Umut ÖZKIRIMLI

Umut ÖZKIRIMLI
Umut ÖZKIRIMLI
Tüm Yazıları
Çağımızın vebası: Çoğunlukçuluk
4.02.2018
1393

 “Çoğunluğun diktası” (tyranny of the majority), ya da antik Yunan felsefesindeki adıyla “oklokrasi” (ochlocracy, οχλοκρατία) – “ayak takımı yönetimi” – siyaset biliminin en çok tartışılan terimlerinden biridir.

On yedinci yüzyıldan itibaren yeniden dolaşıma giren terimi popüleştiren isimlerin başında Amerika Birleşik Devletleri’nin dördüncü başkanı James Madison, Fransız diplomat ve siyaset bilimci Alexis de Tocqueville, İngiliz siyaset felsefecisi John Stuart Mill gelir.

Bu düşünürlere göre çoğunluğun yönetimi, her zaman kamu yararı ve azınlık haklarının göz ardı edilmesi riskini taşıyacaktır. Madison’ın bu potansiyel soruna karşı çözüm önerisi federal bir yönetim şekli benimsenmesidir.

Çoğunluk, herhangi bir eyalette yerel azınlığın haklarını çiğnemeye kalkışsa bile ABD gibi büyük ve farklı eyaletlerden oluşan bir ülkede aynı çoğunluğun yönetimi tümüyle ele geçirmesi zor olacaktır.

Ayrıca yasama, yürütme ve yargıyı birbirinden ayıran güçler ayrılığı ilkesi, azınlığı çoğunluğun diktasına karşı koruyacaktır. John Stuart Mill’e göre ise çözüm, nispi temsil sistemi ve daha genel olarak “zarar ilkesi”dir (harm principle).

Bireyler, başkalarına zarar vermedikleri sürece istedikleri her şeyi yapabilme özgürlüğüne sahip olmalıdır; ancak eylemleri başkalarına zarar veriyorsa yönetimin buna engel olma hakkı vardır.

Bu önerilere yönelik eleştirileri özetleyerek okuyucuların sabrını test etmek gibi bir niyetim yok. Yazının amacı da farklı yönlere çekilmeye müsait çoğunluğun diktası kavramını tartışmak değil.

Sonuçta apartheid dönemi Güney Afrikası ya da Suriye örneklerinin gösterdiği gibi, azınlıkların da iktidarı bir şekilde ele geçirip çoğunluğu baskı altında tutabileceğini biliyoruz.

Kaldı ki çoğunluğun azınlık haklarını çiğneme ihtimali yüzünden demokrasiden tümüyle vazgeçmek ya da yine Mill’in önerdiği gibi eğitimli olanların oylarına daha fazla değer verecek bir mekanizma oluşturmak da pek sağlıklı bir çözüm sayılmaz.

Öte yandan kavramın dikkatimizi çektiği sorun önemli: Meşru yollarla iktidara gelen bir kesimin – azınlık ya da çoğunluk – diğer kesimlerin haklarını ayaklar altına almasını “demokrasiden vazgeçmeyerek” nasıl engelleyebiliriz?

Başka bir şekilde ifade edersek, demokrasiyi “çoğunlukçuluğa” (majoritarianism), yani belirli aralıklarla tekrarlanan seçimlerde çoğunluğun oyunu almaya indirgeyen, bunun dışındaki tüm süreç, kurum ve hakları görmezden gelen bir anlayışla nasıl mücadele edilebiliriz?

Genelde sanıldığı gibi bu sorun sadece otokratik yönetimlere ya da askeri diktatörlüklere özgü bir durum değil. Dış basına sadece oy verme günü yaşanan polis vahşetiyle yansıyan Katalonya bağımsızlık referandumu, süreç yakından incelendiğinde çoğunlukçu anlayışın nasıl kötüye kullanılabileceğini gösteren mükemmel bir örnek.

Kendine özgü kültürel özellikleri (başta farklı bir dil) ve zengin ekonomisiyle İspanya’nın geri kalanından ayrılan Katalonya’da bağımsızlıkçılık (indepentism, independismo catalán), ülke Franco faşizmini geride bırakıp demokrasiye geçtiğinden beri birçok parti tarafından temsil edilen güçlü bir siyasi akım; ancak salt çoğunluğun desteğine sahip değil.

Katalan hükümetinin 2007 yılında yaptırdığı bir kamuoyu araştırmasına göre bağımsız bir devlet fikrini savunanların oranı yüzde 16.8. 2008 ekonomik krizi ve Madrid yönetiminin kemer sıkma politikalarına yönelik tepkiyle bu oran 2017 yılında yüzde 37.4’e çıkmış (bağımsız devlet fikrini savunanların oranının ekonominin dibe vurduğu 2010 yılında yüzde 49’a kadar yükseldiğini de not edelim).

1 Ekim 2017’de yapılan bağımsızlık referandumu ise Katalanların yüzde 90 oranıyla destek verdiği 1978 anayasasına aykırı. Nitekim İspanya Anayasa Mahkemesi de referandumun yasal olmadığını ilan ediyor.

Buna rağmen bağımsızlıkçılar oylamanın yapılmasını sağlıyorlar ve yüzde 43 katılımla gerçekleşen referandumda oyların yüzde 92’sini kazanmayı başarıyorlar.

10 Ekim’de Katalan lider Carles Puigdemont tarihin en kısa sureli cumhuriyetini ilan ediyor; önce Katalonya Cumhuriyeti’nin artık “bağımsız ve egemen bir devlet” olduğunu duyuran Puigdemont, 57 saniye sonra bu iddiasından Madrid’le görüşmeleri sürdürmek için vazgeçiyor! Bağımsızlıkçı siyasetçilerin birer birer tutuklanmaya başlamasıyla da Brüksel’e kaçıyor.

Peki Katalan halkının çoğunluğunun desteğine sahip olmayan, anayasaya aykırı bu referandum nasıl gerçekleştiriliyor? İşte burada devreye yazının konusu “çoğunlukçuluk” kavramı giriyor.

Yukarıda bahsettiğim ekonomik kriz ve İspanya Anayasa Mahkemesi’nin Katalonya’ya daha fazla özerklik tanıyan bir yasa değişikliğini reddetmesiyle güçlenen bağımsızlıkçı partiler, içinde burjuva milliyetçiler ile anti-kapitalist anarşistleri de barındıran beş benzemez bir koalisyonla – bağımsızlık karşıtı kampın parçalanmışlığından da yararlanarak – 2015 yılında yapılan bölgesel seçimlerde parlamentoda birkaç sandalyeyle çoğunluğu ele geçiriyorlar ve referanduma giden süreci başlatıyorlar.

Ancak iş burada da kalmıyor. Bağımsızlıkçı koalisyonun lideri Artur Mas, kendi partisindeki çekişmeler sonucu parti başkanlığını kaybedince parlamentonun lağvedilmesi riski beliriyor ve yeni secimler için Mart 2016 tarihi belirleniyor. Bu noktada koalisyonu oluşturan başka iki parti aralarında anlaşarak Puigdemont’u lider olarak seçiyorlar ve seçimlere gidilmesini engelliyorlar.

Bu mikro örneği bu kadar ayrıntılı anlatmamın nedeni çoğunlukçuluğun nasıl kötüye kullanılabileceğini göstermek. Katalonya’da yaşanan süreçte milliyetçilik manipüle edilerek yerel parlamentoda “yasal çoğunluk” elde ediliyor.

Madrid’in karşı çıkışları anayasaya uygun olsa da bağımsızlıkçılar tarafından Katalonya halkının meşru haklarına müdahale olarak gösteriliyor. İşin en ironik tarafı da bu manipülasyonun, 1980’lerden beri İspanya halkının çoğunluğunun Katalan azınlığın haklarını çiğnediği şiarıyla siyaset yapan bağımsızlıkçılar tarafından yapılması.

Hikaye size tanıdık gelecektir. Kemalist/laik azınlık tarafından mağdur edildiğini savunan İslamcı/dindar çoğunluk; laikliği savunan partilerin parçalanmışlığı ve alternatif bir siyaset önerememesinin de etkisiyle meşru seçimlerle iktidara gelen “mağdurlar”; savunulan ilkelerin iktidar ele geçirilince unutulması ve meşruiyeti tartışmalı seçimlerle iktidarın sürdürülmesi; çoğunlukçu anlayışla hak ve özgürlüklerin yok edilmesi ve çoğunluğun yaşam tarzının, değerlerinin toplumun geri kalanına dayatılmaya başlanması…

Yazının başlığı olarak “çağımızın vebası” teriminin seçilmesinin nedeni ise çoğunlukçuluğun sadece İspanya ya da Türkiye’nin başına bela olan bir anlayış olarak algılanmaması gerektiğini vurgulama ihtiyacı.

Macaristan’dan Polonya’ya, Hindistan’dan Bolivya’ya dünyanın birçok ülkesinde yönetimde olan (sağ ya da sol) popülist-otoriter aktörler iktidarlarını bu anlayışa dayanarak sürdürüyorlar. Dini, etnik, ideolojik, sınıf, cinsel tercih temelli her tür azınlığın hakları yine bu anlayışa dayanılarak ayaklar altına alınıyor.

Buna karşı demokrasi sınırları içinde kalınarak nasıl mücadele edilebileceği de başka bir yazının konusu olsun.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar