Münir AKTOLGA

KİMLİK SORUNU (4) KÜRESEL-BİLİŞSEL KİMLİĞE GİDEN YOL…
20.06.2023
954

Evet, önce gelişmiş kapitalist ülkelerden başlayalım:

Dünya tekleşip de, sermayenin küresel rekabet mücadelesinde üstte kalabilmek için, üretim maliyetlerinin daha düşük olduğu az gelişmiş ülkelere doğru kaymaya başlaması işleri değiştiriyordu! Bu o kadar önemli bir gelişmeydi ki, birkaç yıl içinde gelişmiş ülkelerdeki yatırımlar bıçak gibi kesilmeye başladı. Sırtına dolarını eurosunu yükleyen kapitalistler Çin’e, Hindistan’a, Türkiye’ye, Brezilya’ya.. üretim maliyetleri nerede düşükse, kim kendilerine daha elverişli yatırım olanakları sunuyorsa oraya gitmeye başlamışlardı! Enformasyon teknolojisinin bu kadar geliştiği, küçük bir köy haline gelmiş dünyada üretimin nerede yapılacağı  hiç önemli değildi artık. Hatta öyle ki, bir malın bir parçasını Çin’de, bir parçasını Polonya’da  yaptırarak, sonra da bütün bu parçaları örneğin Türkiye’de bir araya getirip monte ettirmek bile mümkündü. Önemli olan, rekabet mücadelesinde en  iyi kalitede malı, en hızlı bir şekilde ve  ucuza üreterek azami kâr’ı gerçekleştirebilmekti.  Üretimin, yatırımların hangi ülkede olacağının sermaye açısından başka  hiç bir anlamı kalmamıştı. Sermaye, sırtındaki “ulusal” etiketini hiç düşünmeden çıkarıverdi! Gelişmiş ülkelerin 20. Yy. kalıntısı ulus-devlet yöneticileri de sap gibi ortada   kaldılar!..

Yapacak bir şey kalmamıştı! Sermaye nerede ucuza üretebiliyorsa oraya gitmeye mecburdu. O gitmezse, rakibi gidecek, ondan daha ucuza ürettiği için de azami kârı o cebine indirecekti. Bırakınız azami kârı, iletişimin bu kadar geliştiği bir dünyada rekabet mücadelesine ayak uydurmadan ayakta kalabilmek bile mümkün değildi artık. Ulus-devlet yöneticilerinin vatan-millet çığlıkları, “biraz da ülkenizi düşünerek yatırım yapın” çağrıları hiç yankı bulmuyordu. Sermayenin yeni vatanı bütün dünya idi artık. Ulus-devlet kabuğu çatlamış, kuş pır diye uçup gitmişti-gidiyordu! Kimse de onu tutamıyordu!

Sonuç: Gelişmiş ülkelerde yatırımlar, ekonomik büyüme dururken,  gelişmekte olan ülkelerde kapitalizm-üretici güçler hızla gelişmeye başladılar...[1]

Gelişmiş ülkelerin 20. Yy. kalıntısı ulus devlet yöneticilerinin  bütün bu gelişmelerden hiç memnun olmadıklarını söylemiştik. Öyle ki, bir süre sonra bunlar  yavaş yavaş seslerini yükseltmeye, küreselleşme sürecinin bu ilk dönemine karşı reaksiyoner politikalar geliştirmeye başladılar…[2]

Şimdi, bir an için, gelişmiş ülke ulus-devletlerini  iflâh olmaz dertleriyle baş başa bırakarak gelişmekte olan  ülkelere, buralardaki ulus-devletlere dönelim, ve bakalım buralarda neler oluyor. Her şey görünürde olduğu gibi güllük gülistanlık mı buralarda onu görelim!..

Ulus devlet kabuğu gelişmekte olan ülkelerde de çatlıyordu...

İyi güzel, sermaye geliyor, üretici güçler-kapitalizm gelişiyor, ülke büyüyordu da, bütün bunlar nasıl oluyordu? Sermaye öyle elini kolunu sallayarak, “ben geldim” deyip içeri girerek, kolları sıvayıp hemen yatırıma-üretime mi başlıyordu? Hayır! O kadar kolay ve mekanik bir süreç değildi bu! Onun da belirli koşulları vardı  yerine getirilmesi gereken!  Dış dinamik olan küresel sermaye, her şeyden önce  içerde kendisine uygun bir işletme sistemi ve işbirliği yapabileceği  iç dinamik arıyordu.   Eski tekelci-ulusalcı-Devletçi işletme sisteminin yerine, ülkeyi küresel dünya sistemine bağlayacak serbest rekabetçi bir işletme sisteminin geçirilmesini istiyordu. Eski Devletçi yapının ve işletme sisteminin içinde oluşmuş yerli burjuvazinin Devletçi kabuklarını kırarak, çağdaş, rekabetçi, liberal-demokrat bir yapıya kavuşabilmesinin yollarını açıyordu. Yani küresel sermaye, işbirliği için değişimi şart koşuyordu. Ve hiç de geri adım atmıyordu bu talebinden! “Değişmek istemiyorsan, bu senin sorunundur” diyerek, çekip başka bir ülkeye gidiyordu!..

Önce, küresel  sermayenin gelişmekte olan ülkelerin önüne koyduğu ve işbirliği için olmazsa olmaz  şart olarak gördüğü bu “değişim reçetesini” bir görelim, bakalım içinde neler var:

Özel sektörü ekonomik büyümenin temel motoru haline getirmek, enflasyon oranını düşük tutmak ve fiyat istikrarı sağlamak, devlet bürokrasisini küçültmek, bütçe fazlası sağlanamasa bile olabildiğince dengeli bir bütçe yürütmek, kotalardan ve yerel tekellerden kurtulmak, ihracatı arttırmak, devlete ait sanayi kuruluşlarını ve kamu iktisadi teşebbüslerini özelleştirmek, sermaye piyasalarını serbestleştirmek, para birimini konvertibl hale getirmek, ülkedeki sektörleri, hisse senedi ve tahvil piyasalarını doğrudan yabancı mülkiyete ve yatırıma açmak, ülke içindeki rekabeti olabildiğince arttırmak üzere ekonomiyi tekelci devlet düzenlemelerinden arındırmak, kamusal yolsuzlukları, sübvansiyonları ve rüşveti olabildiğince azaltmak, bankacılık ve telekomünikasyon sistemlerini özel mülkiyete ve rekabete açmak. Ve de, “yabancılara”  ev-arsa-gayrımenkul satın alabilme olanağını sağlayarak onlara  göçmenliğin yolunu açmak.  Yani, bütün kurum ve kurallarıyla küresel serbest rekabetçi kapitalist işletme sistemi ülkeye  yerleştirilirken, aynı zamanda ülke sınırlarını da  küresel göçe  açmak...

Sen istediğin kadar eski şarkıları söylemeye devam edebilirdin (!) çok dilli, çok kültürlü toplumların yolu böyle açılıyordu!..

Bu yeni  “küresel serbest rekabetçi kapitalizm” eski tipten, ulusal sınırlar içinde gelişen “serbest rekabetçi kapitalizmden” farklıdır. Bu nedenle, onu    eski kavramları kullanarak tanımlarken dikkatli olmak, kavramların içeriklerinin değiştiğini dikkate almak gerekir.

 

Örneğin, “serbest rekabet” deyince eskiden bundan anlaşılan tekel öncesi kapitalist rekabetti. Ama yeni tipten  “küresel serbest rekabetçi kapitalizmde” artık büyük-küçük, tekel-tekel dışı gibi kavramlar anlamını kaybediyordu. Örnek mi istiyorsunuz: Bugün en büyük diye baktığınız bir şirket bile, bir de bakıyordunuz kısa bir süre sonra çok daha ileri bir teknik geliştiren  daha küçük bir şirket tarafından-teslim alınabiliyordu!.. Hatta bazan tek bir kişi bile bir adım sonrasının en büyük firmasının sahibi haline gelebiliyordu. Facebook’u, Google’u düşününüz. Appel’i, Microsoft’u, Tesla’yı düşününüz. Güney Kore firmalarını düşününüz. Yeni dünya düzeninde belirleyici olan  bilgi idi artık... Kim daha fazla bilgiye sahipse, kim yeni bilgiler üretebiliyorsa -bu bazan tek bir kişi bile olsa- en büyük o haline gelebiliyordu!..

Evet, bu iki sistemin de rekabet, açık olma, girişim özgürlüğü vs.yanları birbirine benziyordu, ama arada çok önemli bazı farklar da vardı. Ulusal düzeyde gelişen eski serbest rekabetçi kapitalizm, üretimin yoğunlaşıp merkezleşmesiyle birlikte diyalektik anlamda kendi inkârını da yaratarak  tekelleşmeyi doğurken  ulus devletle bütünleşme yoluna girmişti. Yeni-küresel serbest rekabetçi kapitalizm ise, ulus devlet kabuğunu çatlatarak dünyaya açılmayı, üretici güçlerin dünya çapında gelişmesini temsil ediyordu.  Küresel sermayenin gelişmekte olan ülkelere girerken koyduğu „küresel-serbest rekabetçi kapitalist işletme sistemini benimseme“ ilkesini  bu çerçeve içinde değerlendirmek gerekiyor…  

Bunun anlamı açıktı: „Kabuklarınızı kıracaksınız“ diyordu küresel sermaye! Hangi „kabuklardı“ bunlar? Hiç uzatmaya gerek yok! Bu kabuklar, tek  kültüre dayanan ulus devletçi kabuklardı, daha başka bir deyişle de 20. Yy. kalıntısı milliyetçilikti, korunmacılıktı; kalın gümrük duvarlarının arkasında yerli despotlarla birlikte ot gibi yaşayıp gitmekti.  „Ulus-devlet duvarlarını yıkın ve  ülkenizi küresel dünya sistemiyle bütünleştirin“ diyordu sermaye. „Bunu yaparsanız, ben de gelir ülkenize yatırım yaparım“ diye de ilave ediyordu.[3]

Şimdi sorarım size, böyle bir ortamda artık 20.Yy. kalıntısı milliyetçi politikalarla yaşamı devam ettirmek  mümkün müdür? Tek bir kültüre dayanan etnik-milliyetçi bir kimlikle yola devam etmek mümkün müdür? Mümkün müdür derken, böyle bir kimliğe-ideolojiye dayanarak gelişmek, ilerlemek mümkün müdür demek istiyorum!.. Yoksa, kendi tekkenin içinde “hu çeker” gibi halâ eski sloganları tekrarlayarak kendini tatmin edebilirdin!..

ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK BİLİŞSEL KİMLİĞE DOĞRU AÇILAN BİR KAPIDIR…  

 

Küreselleşmenin  kültürleri etkileşme içine sokarak yerel  olanla küresel  olanı birbiri-ne bağladığını-bütünleştirdiğini söyledik. Peki bu sürecin ucu nereye varıyor,  çok  kültürlü  küresel  etkileşme olayı nasıl bir kimliğin  ortaya çıkmasına neden oluyor?  Tek bir kültüre  bağlı olarak ortaya çıkan yerel kimliklerle, çok kültürlülüğe dayanarak ortaya çıkan küresel kimlik arasındaki ilişki nedir, bu ilişki nasıl kuruluyor? İşte şimdi soru budur!..

 

Küreselleşme zemininde gelişen çok  kültürlülük insanı kaçınılmaz olarak  yeni tipten küresel bilişsel bir kimliğe doğru götürür (“küresel üst kimlik”).   Yerel-kültürel kimlikler ise duygusaldır (“alt kimlik”)[4].  

 

Peki, “çok kültürlülük” neden insanı kaçınılmaz olarak küresel bilişsel bir kimliğe götürüyor?..

 

Çok basit! Doğuştan sahip olunan yaşam bilgilerinin ve bu zeminde oluşan  “duygusal kimliğin”  yanı sıra  başka ülkelerde, başka coğrafyalarda gelişen  yaşam bilgilerine de kapıların açık olması,  bunlar arasında yaşanılan ana ilişkin bir senteze ulaşabilmenin yolunu açar. Çünkü,   bilinç dışı olarak sahip olunan   yaşam bilgilerini-kültürleri mukayeseye etmeye başladığınız an, otomatik olarak,  onları  bilince çıkarmaya başlıyorsunuz demektir. Bu ise, onların,   maddi hayatın gerçekleri karşısında  sorgulanması, yani   bilişsel-rasyonel-“cognitive” bilgiler haline getirilmesi anlamına gelir. Bu durumda bu bilgiler artık hiç sorgulamadan sahip olunan ve  gereği yerine getirilen bilinç dışı bilgiler olmaktan çıkarlar…

 

İnsan  o duygusal bilinç dışı kimlik atmosferinin dışına çıkarak küresel bilişsel-rasyonel bir dünyaya adım atmaya başladığı an  artık   olaylara ve süreçlere, kısacası çevreye-dış dünyaya  tümüyle başka türlü bakmaya başlar. Çünkü, bu durumda artık İnsan-Çevre sisteminde koordinat sisteminin merkezi değişmektedir… Nasıl mı?..

 

Kendimizden bir örnek verelim: Birisi tutupta size  Türk veya Kürt milliyetçiliği propagandası yapmaya başlarsa (işte,  “dünyanın en gelişmiş dili Türkçedir, -ya da Kürtçedir- bütün diğer dillerin kaynağı odur, en zengin kültür de Türk -veya Kürt- kültürüdür”  gibi  etnik kimliğiyle Türk-Kürt olmaktan kaynaklanan “duygusal  alt kimliğini” abartarak hitab etmeye başlarsa) ve eğer siz de duygusal bir kimlikle buna cevap vermeye kalkarsanız, ya onu tasdik eder, ya da  buna karşı çıkarsınız!  Bu durumda belirleyici olan sizin ve karşınızdakinin bakış açınızdır-durduğunuz yerdir!.. Ama, yok eğer siz   çevreyle ilişkilerde  Çevre-İnsan  sisteminin merkezini temel alan bir bakış açısına sahipseniz,  bu durumda  artık kafanızda, dünyaya bakarken, bilinç dışı duygusal alt kimliği temel alan ilkel bir koordinat sistemi yoktur. Çok kültürlülüğü temel alma gerçeği,  daha işin başında, sizin olaylara ve süreçlere bilinç dışı olarak basit bir koordinat sisteminden bakmanızı engelleyen  faktör olarak ortadadır. İşin içine otomatikman mukayese ederek bakabilme ve anlama unsuru gireceği için, bu   sizi kaçınılmaz olarak düşünmeye, olayları ve süreçleri bilişsel olarak açıklamaya götürecektir...

PEKİ BÜTÜN BU AÇIKLAMALARDAN ÇIKAN SONUÇLAR NELERDİR?..

 

1. İnsanların bilinç dışı olarak sahip oldukları  anadil ve kültür  onların en doğal hakkıdır.   Bundan hiçbir şekilde vazgeçilemez!.. Yaşam bilgileri anlamına gelen kültür bilişsel kimliğe giden yolda binanın temeli  gibidir…Bu temel olmadan onun üstüne başka katlar inşa edilemez…

 

2. İnsan çevreyle etkileşme sürecinde toplumsal olarak kendini üretirken, bilinç dışı “alt kimliğinin” yanı sıra bir de   “bilişsel  üst kimliğe” sahip olur demiştik. Çünkü, toplumsal bir varlık olan insanın içinde yer aldığı üretim faaliyeti bilişsel bir faaliyettir. Sadece duygusal-etnik alt kimlikle üretim faaliyeti içinde yer alınamaz, üretken olunamaz!.. Bunun en basit açıklamasını hayvanlarda görürüz. Hayvanlar bilişsel bir kimliğe sahip olmadıkları için üretemezler (ve tabi tersi!..)[5]

 

Bunu şöyle  açıklayabiliriz: Örneğin, bir insan etnik-duygusal alt kimliğiyle “Türk” ya da “Kürt” olduğu için işçi ya da işveren olmaz! Ancak, Kürt, ya da Türk kökenli işçiden veya işverenden bahsedilebilir!  Modern  kapitalist bir sistem insanları bilinç dışı duygusal-etnik alt kimlikleriyle değil,  üretim faaliyeti içindeki yerlerini ve fonksiyonlarını esas alarak bilişsel kimlikleriyle  tanımlar. 

 

3. Türkiye’de  bu konularda tam bir kavram kargaşası var! Çünkü bizde Devlet, iki yüz yıldır, bir tür toplum mühendisliği faaliyetiyle, yukardan aşağı doğru kendisine uygun Devletçi bir kapitalizm,   Devletçi bir ulus-millet yaratmaya çalışmıştır! Kimin ne olduğunu ve olacağını belirleyen doğal süreçler değil de Devlet olunca  işler içinden çıkılamaz hale gelmiştir…

 

Örneğin, “Milli Eğitim” kavramını ele alalım!  “Milli Eğitim” nedir? Eğitim olayı bilişsel bir olay değil midir?.. İki atom hidrojenle bir atom oksijen birleşince bir su molekülü ortaya çıkar.  Okullarda öğretilmesi gereken bilgiler  bu türden bilişsel bilgilerdir!.. “Millilik” ise toplumsal alt kimliğe ait  bir bilgidir. Okulda öğrenilemez bu! Yarın “öteki” Mahalle’nin dini siyasete alet eden “Siyahtürk” dinci Devletçi “bilirkişileri” de tutar,  “dindar bir  nesil  yetiştirmeye yönelik dini eğitim”i programa koyarlarsa ne olacak!?.  Bu türden bilinç dışı duygusal kimliğimize ait bilgiler toplumsal yaşam içinde bilinç dışı olarak öğrenilirler. Bir toplumun fertleri arasındaki duygusal-kültürel birliği, dayanışmayı hayatın kendisi sağlar. Siz bunu Devletçi bir birey ve   ulus yaratma amacıyla  okulda öğrenilecek  bilgi haline getirmeye kalktığınız an bunun adı  en hafif ifadeyle  “Mahalle toplum-ulus” yaratmaya yönelik Devletçi  ideolojik bir faaliyet olur![6] Bu türden şeyler Devletin İttihatçı gelenekten kalan “Devletçi insan  yetiştirerek Devletçi bir Mahalle-toplum” yaratma politikasının -toplum mühendisliğinin- kalıntısıdır!..

 

Belirli bir “etnik-duygusal alt kimliği”  toplumda herkesi bağlayacak bir kimlik haline getirmeye kalkıştığınız an her şey altüst olur!..  İttihatçı ulus yapıcılığının ne olduğunu artık aklı başında herkes görüyor!.. Bugün eğer  Türkiye toprakları üzerinde çok kültürlülüğü de  içinde barındıran  “Türkiye ulusu”  diye bir şey varsa bu, yapay olarak tek bir kültür ve ulus yaratmaya çalışmış olan İttihatçı toplum mühendisliğinin  değil, Türkiye’de kapitalizmin gelişmesinin ürünüdür. Sorarım size, bu ülkede  ekonomik yaşantı birliğini Devletçi toplum mühendisliği mi  sağlamıştır? Kim evet diyebilir buna? Peki herkesi “Türk” yaparak duygusal bir birlik mi yaratabildi Devletçi toplum mühendisleri? Görüyoruz işte o “duygudaşlığı”!!

 

Türkiye’de bütün o Türk-Kürt-Çerkez-Laz  etnik alt kimliklerin yanı sıra, gelişen kapitalist üretim ilişkilerinin ürünü olarak  bir de “Türkiyelilik” -Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı-  kimliği oluşmuştur…Bütün mesele, bu gerçeği kavrayarak onun gereklerini yerine getirebilmeye dayanıyor…

 

“TÜRKİYELİ” OLMANIN STRATEJİK DERİNLİĞİ NEREDEN KAYNAKLANIYOR?

 

“Tarihsel uzlaşma” zemininde   ortaya çıkan  “Türkiyelilik” kimliği    yeni tipten  duygusal bir zemin oluştururken, “anayasal vatandaşlık” da  bu zemini taçlandıran bilişsel bir kimlik olarak anlam kazanmaktadır…

 

Ama bitmedi! Çünkü biz,  aynı zamanda, varoluş koşullarını küreselleşme süreci içinde yeniden üretebilen bir toplumuz! Bu nedenle, kendi içimizde gerçekleştireceğimiz çok kültürlülük sentezi, kordinat sisteminin merkezi küresel süreçlere doğru kaydığı zaman, bizi, atalarımızdan bize miras kalan  “kendi varlığında yok olma” anlayışıyla   evrensel bir senteze  -çok kültürlü küresel bilişsel bir kimliğe- doğru   götürecektir…

 

Nasıl mı diyorsunuz?.. Benim  çalışmalarım,   böyle bir sürecin ürünü olarak ortaya çıkan örneklerdir!.. ( https://www.aktolga.de/research_turk.html ) 

 

 



[1] Aşağıdaki satırlar 2005 yılında yayınlanan bir çalışmamdan: “1923’den beri Türkiye’ye giren yabancı sermaye miktarı yirmi milyar dolar kadarmış; bu rakama, özelleştirme   gelirleriyle birlikte bu yıl (2005)  sadece bir yıl içinde ulaşılması bekleniyor”!  Bu türden haberleri o yıllarda birçok gelişmekte olan ülke basınında da  görebilirdiniz…

[3] Dünün “yabancı sermaye  düşmanı antiemperyalistlerini” bugün gerici “ulusalcılar-ulusalcı solcular” haline getiren diyalektik budur işte!..Bu noktada ülkeyi küresel süreçlere açan sayın Özal’ın kulakları çınlasın!.. https://www.aktolga.de/z9.pdf

[5] Peki neden hayvanlar bilişsel bir kimliğe sahip olarak üretim yapamıyorlar? Çünkü, evrim süreci içinde hayvanların beyin kabuğunda önbeyin -“prefrontal cortex”-  adı verilen  bölüm henüz daha gelişmemiştir…

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar