Kemal CAN

Kemal CAN
Kemal CAN
Tüm Yazıları
Sürecin “kritik eşikleri”
1.12.2025
85

Aylardır tartıştığımız sürecin -“yönetim” tercihi olarak- en karakteristik özelliği, aşamalar (kritik duraklar) halinde tasarlanmış ve sürdürülüyor olması. Hadisenin en başındaki (Bahçeli’nin dile getirdiği) çerçeve, zaten süreci böyle tarif ediyordu. Her eşik gayet yüksek -hatta şaşırtıcı- olacaktı ve bir sonraki aşamaya açılacak kapı sayılıyordu. Öcalan çağrı yapacak, PKK çağrıya uyacak, fesih ve silah bırakmayı takiben yasal zemin hazırlanacak, bunun için komisyon kurulacak. İmralı resmi muhatap olacak, sonra entegrasyon adımları gelecek ve bir aşamada “umut hakkı” devreye girecek. Komisyon önerileriyle yasal ihtiyaçlar belirlenecek ve Meclis’te çalışma yapılacak. Sonunda da süreç Anayasa tartışmasına eklemlenecek. Yani bir fasıl açılacak, o fasıl tamamlanınca yenisi gündeme alınacak. Hatta Mehmet Uçum gibi bazı saray danışmanları ve “her şeyin zamanı var” diyen DEM sözcüleri de, bu başlıklar serisini büyük üniteler halinde grupladılar ve sıraya koydular. Bu işleyiş, Erdoğan pragmatizmi açısından da elverişliydi. 

İlk bakışta dümdüz -hatta bir aşamaya kadar kamuoyu desteğine bile ihtiyaç olmayan- bir yol haritası gibi görünmekle birlikte, zamanla kritik duraklara sürecin ilerleyişinden bağımsız anlamlar yüklendi. Eşikler, taktik hamleler ve tarafların birbirini tartması için manevralara açıldı. Bahçeli çıkışını yaptı, Öcalan’ın cevabı beklendi, biçimi planlandı. Öcalan “ben varım” dedi, çağrının yapılması aşaması geldi. Çağrı beklendi, çağrı yapılınca, PKK’nın reaksiyonu beklendi. Fesih gerçekleşti, daha fazla görüntü lazım olduğu için silah yakma mizanseni eklendi. Komisyon ciddi bir itişmeyle kuruldu, sonra kimin katılacağı beklendi. Dostlar alışverişte görsün görüşmeleri yapıldı ve İmralı ziyareti kendi başına hedef haline getirildi. Aslında en baştan belirlenmiş hatta mutabık kalınmış adımlardı bunlar. Ancak kamuoyuna parçalara (kritik eşiklere) bölünerek sunuldu, öyle takip edilmesi istendi. Çünkü sürekli ara kontrol ve tartma ayarları yapmak için böylesi daha uygundu. Bu işleyiş, Erdoğan’ın -bir şey yapmadan- en nazlı ama en çok kollanan ve en kritik aktör olarak kalmasına hizmet etti.  

Kritik eşik olarak sunulan her aşama; hem “olur mu öyle şey” denilecek ve olana kadar canlı spekülasyonları çağıracak kadar şaşırtıcı, hem de gerçekleşmesi durumunda kimsenin “bir şey olmadı ki” diyemeyeceği kadar yüksek iddiaları içeriyordu. Bahçeli’nin “Öcalan gelsin Meclis’te konuşsun” lafı, Öcalan’ın PKK’ya “artık bırakın” çağrısı, PKK’nın fesih kongresi gerçekten böyleydi. Yani epey önceden tasarlanmış, zaman zaman söylendiği gibi “devletle kotarılan” bu adımlar, zaten çoktan geçilmiş olsalar bile kamuoyuna açıldıklarında “kritik eşik” etiketini hak ediyordu. Fakat sürecin açık siyaset tarafındaki “eşikler” aynı biçimde geçilmedi. Komisyonun kurulması ve fonksiyonunun belirlenmesi, özel (yasal) düzenleme gerektirmeyen “güven artırıcı” adımların atılması, genel siyasi yumuşama gibi süreci siyasete ve topluma açacak, inandırıcı hale getirecek hamleler, “daha sonra” denilerek hep ertelendi. Daha fenası bu erteleme, “eşiklerle” oyalanan gündem sayesinde eleştirilerden ve zorlayıcı tartışmalardan uzak tutuldu. 

İmralı ziyareti

Öcalan, -önceki görüşmelerden sızan tutanaklara göre- Meclis komisyonunun kurulması ve bu komisyonun kendisiyle görüşmesi konusuna kritik bir rol biçiyordu. Yaygın inanışta olduğu gibi, meşruiyet temin etmek veya muhatap alınmak bence asıl mesele değildi. Çünkü “temaslar başlayıp ilerledikten sonra, sürece resmi olarak “Terörsüz Türkiye” adı verilmesinin ardından ve “kurucu önderin” yapabilirliğini göstermesiyle; Öcalan, zaten doğal, resmi ve meşru muhatap olmuştu. Öcalan’ın tutanaklarda dile getirdiği ve “entegrasyon planını anlatacağı” asıl platform olarak tarif ettiği komisyon ve o komisyonla görüşmesi, sürecin siyasileşmesi ve kendisinin de siyasi bir aktöre dönüşmesi için kritik eşik olarak tarif ediliyordu. CHP’nin gelmesi veya gelmemesi de bu açıdan önemliydi. Ancak Erdoğan’ın tavrı ve bu aşamanın yönetimi açısından bakınca, varılan sonucun bu beklenen kritik anlamın epey uzağında olduğu görülüyor. 

Erdoğan’ın komisyonun kurulması aşamasındaki tutumu ve son olarak İmralı ziyareti, büyük ölçüde taktik manevralarla biçimlendi. Bu noktada CHP, hem komisyona katılarak hem de İmralı’ya gitmeyerek; oyun dışına itilmekten veya kolundan çekilerek sürüklenmekten kurtulmak yanında, oyunda belirleyici -veya oyun bozucu- rol edindi. İmralı ziyaretinin öncesindeki kapalı oylama, Erdoğan’ın ve komisyondaki AKP’lilerin sessiz kalması, Bahçeli’nin atak tutumuyla iyice koyulaşan kontrast, tasarlayanın kendi ayağına dolanan oyunun bariz biçimde görülmesini sağladı. Ziyaret sırasında Hüseyin Yayman’ın yaptıkları, Özgür Özel’in AKP’lilerin “görünmeden görüşme” tekliflerini ifşa etmesi, iktidar medyasının bu görüşmeye muamelesi, içeriğe ilişkin “resmi ketumluk” da tuzu biberi oldu. (Bunlara Kemal Kılıçdaroğlu videosu ve Altan Tan röportajı gibi unsurları da ekleyin) Bütün bunlar yetmezmiş gibi, iktidar kanadının görüşmeye ilişkin sızdırdığı bilgilerle bu aşamaya giydirmek istediği anlam iyice değişti. 

İmralı’ya gidenlerin, komisyonun diğer üyelerini bilgilendirecekleri toplantı ertelendi. Tutanakların da yayınlanmayacağı söylendi. İktidar sözcüleri ve medyası çok önemli bir iş başarmış gibi davranmadılar. Daha sonra AKP tarafından sızdırılan ve iktidar medyasında -ve Şamil Tayyar’ı fazla önemseyen  muhalefet medyasında- altı çizilen “bilgiler”,  görüşmeyi -Suriye ağırlıklı olarak- yeniden Öcalan’ın niyetinin ve kapasitesinin sorgulandığı bir havada geçmiş gibi yansıttı.

AKP ve MHP temsilcilerinin daha önce muhalefet sözcülerinin dile getirdiği bazı şüpheleri Öcalan’a sorduğu anlatıldı. (DEM temsilcisi Gülistan Kılıç Koçyiğit de, görüşmedeki Suriye ağırlığını teyit eden bir röportaj verdi) Sırrı Süreyya Önder’in Öcalan’ın çağrısının dipnotu olarak aktardığı, bu görüşmenin önemi konusunda Öcalan’ın birkaç kere altını çizdiği “ikinci aşamanın” ihtiyaçları ve “karşı taraftan” beklenen adımların iması, “demokratik entegrasyonun” gölgesi bile kamuoyuna yansımadı. (Koçyiğit bu konulara  pek sıra gelmediğini söylüyor) Oysa CHP için “taraf seçme” etiketine dönüştürülen görüşmenin, iktidarın turnusol kağıdını hangi renge çevirdiği çok daha önemliydi.

Kritik sonuç nedir? 

Sürecin önemli eşiklerinden sayılan İmralı görüşmesi, CHP’nin tavrından ziyade iktidarın ve özellikle Erdoğan’ın tercihi nedeniyle pek de “kritik” bir sonuç üretmiş değil. Galiba bir sonuç vermemesi için özel olarak böyle hazırlandı, uygulandı ve kullanılıyor. Bu önemli eşiğin, iktidarı -zaten iyice gecikmiş- adımlara zorlayacak, ikinci faslı başlatan bir kapı haline gelmesi “başarıyla” engellenmiş oldu. Kürt kamuoyu CHP’yi muhataplık pozisyonu açısından eleştirmeye yöneltilirken, iktidarın muhataplık pozisyonunu hiç değiştirmemesi hatta eşitsizliği (dengesizliği) tahkim etmesi, tartışmanın dışına taşındı. Süreç açısından bakıldığında, bu görüşme öncesiyle sonrası arasında nasıl bir hayati değişimden bahsedilebilir? Daha önemlisi -CHP’nin süreçten çekilmemiş olması da dikkate alındığında- tarafların pozisyonlarını değiştiren ve kamuoyu algısında da yeni bir merhaleden söz edilebilir mi? Üstelik bu soruların negatif cevaplarının CHP’nin gitmemesiyle ilişkisi de son derece zayıf.

Erdoğan’ın sorumluluk almadan tüm kontrolü istemesi ve süreci daha araçsal hale getirmesi artık çok daha belirgin. Ancak iktidarın sürecin siyasi ayağını tıkayan tutumunu eleştirmek, reel politik aktörler yerine silahını yakmış münfesih PKK yöneticilerinden Bese Hozat’a düşüyor:

“İktidarın halen sürece dönük yaklaşımı çok zayıftır. Aslında kararsızdır. Yani Kürt sorununu demokratik, siyasi temelde çözmeye halen karar vermiş değildir. Yani ne zihniyeti var ne de bir çözüm programı, buna uygun bir politika geliştirmiş. Zihniyette elbette bir değişiklik olmazsa bunun programı da bunun politikası da ortaya çıkmaz. Bu süreci gerçekten en iyi okuyan Devlet Bahçeli’dir. Tehlikenin derinliğini görüyor. Bunları görüyor. Ve gelişmelere bakarak, siyasi konjonktüre bakarak böyle kendince bir yol belirlemeye, bir rota çizmeye çalışıyor. Bu işler böyle gitmez yani. Ciddiyet, tutarlılık, samimiyet, politika ister.”

Kürt kamuoyunda Bahçeli’nin süreci daha ciddiye aldığı konusunda güçlü bir inanış var. Sürece mesafeli olan muhalefet çevrelerinin Bahçeli-Erdoğan farkı konusundaki aşırı şüphesi (küçümsemesi), bu tarafta yine hayli aşırı takdirle (önemle) dengeleniyor. (Abartı Nobel adaylığına kadar taşınıyor) Makul nedenleri de olan bu iki aşırılığın da problemli tarafları olmakla birlikte, yakın dönemde gündemdeki yerini koruyacağı anlaşılıyor. İmralı heyeti üyesi MHP Genel Başkan Yardımcısı Feti Yıldız’ın iki gün önce sosyal medyada önce paylaşıp sonra sildiği “Devletin zamanı ve şartlara göre değişen bir özel yapısı ile genel ve değişmeyen bir ruhu vardır. Değişmeyen bu ruh devlet aklıdır. Devlet aklı her şeyden önce siyasi davranışta yüksek bir rasyonalite ve amaca uygunluk arar. Dinamiktir daima tecrübe aktarır” cümlesi, söz konusu farkı “amaca uygun siyasi davranış” aklıyla ilişkilendiriyor. (Bence buradaki amaç farklılaşması nihai hedeften ziyade yakın ve uzak beklentilerle ilgili) Bu paylaşım silinmese muhtemelen yine çeşitli spekülasyonlara malzeme olacaktı. 

Süreç yolda ne kadar değişti?

Şimdi birileri çıkıp CHP’nin İmralı’ya giderek de iktidarın ikircikli, iki yüzlü tutumunu teşhir etmesinin mümkün olacağını söyleyebilir belki ama bu tartışmalı değerlendirme bile genel tabloyu çok değiştirmiyor. İktidar, süreci baştan itibaren Kürt sorunun siyasete açılması yerine siyaset dışına taşınmasının aracı olarak gördü. Hatta süreç aktif ve “kurucu” bütün taraflarca böyle tasarlandı. Bu konuda ciddi öncelik ve yöntem tartışmaları yaşayan Erdoğan ve Bahçeli arasında da çok fark yok aslında. Bahçeli’nin Kürt sorununu reddedip, Kürt realitesini tanımasına bakarsak; Kürtlere, Türkiye siyasetine katılarak Türkiyelileşme yerine, siyasi mekanizmaları atlayarak doğrudan devlet düzeyinde temasla ve ortak çıkar çerçevesinde anlamlandırılan Türkiyelileşme önermişti. Ahmet Türk için yaptığı “Yaşını almış bir Kürt ağasını istismar etmeyin” sözü, siyasi temsil yerine otantik (geleneksel) temsili tercih edin demek, “kurucu önder” nitelemesi de muhatap sadeleştirme ihtiyacının tezahürü.

Küresel dinamikler ve bölge dengelerindeki risk ve fırsatlar; Kürt meselesinin, içerde ve dışarda stabilizasyonu; siyasi alanın yeniden tanzimi; 2015’teki gibi uzun sürecek toplumsal, siyasal ve hukuki vasatın temini; iktidar ittifakının ağırlık merkezinin netleştirilmesi için lüzumlu hatta zorunlu olduğu değerlendirilen süreç, baştan itibaren -birilerinin olumlu birilerinin olumsuz etiketlediği- anlamda “çözüm” ya da “açılım” perspektifi içermiyordu hatta “pazarlık yok” ihtiyatı müzakereden bile bahsetmekten kaçınıyordu.

“Tarihin doğru tarafı” iddiası ise, bir sorunla ya da hakikatle yüzleşme, geniş kesimlerin karşısında durulamaz talepleriyle ilişki gibi güçlü toplumsal dayanaklardan beslenmiyordu. Süreç mutabakatının elitler katındaki acil ihtiyaçların idraki yeterli görüldü. Bu yüzden sürece bir halkla ilişkiler stratejisi eşlik etmedi. Ancak süreç ilerledikçe ve kritik eşikler geçildikçe, hukuk ve demokrasinin öne çıkacağı bir zemin ihtimalinin büyümesi şöyle dursun, giderek daha da uzaklaşan boş hayale dönüştü. Kritik aşamaların ilerleme hızıyla, “başka türlü bir siyasi zeminin” koşulları arasındaki makas her adımda büyüdü.  

Fakat sürecin epey başında -bundan 14 ay önce 13 Ekim 2024’te- yazdıklarımın (kendimi test etmek için yeniden bakınca) bugün yazılsa da geçerli olacağını görünce -kendimi de dahil ettiğim- iyimser kalmak isteyenler için üzülüyorum:

Canlı bir tartışma varmış gibi görünmesine, çıkarılan dersler olduğu söylenmesine rağmen, kronolojinin esası pek değişmiyor, bu kronolojiyi bozacak müdahale hevesi hiç artmıyor. Çünkü bu akışı, (küresel siyasal iklimle uyumlu biçimde) toplumsal-siyasal dinamikler, büyük kalabalıkların talep ve itirazları belirlemiyor. İddia edilenin aksine, taban konsolidasyonu çabası da, tatmin ve ikna öncelikli değil, aksine aktif aktörlerin pozisyonlarını etkilemeye yönelen taktiklerle sınırlı. Hadise, çeşitli kimlik gruplarını, sosyo-ekonomik dinamikleri temsil iddiasındaki ‘profesyonel’ aktörlerin rol aldığı küçük bir sahnede geçiyor.”

Sahne hâlâ çok küçük, aktörler hâlâ çok sınırlı ve bağımsız manevra alanları hâlâ çok dar. Ve hâlâ Erdoğan’ın elini rahatlatıp onu cesaretlendirecek tutum başkalarından bekleniyor. 

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar