı halde,  üretim, halâ maliyetlerin yüksek olduğu ulusal sınırların içinde bir maliyetle yapabilir ve kurduneliyonun demokratikle yapılıyordu. Bu sorun nasıl çözülecekti? Sermayenin önündeki problem bu idi.

Az gelişmiş, ya da gelişmekte olan ülkelere gelince: Buralarda işgücü bol ve ucuzdu; üretim maliyetini etkileyen diğer faktörler de çok düşüktü; ama buna karşılık, burada da “know-how”, yani bilgi birikimi ve sermaye yetersizliği vardı. İşte, gelişmiş kapitalist ülke kapitalistleriyle gelişmekte olan ülkeler  kapitalistleri arasındaki ilişki ortamı böyle oluştu. Duvarlar yıkıldıktan sonra ortaya çıkan “tekleşmiş dünyadaki” küresel rekabet mücadelesi bu iki unsur arasındaki işbirliğini kaçınılmaz hale getirdi. 

Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin ulus-devlet yöneticileri,  kapitalistler arasında doğan bu yeni işbirliği ortamına başlangıçta memnuniyetle yaklaştılar. Sonuç olarak, her iki tarafın da kazançlı çıkacağı bir işbirliğiydi bu. Bir süre böyle, zafer sarhoşluğuyla, “tekleşen dünya’dan”, “kapitalizmin zaferinden” falan bahsedilerek geçti! Ama sonra, işler değişmeye başladı. Her iki tarafın ulus-devletleri de bu gidişten rahatsız olmaya başlamışlardı!..

(4.ve son Bölüm: KÜRESELLEŞME SÜRECİ KÜRESEL BİLİŞSEL  KİMLİĞE GİDEN YOLDUR…

 



[1] “Öğrenmek Nedir, Neden Öğreniyoruz, Nasıl Öğreniyoruz…” https://www.aktolga.de/z5.pdf

[2] Alıntılar, Lenin, Emperyalizm

[3] https://www.aktolga.de/z9.pdf ; bu konuyu  sitede yer alan 5. Çalışma’da da  ayrıntılı olarak ele almıştık, isteyen bakabilir:  https://www.aktolga.de/t5.pdf

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar