Bekir AĞIRDIR
Türkiye’de siyaset giderek bilimden, bilgiden ve bu bilgiyi üreten kurumlardan uzaklaşıyor. Bilimsel kavramlar çözüm için değil, siyasal pozisyon almak için kullanılıyor. Bu durum, bir yandan entelektüel yoksullaşma üretiyor, diğer yandan bilgiye dayanmayan siyaset, kimlikle, sloganla, hamasetle yürümeye başlıyor.
Sonra bir gün Cumhurbaşkanı bir kavram, bir iddia ortaya atıyor, tüm siyasi ve akademik dünya bu kavram etrafında yeniden diziliyor. Açılım, silahların yakılmasının ardından yeni anayasa ve hatta siyasi af açıklamaları beklenirken Cumhurbaşkanı’nın Kızılcahamam konuşmasındaki Türk-Kürt-Arap vurgusu da benzer bir sonuç üretti.
Türkiye’de araştırmalarda etnik aidiyet sorusunu Kürt olarak cevaplayanlar yüzde 20, Arap diyenler yüzde 1 oranında. Suriyelilerle beraber bu oran ne olur, Suriyelilerin ne kadarı vatandaşlığa geçmiştir ayrı bahis ama oran bu. Bu bilgiye Cumhurbaşkanı ve konuşmasını yazanların da sahip olmadığını düşünemeyiz. O zaman belki de Cumhurbaşkanı’nın konuşmasında bu üçlü kimlik ve kardeşlikleri vurgusunun muhatapları bizler değiliz. Belki de muhatap Suriye, Irak ve genel olarak Müslüman coğrafya. Belki de açılımı da mecbur kılan bölgesel gelişmelerin ürettiği riskler ve fırsatlar penceresinden bakınca görülebilen yeni Osmanlıcı bir vizyonun köşe taşıdır söylenmeye çalışılan.
Öte yandan bu tartışma bir kök sorunumuzun bir kez daha gündeme gelişini tetikledi: Türkiye’nin kimliğinin ne olduğu. Batılı mıyız, Doğulu mu? Önce Türk müyüz, Müslüman mı? Ortak kimliğimiz var mı? Anayasa’da yurttaşlığı nasıl tanımlayacağız? Sürekli tartıştığımız ama toplumsal mutabakat üretemediğimiz bir marka meselemiz daha, kimliğimizin ne olduğu.
Yüzyıllık Cumhuriyet tarihimiz aslında bir kimlik arayışının da yüzyılı oldu. Bu ülkenin insanı, bir aynaya bakar gibi devletine baktı ama aynada kendisini tam olarak göremedi. Kimi zaman silik bir suret, kimi zaman çarpıtılmış bir görüntü... “Biz kimiz?” sorusu, yalnızca bireyin değil, toplumun ve devletin ruhunda yankılandı durdu. Açılım, bölgenin siyasal gerilimlerine dair olanlardan öte Cumhurbaşkanı’nın vurgusu, Türkiye’nin hiç dinmeyen kimlik sancısının üzerine yeniden serinkanlıca düşünmeyi gerektiriyor aslında.
Devlet rayları döşedi ama yolcuları da belirledi
Cumhuriyet’in iki temel hedefi vardı, ekonomik kalkınma ve toplumsal modernleşme. Ekonomik aktörler, dinamikler yeterince olmadığı için kalkınmanın lokomotifi devlet olarak tanımlandı. Toplum eğitimsiz, kırsal yaşamın içinde neredeyse dünyadan kopuktu. Toplumsal modernleşme ve dönüşümün de öncüsü ve lideri devlet ve bürokrasi olarak tanımlandı. Bir bakıma Türkiye’nin modernleşme serüveni, toplumun taleplerinden çok devletin ve Cumhuriyet’in öncü kadrolarının tasavvuruna yaslandı. Bir lokomotif gibi hareket eden devlet, rayları döşedi, istasyonları belirledi ama çoğu zaman kimin bineceğine, kimin ineceğine de karar verdi. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e uzanan çizgi, halkı henüz hazır olmayan bir yük gibi gören bir tepeden inme dönüşüm anlayışıyla yoğruldu. Bu anlayış, vatandaşlığın kapsayıcı değil seçici bir modelle tanımlanmasına neden oldu.
“Makbul vatandaş” kalıbı; Türk, Sünni, Hanefi, laik ve Batılı olarak tasarlandı. Diğer kimlikler – Kürtler, Aleviler, gayrimüslimler ve dindarlar – ya bastırıldı ya da asimile edilmek istendi. Devlet sadece düzen kurmadı, kimlik biçti.
Aslında bugünün problemi olarak yaşamakta olduğumuz Kürt meselesi ya da muhafazakâr-seküler kutuplaşması gibi meselelerin özünde de aynı problem var. Kültürel kimlikler ve kümeler ekonomik kalkınma ve özellikle toplumsal dönüşüm süreçlerine kendi kimlikleriyle katılamadılar. Aksine kendi kimliklerinin dışlandığını deneyimlediler.
Erken Cumhuriyet dönemi ve sonrasındaki siyasal projeler, toplumu tek bir medeniyet ve tek bir kimlik formuna dönüştürmeye çalıştı. Bu çabalar, kimlikleri bastırmakla kalmadı; aynı zamanda katılmak isteyenlere açık, fakat farklılıklarını korumak isteyenlere karşı cezalandırıcı bir tavırla hareket etti. Bu da devlet ile dışlanan kimlikler arasında bitmeyen bir gerilim üretti.
Türkiye’nin modernleşmesi, Batı’yı kopyalama, muasır medeniyete ulaşma ve bir bakıma da Batı’ya öykünmeyle gelişti. Bu da “medeniyet” ile “yerlilik” arasında sürekli bir salınım yarattı. Modernleşmeyi benimseyen kesimler, geleneksel kültür ve dinî değerleri geri kalmışlıkla özdeşleştirirken; muhafazakâr kesimler Batıcı reformları bir tür kimlik kaybı ve aşağılanma olarak algıladı. Böylece, bir yanda “Batıcı-seküler” kimlik, diğer yanda “muhafazakâr-İslami” kimlik birbirini dışlayan kutuplar hâline geldi. İki taraf da birbirine “hakiki Türkiye” olma iddiasıyla bakmaya başladı.
Daha da ilginci, çok partili hayata geçildikten sonra CHP ve seküler dünyanın partileri olan sol partiler Cumhuriyet’in toplumsal dönüşüm hedefini, sağ-dindar-muhafazakar dünyaya yaslanan partiler de ekonomik kalkınma hedefini sahiplendi. Siyasi rekabet kimi zaman sağ-sol, kimi zaman muhafazakar-seküler, kimi zaman tümüyle kültürel kimlikler arası gerilimlere yaslanmış görünse de ekonomik kalkınma ve bölüşüm sorunlarıyla toplumsal dönüşüm meselelerini aynı anda ve aynı kuvvette sahiplenen olmadı.
Türk-İslam sentezi mi, yeni bir tek tip şablonu mu?
1980 sonrasında darbeci generallerin de resmiyet kazandırdığı Türk-İslam sentezi, bir “uzlaşı formülü” gibi sunuldu ama gerçekte yeni bir makbuliyet tanımıydı. Bu formülde milliyetçilik ile muhafazakârlık harmanlandı ama harman dışına düşen kimlikler – Aleviler, Kürtler, solcular – dışlandı. Dindarlık sadece Sünnilikten ibaret, Türklük ise milletin yegâne taşıyıcısı sayıldı.
Bugün söylenen “yerli ve milli” kavramı bu sentezin güncellenmiş ifadesi aslında. Ancak bu kavram, kimlik krizini çözmek yerine, onu başka bir hegemonya altında yeniden üretmeye hizmet ediyor. Sentez, çoğulculuğu yansıtan bir mercek değil; daraltan, filtreleyen bir prizmaya dönüşüyor.
Yine de 2000’li yıllara kadar iktidara gelen sağ-muhafazakâr partiler de Cumhuriyet’in temel hedeflerinden köklü sapmalar ve tartışmalar yapmadan yürüdüler. Öte yandan bir yerden sonra devlet de siyasi aktörler de bu tek tipli toplumsal dönüşüm projelerinin imkânsızlığını gördü. Ancak ötekinin dönüştürülmesinden, tek tipli kimlik dayatılmasından vazgeçilmese de devletin temel öncülüğü olmasa da yeterli olmadı. Zira bu kez gayrimüslimler ülkeyi terk etmişlerdi, Kürtlerin bir kısmı kendi kimliklerine kapanarak ortak alanı terk etmeye başlamıştı. Dindarları ise sistemle doğrudan savaşmadan, sistemin içinde kalarak ama informal cemaat örgütlenmelerine ve siyasi bir davaya yaslanarak varlığını sürdürmeye çalıştı. Asıl sorun ise ortak alanın da ortak ufkun da parçalanması oldu.
Cumhuriyetle hesaplaşma ve yeni bir tarih okuması
2000’li yıllarda iktidar değişimiyle birlikte, Cumhuriyet’in kurucu kodları sorgulanmaya başlandı. Yeni iktidar, aynayı çevirdi ve başka bir geçmişe, Osmanlı’ya dönüp baktı. Abdülhamid figürü üzerinden “halkçı, maneviyatçı, yerli” bir Osmanlı yorumu inşa edilirken; Cumhuriyet, jakoben, elitist, Batı taklitçisi bir sapma olarak yeniden kurgulandı.
Bu yeni tarih okuması, yalnızca bir entelektüel tercih değil, siyasal meşruiyet üretmenin de aracıydı. Tarih üzerinden verilen bu kimlik savaşı, toplumsal belleği böldü; bir yanda modernleşmeyi özgürlük olarak görenler, öte yanda onu kimliksizleşme olarak yaşayanlar belirdi. Kültürel kimliklere sığınma giderek kültürel ve siyasal kutuplaşmalara, siyaset de kültürel kimlik siyasetlerine dönüştü.
Bu iktidar ilk on yılında Avrupa Birliği üyelik süreci gereği yapılan bazı reformları, askeri vesayetin geriletilmesini demokratikleşme vaadiyle eşledi. Kimliklerin bastırıldığı bir dönemin biteceği iddiasıyla Kürt açılımı, Alevi açılımı süreçleri başlatıldı. 2011 seçimlerinden hemen sonra başlayan Anayasa Uzlaşma Komisyonu süreciyle yeni bir anayasa yapılacağı, toplumsal barışın sağlanacağı umuldu.
Fakat hikâye böyle gelişmedi. Erdoğan döneminde devletin kimliği değişti, ama bu sefer makbul vatandaş tanımı ve ötekileştirilen taraf da değişti. Erdoğan döneminde devletin kimliği değişti, ama bu sefer makbul vatandaş tanımı ve ötekileştirilen taraf da değişti. Yani mesele, tek bir kimliğin hâkimiyeti değil, kimliklerin eşitliğini sağlayacak bir zemin kuramamaktı.
Öncesinde de sonrasında da bir asırdır süren tek tipli kimlik arayışı ve inşa projeleri devlete ve siyasete yön verdi. Bu da devletin bir kimliğe dönüşmesini, demokrasinin çoğulculuk zeminini zayıflattı hep. Sonuçta da bir yandan toplumun devlete bakışı sorunlu hale geldi, vatandaşın gözünde devlet hayatı düzenleyen değil denetleyen kurum olarak yerleşti. Diğer yandan herkesin kendi mahallesine çekildiği, farklı kimliklerin bir arada yaşamakta zorlandığı bir toplumsal iklim, toplumsal kutuplaşma derinleşti. Bugün ise mesele daha da derinleşerek özellikle genç kuşaklarda, kimliği, aidiyeti veya hayat tercihleri farklı olanlarda “Bu ülke bana ait mi?” sorusu ana dert oldu.
İktidar ülkenin kimlik krizini çözmek, toplumsal barışı inşa etmek, yarın sabaha dair yeni bir hikâye yazmak yerine düne, tarihe döndü, Cumhuriyet’le hesaplaşmak ön aldı. Bunu yaparken de açıktan kullanılan yeni bir kavram ortaya sürüldü: “Yerli ve milli olmak.”
Yerli ve millînin siyasallaşması
Türkiye’de “millî” ve “yerli” gibi kavramlar uzun süredir siyasal alanda sıkça kullanılan ama içeriği netleştirilmemiş kelimeler olarak işlev görüyor. Bu kavramsal muğlaklık, onları farklı kesimlerin ortaklaşacağı bir aidiyet zemini yerine, dışlayıcı ve otoriter siyasal pozisyonlara kapı aralayan araçlara dönüşmüş durumda.
Batı’nın içinde olduğu ekonomik, toplumsal, siyasal ve ahlaki krizler yumağına karşın küresel bölüşüm kavgaları şiddetlenmiş durumda. Bir yandan yeni bölüşüm kavgası diğer yandan Batı’nın Müslüman coğrafyaya dönük müdahaleleri ve insan hakları gibi evrensel değerleri araçsallaştırdığı bir dönemdeyiz. Batı’nın bu genel gidişatı içinde özel olarak Türkiye’ye bakışı, Avrupa Birliği’nin müzakereden uzak pozisyonları gibi Türkiye’nin kendi deneyimleri iktidara içeriye dönebilmek için bir alan açtı. Sonuçta tüm bu dinamiklerin tetiklemesiyle “yerli ve milli olmak” bu iktidarın dilinde ve elinde yeni bir kimlik tanımından öte siyasal ve diplomatik bir projeye dönüşmüş oldu. Daha da önemlisi bu kavram yeni bir siyasi ittifak kurmanın da toplumsal ve siyasal yeni bir tasavvurun da gerekçe ve zeminini sağladı.
‘Yerli ve milli kimliğimiz ve değerlerimiz’, iktidarın elinde evrensel değerlere karşı konumlanan, bu nedenle de demokratikleşme önünde bir engele dönüşmüş durumda. Daha önemlisi, muasır medeniyetin krizi cumhuriyet ile hesaplaşmanın gerekçesi olarak kullanılır hale geldi.
Fakat ne iktidarın ne muhafazakarların ne Müslüman coğrafyanın hala evrensel insan hakları ve demokrasiyi aşan yeni bir iddiası yok. Oysa yapılması gereken; yerli ve milli ile evrensel olan arasında çatışma değil, bağ kurmaktı. Evrensel olanı ithal bir yük gibi değil, kendi kültürel zeminiyle barışık bir kazanım olarak görmek gerekirdi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Türk-Kürt-Arap kardeşliği” vurgusuyla yeniden başlattığı açılım söylemi, Türkiye’yi yine ne için tartıştığımızı bilmediğimiz, nerede uzlaşacağımıza dair bir beklentinin de olmadığı bir tartışma eşiğine getirdi. Fakat bu eşikte sorulması gereken soru şu: Bu söylem, Orta Doğu’ya dönük yeni diplomatik arzu ve hamlenin gerekçesi mi, yeni bir anayasal eşitlik arayışı mı, yoksa yeni bir toplumsal rıza ve meşruiyet üretmek için kullanılan bir araç mı?
Eğer bu süreç demokratikleşmenin genişlemesi ile desteklenir, siyasi alan güçlenir, siyaset marifetiyle kimlikler arası müzakere-ikna-uzlaşma süreçleri çalışabilirse Türkiye, ilk kez kimlik krizini toplumsal mutabakatla aşabilir. Ama eğer bu adımlar sadece siyasi mühendisliğin parçasıysa, muhalefet kriminalize edilmeye devam ederse, “beka” ve “yerli-milli” söylemi yeniden kutuplaşma aracına dönüşürse, o zaman Türkiye yeniden bir sahte baharın eşiğinde kalır. Elimizde kalan yeni bir toplumsal hayal kırıklığı ve daha sık sorulan bir “Bu ülke bana ait mi” sorusu olur.
Oksijen'den alınmıştır.
Yazarlar
-
Mehmet TIRAŞOPERASYONLARIN ARKASINDA ABD Mİ VAR? 21.07.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNVahşetin idaresi! 21.07.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIR“Türk-Kürt-Arap kardeşliği” Orta Doğu’ya dönük yeni bir hamle mi, yoksa yeni toplumsal meşruiyet ara 21.07.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluDevlet, başta dürüst olmazsa sonra kimseyi inandıramaz 21.07.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKKürt açılımının toplumsal meşruiyeti nasıl artar? 21.07.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CANTartışmayı kazanmaktan önce becermek gerek 21.07.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolTarih, milliyetçilik, muhafazakarlık 21.07.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYASelahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın Tutukluluğunun Devamı Siyasi Bir Karardır: 21.07.2025 Tüm Yazıları
-
Akdoğan ÖzkanSuriye tiyatrosunda üçüncü perde 21.07.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEMurat Çalık’tan halkın payına düşenler 21.07.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORU‘Terörsüz Türkiye’ başarılı olsun isteniyorsa… 21.07.2025 Tüm Yazıları
-
Alper GÖRMÜŞErdoğan, temel saflaşmanın eksenini 10 yıl sonra bir kez daha değiştirmeye çalışıyor: ‘Millîlik’ yer 21.07.2025 Tüm Yazıları
-
Çiğdem TOKERZeytin ağacı taşımanın suç olduğu ülke: Portekiz 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Sedat KAYABeşiktaş düzene karşı çıktı: Sessiz devrimin adı olacak 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜR103 kişinin ölümündeki suçu sahte belgeyle gizlediler 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞSiyasi meşruiyet ve matematik 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇ“İçerde Nutuk, dışarda Kur’an!” 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENKürtler, Türkler ve Araplar 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer Solgun“Geri zekalıya anlatır gibi” 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuErdoğan’dan tarihi itiraf… 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRSiyaset çıkar, itibar, zenginleşme aracı olmadığında… 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZCumhurbaşkanı’nın ittifak çıkışı ve silahsızlanma sürecinin gölgesinde muhalefet 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Gökçer TahincioğluKardeşinin cenazesine gidememek 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Umur TALUİnsan hiç üzülmez mi… utanmaz mı hiç? 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞURKutuplaşmanın son mağduru; CHP’nin ilk imam hatip müdürü Celal Hoca 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim Kirasİslamcılık ve post-İslamcılık ve modernizm ve milliyetçilik 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Doğu ErgilÖtekileştirmek Ve Ötekileştirdiklerimizle Yüzleşmek – “Kürt Sorunu”na Alternatif Bir Bakış 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerULUSAL KİMLİK DAVASI 18.07.2025 Tüm Yazıları
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
14.07.2025
7.07.2025
30.06.2025
16.06.2025
9.06.2025
2.06.2025
26.05.2025
19.05.2025
5.05.2025
28.04.2025