Akdoğan Özkan

Akdoğan Özkan
Akdoğan Özkan
T24 Tüm Yazıları
Suriye tiyatrosunda üçüncü perde
21.07.2025
64
Perdenin nasıl sonuçlanacağını öngörebilmek için Suriye’de devletin başına HTŞ ile devletsizlik getirilmesinin ve bir ülke için bugünkü son derece hazin tablonun arka planı nasıl bir prelüd ile şekillendirildi, bunu aktarmak şart

Suriye Savaşı 2024 yılı aralık ayında “sürpriz” şekil ve hızda, ama hemen hemen sakin denilecek bir tarzda, Beşşar Esad’ın ülkeyi terki ve Heyet Tahrir’üş Şam (HTŞ) güçlerinin Şam zaferi ile sonlandığı için 13 yıllık çatışmalı dönemin nihayet bittiğini ve “mevzunun kapandığını” düşünenler çoğunluktaydı. Ancak daha o günlerde, bu köşede aldığım 9 Aralık tarihli ve “Orta Doğu’da Arap Sonbaharı” başlıklı T24 yazımda, Suriye’deki bu şiddetli sarsıntının asıl deprem değil, öncü olabileceğini dile getirmiş ve “muzafferlerin sevinç çığlıkları sizi yanıltmasın, kötü günler bitti ve şimdi sırada daha kötü günler var” demiştim. 

“Önümüzdeki dönemde yaşanabilecek zorunlu göç, etnik mübadeleler, katliamlar vd. artçı sarsıntılar vicdan sahibi her insanı üzmeyi sürdürecek,” şeklinde yaptığım değerlendirmenin yanı sıra, uyur gibi görünen bir tehdide de işaret etmiştim geçen yıl:

“Tel Aviv, Suriye topraklarında güvenli bölge/tampon bölge oluşturmak ve zamanla sınırlarını -belki Dera, Kuneytra ve hatta Suveyda’yı da içerecek şekilde- Golan’ın da ötesine geçmek üzere genişletmek için zaman kolluyor olabilir. Şu an sanki baş aktörmüş gibi (!) cihatçılardan rol çalıp sahaya inmesi “hoş olmaz,” “iyi görüntü vermez,” belki ama Dera ve Süveyda’yı Suriye ordu birliklerinin çekilmesiyle teslim almış olan cihatçı güçler kimi yerlerden buraları İsrail’e bırakırcasına çekilirse şaşırmamak lazım. Zaten çekilmezlerse de, İsrail arzuladığı tampon bölgeyi kurmak üzere bizzat sahaya inip, affedersiniz (!) zor kullanmak durumunda kalabilir.”

Daha yine ortalık sütliman gibi görünürken, kaleme aldığım 10 Mart 2025 tarihli ve “Suriye Tiyatrosunda İkinci Perde” başlıklı yazımda da, “bölgede yaklaşmakta olan yeni fırtına ve ‘asıl deprem’ bir İsrail yayılmacılığından ziyade, onu da aşan şekilde, bölgede ‘birden fazla İsrail’ görebileceğimiz bir sonuç üretirse çok da şaşırmamak gerekiyor" demiştim.

Ülkede önce Alevi, derken Dürzi katliamları sonrasında gelinen nokta, soğukkanlı değerlendirmeler yapmayı, olanların arkasındakini görmeyi mecbur kılıyor. “Suriye Savaşı”nı farklı etnik grupların birbirleri ile hesaplaşma ve boğazlaşması olarak değil, böyle okumak gerekiyor.

Birinci perde

Aslında, Levant’ta 2011 yılı Mart ayında fitili ateşlenen harbin ilk perdesi, HTŞ’nin Aralık 2024 operasyonu ve Tahran nüfuzunun Şam’daki en somut temsilcisi olarak gösterilen İran yanlısı milislerin Suriye sahasından uzaklaş(tırıl)masıyla, yani Tahran’ın geriletilmesi ile sonuçlanmıştı. Bu arada, Suriye’de “yeni tampon bölge oluşturuyorum” diyen İsrail stratejik Hermon Dağı ile Dera kırsalındaki el-Mal tepesine asker konuşlandırıp kontrol altına almış, Dera ile Kuneytra kırsalları arasında bulunan yerleşimleri işgal ederek Şam’a 26 km yaklaşmıştı. Özetle, Tel Aviv- Tahran arasında uzanan 1600 km’lik hava sahasının Suriye ve Irak’ı içeren 950 km’si İsrail tarafından çeşitli yöntemlerle “tehdit” olmaktan çıkarılmıştı.

İkinci perde

İkinci perde ise 13 Haziran Cuma günü İran’ın İsrail tarafından vurulmasıyla açıldı. O gün sabaha karşı Tel Aviv’den kalkarak Tahran’ı vurmaya giden savaş uçakları kat ettikleri yaklaşık 1600 km’lik hava sahasının 950 km’sini yıllardır yapılmış “mıntıka temizliği” (!) sayesinde herhangi bir düşman tehdidi olmadan geçebildiler. ABD ve İsrail geçen süre zarfında, önce Lübnan’ı, sonra Irak’ı, sonra da Suriye’yi kendileri için ciddi bir “düşman” olmaktan adım adım uzaklaştırmış ve 1979 İslam Devrimi ile Washington’un yörüngesinden tamamen çıkmış İran’da rejim değişikliği yapma operasyonuna adım adım yaklaşmışlardı. İran’ı vurmak zamanla Orta Doğu'da Çin'in artan nüfuzunu dengeleyecek, Rusya’nın Hint Okyanusu’na inmesinin önüne geçecek bir ağırlık merkezi inşa etme çabalarına en büyük katkıyı yapmak anlamına da gelecekti; yılların seyri içinde böyle bir önem de kazanmıştı İran operasyonu hedefi.

Ancak sürpriz bir saldırıya uğrayan İran savaşın daha ilk günlerinden Genelkurmay Başkanı, Devrim Muhafızları Komutanı, Hava ve Uzay Kuvvetleri Komutanı ile nükleer bilim insanlarının da bulunduğu çok sayıda üst düzey figürü kaybetmesine rağmen, İsrail’in beklediği şekilde komuta kontrolünü yitirmemiş, şoku atlatıp toparlanmış ve Netanyahu’ya sahayı -çok sayıda İsrail vatandaşının panik halinde ülkeden ayrılmalarına da yol açacak şekilde- dar etmişti. Trump belki bu savaşta İsrail’e destek olarak sahaya sürdüğü B2 uçakları ve GBU-57 MOP bombalarıylabüyük bir güç gösterisi yapmıştı ama, İran ABD’nin 250 yıllık silahlanma çabası ve trilyonlarca dolarlık savaş yatırımlarına rağmen geri kaldığının görüldüğü bir alanda, hipersonik füze teknolojisiyle dünyanın gözleri önünde şovu çalmıştı. İsrail’in tüm gayretlerine rağmen, “stratejik sabır” politikasından vazgeçmeyen ve ABD’nin şedid öfkesini üzerine çekici, kışkırtıcı bir tutumdan kaçınan İran, çatışmaların kontrolden çıkmasına izin vermediği gibi, Netanyahu’nunOrta Doğu’nun tamamını bombalarla şekillendirme girişimine set çekmiş, saldırganın bu savaşı kazanmasına izin vermemişti.

Öte yandan ikinci perdede bir yandan Suriye Alevilerine ve Hıristiyanlara vd. yönelik ciddi bir kıyımın iktidardaki Sünni İslamcı gruplar tarafından hız kesmeden uygulandığına tanık olurken, bir yandan da İsrail’in Dürziler üzerinde bir nüfuz vitesini artırma çabasında olduğunu görmüştük. 10 Mart 2025 tarihli ve “Suriye Tiyatrosunda İkinci Perde” başlıklı yazımda, Suriye’deki durumun “bize biraz Irak’ta 2014 yılındaki durumu ve IŞİD’in pozisyonunu anımsattığını” yazmıştım: “Suriye’de birileri -Anglosaksonların “theatre” (tiyatro) dedikleri- askeri sahadaki koşulları “olgunlaştırmakla” meşgul sanki,” diye de eklemiştim.

Üçüncü perde

Üçüncü perde 13 Temmuz günü açıldı diyebiliriz. O gün Suriye'nin güneyindeki Süveyda ilinde Bedevi Arap aşiretleri ile bazı Dürzi silahlı gruplar arasında küçük çaplı çatışmalar yaşandığını yazıyordu medya organları. Ardından 15 Temmuz'da hükümete bağlı birlikler Dürzi mahallelere girdi. Bu olur olmaz da İsrail ordusu, önce Süveyda’da bulunan Dürzi mahallelere konuşlanmış HTŞ temelli Suriye ordusu askerlerini, sonra “Dürzileri koruma” gerekçesiyle doğrudan başkent Şam'ı hedef aldı. Şam'daki genelkurmay karargâhı girişi ile Cumhurbaşkanlığı Konutu yakınlarındaki bir “askeri” noktayı vurmuştu İsrail. Hatta gazeteci Vanessa Beeley’nin kaynaklarına dayanarak dile getirdiği iddiasına bakılırsa, Cevlani başkentten ayrılıp Lazkiye taraflarında Ankara’nın koruması altında saklanır olmuştu.

Suriye’deki 700 bin Dürzinin çoğu, güneydeki Süveyda kentinde, Golan Tepeleri'nde ve Şam kırsalında yaşıyordu. Zorlu dönemlerde hayatta kalmak için yılların seyri içinde İsrail ile pragmatik ilişkiler geliştirmişlerdi. Ancak o İsrail bugünlerde Süveyda’daki durumu körüklemekle en çok ilgilenen taraf olmuştu. ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Şam yönetimine güvenlik güçlerini kullanarak Suriye'nin güneyindeki Süveyda ilinde süren çatışmaları durdurma çağrısı yapıyor, İsrail ise 7 ayda 987 hava ve topçu saldırısı gerçekleştirdiği, 421 kara saldırısı yaptığı, yaklaşık180 km²'lik arazisini işgal ettiği, hava savunmasını, hava kuvvetlerini, üslerini yerle bir ettiği Suriye devletinin başına “hadi sıkıysa koş Sünni Arap gruplara desteğe de, ben de Dürzileri kurtarayım (!)” diyen bir pozisyonda.

Kısacası 3. perdede katliamların arkasında bu dinamikler kendini gösteriyor. Hep birlikte nasıl sonuçlandığını göreceğiz.

PRELÜD

Bir sahne yapıtından önce, hani nasıl o yapıta özellikle tonal yönden yol göstericilik görevi yapan bir giriş parçası olur, Suriye Savaşı’nda da yukarıda sıraladığım perdelerin bir prelüdü var elbette. Suriye’nin yeni devlet aygıtının nasıl oluştuğunu, oluşturulduğunu bize gösteren bir prelüd bu. Suriye Savaşı’nı “Esed güçleri ile ılımlı muhalif grupların” çatışması şeklinde okuduysanız, bunu görmeniz mümkün değil. Ancak medyanın ideolojik bagajlarla ve sığ/yüzeysel derinlikle yüklü haberlerini ayıklayıp temizlerseniz görebilirsiniz bunu.

O da şu: Evet, Ebu Muhammed el Cevlani önderliğindeki Heyet Tahrir’üş Şam (HTŞ) güçleri 2024 yılı Kasım ayının sonları ile Aralık ayının başlarında Halep, Hama ve Humus’un ardından Şam’a girmiş ve Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın da ülkeyi terk etmesiyle birlikte iktidarı ele geçirerek devletin başına geçmişti ama o sürecin “tali” gibi gözüken bazı yan süreçleri olmuştu. En son söyleyeceğim şeyi baştan bir özet cümleyle dile getirerek, sonra sürecin bir parça ayrıntılı anlatısına girişeyim:

Bugün artık siyah takım elbiseler içinde gördüğümüz, kendisinden bir dönem Ebu Muhammed el Cevlani koduyla bahsedilen HTŞ lideri ve Suriye Devlet Başkanı Ahmet el Şara, hayatının hiçbir döneminde bir ABD ya da İsrail ajanı olmadı. Ancak onun zorlu yolunu taşlardan ve tehlikelerden temizleyen, onu gözetip kollayan, bu süreçte onun yardımını da alan ve aldıkları yardım ölçüsünde bu gözetip kollamanın düzeyini artırabilen ve nihayet kendisini iktidara taşıyan hamileri oldu.

Sizler bu köşedeki Suriye yazılarını takip etmediyseniz, o kavga gürültü ve “bu şurayı, şu orayı aldı” haberleri arasında bu hamiliğin nasıl işlediğini büyük ihtimalle görmemiş olabilirsiniz. Görmeyince de Aralık ayının başlarındaki tabloya bakarak Suriye devletinin artık istikrarı yakalayacağı sanrısına kapılmışsınızdır. Oysa Suriye’de HTŞ ile birlikte 2024 Aralık’ında iktidara hazin bir şekilde devletsizlik taşınmıştı.

Şimdi özellikle 2017-2024 yılları arasında bu “yol açma” faaliyetinin nasıl yürüdüğünü ve “devletsizliğin” iktidara nasıl hazırlandığını aktarmaya çalışayım.

Şimdi ayrıntılar

Biraz başa dönersek… Irak İslam Devleti’nin Suriye ayağını oluşturmak için geldiği Bilad-ı Şam’da, 2013 yılı Nisan ayında el Kaide’ye biat ederek Ebubekir el Bağdadi’den ayrılan Ebu Muhammed el Cevlani, kendi örgütü olan Nusra (Nusret) Cephesi’ni kurmuş ve bunun liderliğini yürütmüştü. Batı’da terörist damgası yemekten bir türlü kurtulamayan Cevlani, Körfez monarşilerinin para ve silah desteğini alabilmek için de örgütünü Temmuz 2016’da dağıtarak imaj yenileme yoluna gitmiş, bu kez Şam’ın Fethi Cephesi’ni kurmuştu. Cevlani, artık örgütün el Kaide çizgisinden koptuğunu da iddia ediyordu.

IŞİD’in Suriye ve Irak sahasında güç kaybettiği ve NATO ile Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ülkelerinin “ılımlı” muhalif grup arayışında olduğu bir dönemde gerçekleşen bu kopuş ilanı çok önemliydi. Ancak Batı medyasında röportajları yayınlanan Cevlani’nin bu girişiminin Katar Emiri Şeyh Tamim bin Hamad es Sani’nin projesi olduğu ortaya çıkınca örgüt bir başka çıkmaz daha yaşadı. Cevlani, Birleşmiş Milletler’in halen “terör listesindeki” örgütünü bu yaftadan kurtulabilmek için onu da tasfiye ederek, kendisine bağlı yaklaşık 25 bin civarı güçle Ocak 2017’de bu kez Heyet Tahrirü’ş Şam (yani Şam’ın Kurtuluşu Heyeti’ni - HTŞ) örgütünü kurdu.

Halep’in Rusya desteğindeki Suriye Arap Ordusu’na bağlı güçler tarafından kurtarılması ve cihatçıların yenilgiye uğratılması akabinde İdlib bölgesindeki silahlı cihatçı örgütler çok sayıda bölünme, parçalanma ve birleşmeler yaşadı. Yani, 2017 yılında HTŞ İdlib bölgesinde tek cihatçı örgüt değildi. Farklı örgütler, yapılar da vardı. Mesela, 2011 yılında Halep'te kurulan ve Beşşar Esad yönetimine karşı savaşan muhalif gruplar içinde bir zamanlar en güçlülerden biri olarak görülen ve Ankara’ya yakın da durduğu iddia edilen Ahraru’ş Şam hareketi bunlardan biriydi.

Nusra Cephesi’nin dağıtılması akabinde HTŞ’ye katılmayan ve el Kaide’ye biatı devam ettiren cihatçıların bir kısmı ise Ankara’nın bölgedeki operasyonlarını da desteklemeyen Hurrâseddin (HaD) isimli bir örgüt kurmuştu. “Radikal” El Kaide geleneğinden kopmayan HTŞ içindeki militanların bu örgütten ayrılarak 2018 yılı Şubat ayında kurduğu Hurrâseddin, 1800 kişilik güçlü bir orduya sahipti. Bu rakamın yarısı Suriye dışından gelen savaşçılardan oluşuyordu. Hurrâseddin, özellikle 2019 yılında daha görünür bir hale gelmiş ve HTŞ’den ayrılan etkin din adamlarını da bünyesine katarak güçlenme yoluna gitmişti.

İlginçtir, Moskova yönetimi ile bu yönetimin Suriye sahasına askeri olarak inmesine yeşil ışık yaktığı Ankara yönetimi, İdlib’te HTŞ adıyla varlığını sürdüren El-Nusra yapılanmasının dağıtılması konusunda anlaşmıştı. Ankara 2018'de HTŞ’yi terör örgütü olarak tanımlamış ama örgütü dağıtma işini biraz ağırdan almıştı. 2019 yılının ortalarına geldiğimizde Washington, İdlib muhafazasında bazı bombardımanlarına başladı. İlk başta bombardımanlarla, ABD’nin küresel çıkarlarını tehdit eden” terör örgütlerini” vurduğu gibi bir algı oluşmaya başlamıştı. Ancak Washington’un bölgede 2019 yılı Ağustos ayının son günü gerçekleştirdiği “sürpriz” bombardımanlarla artık net olarak görülmüştü ki, Washington Suriye sahasına inmesini hiç istemediği Ankara’nın Moskova ile ortak planlarını bozacak şekilde, HTŞ’nin İdlib bölgesinin tek hâkimi olarak yaşamını sürdürmesi yönünde çaba sarf ediyordu.

Aslında ABD, savaşın neredeyse başından bu yana Şam yönetimine karşı savaşan cihatçı örgütleri suikastlar ve katliamlar yoluyla biçimlendiriyor, bazı örgütleri lidersiz ve yönsüz bırakacak, zayıflatacak operasyonlar yaparken bu şekilde IŞİD, YPG ve HTŞ gibi yapıların da önünü açıyordu.

Ankara’nın Rusya ile anlaşarak HTŞ’yi dağıtmaya yönelik çabalarını boşa çıkarmak isteyen Washington, Suriye Ordusunca ilan edilen ateşkesi fırsat bilerek hemen düğmeye basmış ve ateşkes ilanının hemen ardından çok uzun bir süredir hiç ilişmedikleri İdlib bölgesindeki bazı noktalara 31 Ağustos tarihinde hava saldırıları gerçekleştirmişti. İngiliz kaynakları, saldırılarda en az 40 cihatçı liderin öldüğünü açıklıyorlardı.

El Vatan’ın sahadaki kaynaklara dayandırdığı haberlerine göre, ABD güçleri Kefreye ve Ma’aret Misrin kasabalarındaki bazı merkezlere dönük bombardımanları için ihtiyaç duyduğu istihbaratı kendisine yönelik komplo girişimlerini boşa çıkarmak isteyen ve bu amaçla Washington ile işbirliği yaptığı ileri sürülen HTŞ lideri Cevlani’den almıştı. Cevlani, kendi liderliğine tehdit teşkil ettiğini düşündüğü Ensar el Tevhid ve Hurrâseddin gibi örgütlerin silah/mühimmat depolarına ve bazı komutanlarının bulunduğu üslere ait koordinatları içeren bir listeyi HTŞ’yi “isyancı güçlerin en agresif ve en başarılı kolu” olarak tanımlamış Washington temsilcilerine iletmişti. Amerikalılar için Hurrâseddin örgütünün dini liderlik açısından güçlü lider kadrolarının yok edilmesi özellikle önemliydi.

Bu arada bir ara Irak topraklarından Halep’in batı kırsalına geçen IŞİD lideri Ebu Bekir el Bağdadi’nin de 2019 yılında artık İdlib’in kuzeyine geldiği şeklinde istihbarat yansıyordu sahaya. Hatta IŞİD’in Ebu Bekir el Bağdadi’yi saklayıp koruması karşılığında Hurrâseddin (HaD)örgütünün bazı mensuplarına en az 67 bin dolar tutarında bir para ödemiş olabileceği dahi ileri sürülmüştü.

Huraseddin ile Ebu Bekir el Bağdadi’nin bir araya gelmesi HTŞ için ciddi bir tehdit oluşturabilirdi. Zira, IŞİD’e ideolojik düzlemde en yakın olabileceğini düşünülen Hurrâseddinörgütü, HTŞ’ye yönelik de “madem El Kaide’ye artık biat etmiyorsun, ona ait olan silahları bize teslim etmelisin” şeklindeki çağrılarda bulunuyor, silahları istiyordu.

Bütün bunlarla hemen hemen aynı tarihlerde başka bir gelişme daha meydana geldi ve Hurrâseddin örgütü Washington tarafından resmen “terör örgütü” ilan edildi. ABD Dışişleri Bakanlığı, konuyla alakalı olarak 10 Eylül 2019 tarihinde yaptığı duyurusunda Hurrâseddin’i, onun Ebu Hamam el Şâmi kod adıyla bilinen o dönemki lideri Faruk el Surî ile birlikte Özel Olarak Belirlenmiş Küresel Teröristler” (SDGT) listesine aldığını açıkladı. Ancak Faruk el Surî bir daha hiç görülmedi, belki de öldürüldü.

Hurrâseddin, 2015’te Suriye El Kaide’si saflarına katılmış ve o çizginin yılmaz savunucularından olmuş Ebu el Kasım el-Ürdüni olarak tanınan Halid el-Aruri’yi yeni lideri olarak belirlemişti. IŞİD’in atası sayılan ve 2003 yılındaki Amerikan işgali sırasındaki Irak direnişinin en önemli bileşenlerinden biri olan Tevhid ve Cihad Cemaati'nin kurucusu Ebu Musab el Zerkavi’nin gittiği her yere (cezaevi de dahil) beraberinde götürecek kadar yakın dostu idi Ürdüni. Daha 2006 yılında uğradığı bir suikastta hayatını kaybeden Zerkavi’nin kız kardeşi ile evliydi aynı zamanda.

Washington 27 Ekim 2019’u 28’ine bağlayan gece bölgedeki en büyük emellerinden birine erişti ve düzenlediği bir operasyonla Ebu Bekir el Bağdadi’yi doğrudan doğruya İdlib bölgesinde saklandığı Barişa köyü yakınındaki evinde öldürdü. Bu arada, El Vatan gazetesi, Bağdadi’nin ortadan kaldırılması yönünde ihtiyaç duyulan can alıcı (!) istihbaratı da Amerikalılara HTŞ’nin verdiğini ileri sürmüştü.

Amerikalılar 14 Haziran 2020’de de bu kez Ebu el Kasım el-Ürdüni’yi bir başka el Kaide lideri Bilal el Sanaani ile birlikte öldürdüler.  İkili R9X olarak bilinen Hellfire model suikast füzesiyle vurulmuştu. Amerikalılar, suikast operasyonlarında civarına zarar vermeyen bu silahı tercih ediyorlardı.

Nihayetinde, Amerikalılar istihbarat paylaşımı yaptıkları HTŞ’nin yolunu bu tip suikast ve operasyonlarla temizlediler, bölgedeki diğer cihatçı örgütlerin lider kadrolarını ve silah depolarını imha ederek Cevlani’yi kollayıp gözettiler. Cevlani, Ankara ve ona yakın gruplarla da dikkatli bir ilişki kurunca, bu suikastlar silsilesinden hayatta kalarak ve üstelik güçlenerek çıktı.

Amerikalılar İdlib’deki en güçlü grubu değil aynı zamanda yarın Şam’da hangi grup ve liderin muzaffer olarak ortaya çıkacağını ve devleti yöneteceğini da belirlemiş oluyorlardı.

Ancak HTŞ’nin İdlib coğrafyasında ABD ve Körfez monarşilerinin gücüyle belirlenen gücü kudreti, yarın Şam’da muzaffer olarak ortaya çıktığında otomatik olarak bir devlet gücüne dönüşmüş olmayacak, ona yine bu “hamiler” karar verecekti. Tabii o hamilerden biraz rol çalarak sahneye geç inen İsrail de dahil.

Velhasıl, Suriye’de devletin başına HTŞ ile devletsizlik getirilmesinin ve bugün bir ülke için son derece hazin tablonun arka planı biraz da böyle bir prelüd ile şekillendirildi. Bugünü ve gelişmeleri ana akım medyanın aktardıklarıyla ya da “kendimi depresif ve umutsuz hissettiğimde aniden Esad'ın gittiğini hatırlıyorum ve hemen neşeli hissediyorum” diyenlerin veya Şam’a gidip cihatçı güzellemesi yapan muhalif (!) gazetecilerin anlattıklarıyla değil, böyle bir arka planla okuyabilirsek, Suriye tiyatrosunun üçüncü perdesini biraz daha sağlıklı şekilde değerlendirebiliriz kanımca.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar