Markar ESAYAN

Anlamın kaybı...
6.07.2014
1895

 Seküler kıyamet anlamın içinin boşalmasıdır.

Bu birden bire olmaz, kararlar alır ve o kararların bizim tahayyüllerimizdeki sonuçlara yol açacağını varsayarız. Devletler ve toplumlar da öyledir... Oysa o ne doğru sözdür ki hayat biz planlar yaparken başımıza gelenlerdir. Şimdi burada bir çelişki var gibi gözüküyorsa da, evet gerçekten var. Ama o kadar çelişkili değil sanki. Daha doğrusu çelişki adisyona dahil, ya da çelişkinin bizim yüklediğimiz anlamdan farklı bir işlevi olabilir. Kim bilir, belki o da anlamını alıp başını gitmiştir.

Anlam, rasyonalizm açısından baktığımızda, modern çağlarda daha karmaşık ve tuzaklı hale gelmiştir. Bireyin dil ve hayatla arasına gedikler girmiştir. Bunu ilk fark edenlerden değildi ama en iyi fark edenlerdendi Nietzsche. Rasyo- nalizm, görecelik ve perspektivizm kaosunun içine düşen Batı kimliği, organik cemaatin (Gemeinschaft) yerini kamu-bürokratik devletle (Gesellschaft) doldururken hayatın anlamının da içini boşalttığını, bunun ise büyük bir nostalji duygusu eşliğinde modern toplumu bunalıma düşürdüğünün farkındaydı. Alman faşizminin nedenlerinden birisi de, diğer hegemon devletlerin aksine, endüstri toplumuna geçişin çok hızlı yaşanması ve cemaatin bu hızın karşısında ümitsizliğe düşerek felç olmasıydı biraz da. Cemaatin kollarından hızla karmaşaya atılmış Alman toplumu, kendisini sıkıca kavrayan nasyonal sosyalizmde bir yurt bulduğunu düşünmüştü.

Nietzsche, cemaatin (kendiliğindenlik) yerini bir başka mutlak olan bürokratik devlet ve rasyonalizmin doldurmasına karşıydı. Darwin ve evrimciler insanlığın geleceği için çok iyimserdi ama toplum böyle hissetmiyordu. Doğal seleksiyonun işleri yerine koyacağı, dinin (hurafe) yerine de aklın (reason) geçeceği, böylelikle doğanın kuralına uymakla her şeyin zaten olması gerektiği gibi yaşanacağına dair inanç büyüktü aydınlarda. Ama Nietzsche huzursuzdu. Gelen felaketi görüyordu. Onları yeni ruhban sınıfı olarak görüyordu.

'Tanrı öldü' sözü, nihilizmden ziyade toplumu nihilizme sürükleyen gediği ima ediyordu. Evet, gerçekten de Avrupa'da Hıristiyanlık ölmüştü. En azından politikayı belirleyen din ve geleneklerden (tecrübe) kaynaklanan ortak ahlak (ortak ev) değil, modernitenin tanımladığı büyük A'lı Akıldı. Büyük Akıl, bireyin parçalanmasını önleyecek çareleri ve içinde kendisini teselli edeceği yeni bir yuva sunamamıştı. Ortak ahlak önerisi yoktu, çünkü buna gerek yoktu. Doğa her şeyi halledecek, akıl ise mekanik bir süreci izleyerek cenneti yaratacaktı.

Rasyonalizm, insanlığa buhar makinesi ve ampulü armağan etmekle kalmadı, soykırım teknolojisini de armağan etti. Aydınlanmanın dünyaya cenneti indirdiğini ve daha da indireceğini düşünen aydınların çoğu, Belçika Kralı 2. Leopold'un, şahsi mülkü olan Kongo'da 15 milyon yerliyi kesip biçmesini gördüklerinde şüphesiz kuşkulanmışlardı.

Brüksel'deki Grand Palace'ın altı milyonlarca kemikle doluydu…

Aydınların çoğu Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sürecinde birer birer intihar ettiler. Stefan Zweig intihar notunda 'Bu dünyada ayaklarımı basacak yer kalmadı' demişti.

Bizim tarafta ne mi oluyordu?

İslam âleminde Osmanlı ve hilafetin yıkılışıyla büyük bir dehşet yaşanıyordu. Batı'nın kahredici üstünlüğü kabul edilmişti ve 1920'lerde İslam aydınları kendi aralarında bile modern yaşama alternatif bir dünya modeli hakkında konuşmaktan çekiniyorlardı. Kesin bir yenilgiydi bu, yapılabilecek hiçbir şey yok gibiydi. Doğu, daha Batı'nın ne yaptığını bile tam olarak anlayamamıştı. Mehmet Akif gibi hala çabalayanlar da kendi ülkelerinden sürgüne Mısır'a gidiyorlardı.

Bugün Batı'nın rasyonalizmi ve pozitivizmi kimlik, kültür krizi karşısında çaresiz durumda ve yuvasızlığın semptomu nihilizmi tüketim çılgınlığıyla bastırmak artık pek mümkün değil. Din, Batı'ya ama İslam ama Hıristiyanlık ama new-age akımlarla geri dönüyor. (Papa'nın Hristiyanlığın yükseldiği Güney Amerika'dan seçilmesine dikkati çekerim.) Lakin bu çok ciddi bir başka bunalım demek. İslamofobinin altında sadece real politik ahlaksızlık yatmıyor, Batı, maneviyat karşısında kendisini çok güçsüz ve çaresiz hissediyor. İslamofobi, aslında biraz da İslam'a yansıtılan pre-modern devre dönüş korkusu ile besleniyor.

Doğu bunca bedeli ödemenin bir getirisi olarak, dinini (organik ev) elinde tuttu. Bu durum Doğu İslamı ve Hıristiyanlığı ile diğer inançlar için de geçerli. Din sadece dinden ibaret değildir. Bizler Batılının yaşadığı nostalji, yuvadan kovulma, cemaatten yoksun kalma duygularını o kadar şiddetli yaşamıyoruz. Çünkü Batı veya bizim Batıcılarımız Doğu'yu yağmalarken, cemaatlere, dayanışmaya veya öteki dünyaya olan inanca sığınıldı. Bu ise, varoluşun bütünlüğünü bir nebze birarada tuttu. Hem modernleştik, hem de hasar alsa da evimizde kaldık.

Ancak tamamen kayıpsız olduğumuzu kimse de söyleyemez. Muhtemelen, dindarlığımız ve tüm geleneklerimizde kaymalar oldu. Bunların tekrar gözden geçirilmesi gerekiyor. Yani değerlerin yeniden değerlendirilmesi… Din, maneviyat ve ruh kamusal alana geri dönüyor. Ama varoluşun bütünlüğünün aldığı hasarları tamir etmek yerine, ehlileşebilir, radikal gelişimcilik takıntısıyla Batı'nın kötü bir kopyası olabiliriz. Doğu'nun değeri, çok hasar almasına rağmen, tam da bu hasara bir tepki olarak gündelik hayatın kendiliğine sahip çıkmasıdır. Ramazan, oruç, dayanışma, Paskalya'da yumurta boyama, komşuluk, aile, çocuklar bu anlamda da çok değerlidir.

Bunları kaybedeceksek, ilerlemeyelim, böyle kalalım daha iyi…

 
Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar